Devlet Tiyatroları Koordinasyon Toplantısı sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster
Devlet Tiyatroları Koordinasyon Toplantısı sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster

12 Haziran 2016 Pazar

Refik Erduran MUHBİR mi, MUHBİR Mustafa Demirkanlı mı uyduruyor?!

Hiç Değişmeyen Refik Erduran…

Yazar editor -  Haziran 5, 2016 743 0

ITI-UNESCO Türkiye Merkezi Başkanı Refik Erduran’ın, Kültür Bakanı Nabi Avcı’ya gönderdiği iddia edilen metnin, düzeyinin düşüklüğü nedeniyle gerçek olup olmadığı Yazı İşleri Müdürümüz Mustafa Demirkanlı tarafından bizzat kendisi aranarak teyit edildi. Refik Erduran metni e-mail olarak gönderdiğini ve Devlet Tiyatrosunu savunmak için kaleme aldığını belirtmiştir.  Düzeyi düşük bu yazıyı ibret vesikası olarak yayınlıyoruz.

"Aziz dostum, Nabi Bey kardeşim,

Afiyettesiniz inşallah. İstediğiniz bilgiyi sunmak için bir iki dakikanızı alacağım. İnsan mezara yakınlığın garip rahatlatışı ve dünyadan hiçbir kişisel beklenti kalmayışın huzuru içinde her şeyi daha net görüyor. Ben o durumdayım. Son seçimle kazanılan gücün etkili biçimde kullanıldığını da görürsem sevinecek, kalan vaktimde inandığım güçlere karınca kararınca yararlı olabilmek için basına döneceğim.

En geniş ve yapışkan asalak kesimimiz kendilerini beyaz Türk sayan, sırtından geçindikleri halktan iğrenen Batı maymunlarımız. Temel bahaneleri dindarlıkla yobazlığı bir tutmak, savunur göründükleri demokrasiyi de hiçe sayarak “cahil” çoğunluğu ülke yönetiminden dışlamak. Müslümanlık karanlık, gerilik, başarısızlık demekmiş. Balkan çatışmaları sırasında özel bir Boşnak birliğine katılıp cepheye gitmiş, gönüllü delikanlıların nasıl aydınlık ve fiilî demokrasi içinde çarpışıp inanılmaz derecede başarılı olduklarını Milliyet’teki yazı dizimde ve kitabımda anlatmıştım.

Bugün kör dövüşümüze son verip tartışmaları mantık sınırlarına çekmenin ilk şartı sahte “aydın” kesimindeki nifak tiryakilerinin şirretliklerini etkisiz kılmak, kutuplaşmayı geriletmek. Kültür ve sanat o yönde öncü rol oynayarak çatık kaşları gevşetip gülümsemeleri artırabilir. Buna yarayacak çok etkili potansiyele sahip kurumlar da var devletin elinde. Ama yıllardır nedense kullanılamıyor. Daha doğrusu kullanılıyor ama içlerindeki pozcu, şovcu, çıkarcı edepsizler tarafından, devlete karşı. Sebep? Devletin korkaklığı! Evet, aynen öyle. Hayretle seyrediyorum. Kurumların amiri ve sorumlusu yetkililer bir avuç yaygara şantajcısı karşısında en basit yasal önlemleri alamıyor, yılan görmüş tavşan gibi felç oluyorlar.

Abarttığımı düşünebilirsiniz. En yakından bildiğim kesim olan tiyatrodan somut birkaç örnek vereyim. Geçenlerde Kerem Alışık Tiyatrosu’nun ödül törenine çağırdılar. Ne oluyor göreyim dedim, gittim. Salon beyaz Türk dolu. Levent Üzümcü adında bir şov şampiyonu oyuncu var; fazla yağmur yağsa “muhalefet” naraları atıyor. “İlericilerin özgürlük idolu” oldu. Ona ödül verilmiş. Sahneye çıkıp “karanlığa karşı savaşım” nutukları çekti. Arkasından Şehir Tiyatrosu’nun yönetmeni Erhan Yazıcıoğlu sahneye fırlayıp onu kucakladı, önünde diz çöktü, sanat-kültür düşmanlarına karşı kahramanın yanında olduğunu haykırarak alkış topladı. Ve bu soytarı halen “görevinin başında”!

Bir Devlet Tiyatrosu koordinasyon toplantısında “Abdullah Gül Hitler, Tayyip Erdoğan Mussolini’dir” gibi cevherler yumurtladıkları için mahkemeye verilen, internet sitelerinde imzalarıyla “Müslümanların bulundukları yerlerde ayak kokusundan geçilmez” türünden hezeyanlar kusan bir güruh var. İçlerindeki oyuncu Atsız Karaduman hüküm giydiği halde bugün de kadroda. Elebaşılarından DT rejisörü Yücel Erten en aktif nifakçı. Emekli ama boyuna oynanan çevirilerinden iyi para kazanıyor. Bu ay Ankara’nın Akün salonunda sahnelenmekte olan “Shakespeare Zorda” oyununun çevirisi de onun.

Bir süre önce birçok ülkenin ITI-UNESCO merkezinden bana sorular yağdı “Hükümetinizin tiyatroları bitirmekte olduğu doğru mu?” diye. Nereden çıkardıklarını sordum. DT Ankara kadrosundaki Murat Çidamlı’nın kendilerine gönderdiği mektubu yolladılar. Okuyunca gözlerime inanamadım. Hükümetimiz Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığı sırasında kültür için Avrupa Birliği’nin verdiği paraları “pillage” etmiş (yağmalamış). Kültür ve sanata kökten düşmanmış; tiyatroları sıfırlamakta kararlıymış. Avrupa vakit geçirmeden imdada yetişmeliymiş, vb. Tam bir yabancı jurnalciliği ve uşaklığı… Mektubu DT yönetimine ve Kültür Bakanlığı müsteşar yardımcısı Nihat Gül’e verdim. Aradan zaman geçti; ne yapıldı bilmiyorum. Ama bu ayın Devlet Tiyatrosu program dergisine bakarsanız görürsünüz: Ankara’da sahnelenmekte olan “Meraklısı için Öyle bir Hikâye” ve “Nihayet Bitti”, Adana’daki “Muammer Muammer” adlı ÜÇ oyunun rejisörü bu Çidamlı Efendi. Nadir görülen bir sırt sıvazlama. Sanki “Aferin aslanım, ülkeni yalanlarla yabancılara jurnallemeye devam” deniyor.

Vaktinizi alma pahasına böyle şeyleri niçin anlattım? Çünkü hazırlanmakta olan hükümet programı üstüne konuşmaları dinliyorum; kültür ve sanata ilişkin tek söz duymadım. Yazanlara lütfen söyleyin de “Devletin imkânlarıyla kültür ve sanat millî birlik şuurunun geliştirilmesi için kararlılıkla değerlendirilecektir” gibi bir iki cümle yer alsın programda. Ve icraat başlayınca inşallah lafta bırakılmayıp gerçekten kararlı davranılsın. Yoksa, şu seçim sonuçlarına dayalı yeni hükümetimiz de bakar kör ve tavşan yürekli çıkarsa, yandı gülüm keten helva.

İlginize vatandaş sıfatıyla peşin teşekkürlerimle,
Refik Erduran 0532 344xxxx

Refik Erduran’ın kaleme aldığı ve Bakan Nabi Avcı’ya e-mail olarak gönderdiğini söylediği yazıya Yücel Erten’in ve Atsız Karaduman’ın sosyal medyadan verdiği cevapları aşağıda bulabilirsiniz.

Yücel Erten 05.06.2016 İstanbul

Devlet Tiyatrosu’ndan bir dostum iletti. Yıllardır kilit altında tutulan bir yoğun bakım odasını andıran Uluslararası Tiyatro Enstitüsü (ITI) Türkiye Millî Merkezi’nin ezelî başkanı, ebedî UNESCO kadısı, Oyun Yazarları Şeysi’nin başkanı, dedikodu yazarı Refik Erduran, yeni Kültür Bakanı Nabi Avcı’ya bir mektup yazmış. Kültür Bakanı Nabi Avcı olduğuna göre, belli ki mektup çok yeni…

Sahte midir, değil midir, bilemem. Ama tanıdığım kadarıyla Erduran, Bakanlık koridoruna çadır kurmuş biridir. İktidarın cinsi cibilliyeti hiç farketmez, onun çadırı Kültür Bakanlığında betona çakılmış olarak durur. Adım başı ödenekli tiyatrolarımıza müdahale imkânı aramak için. Oradan bakınca, mektubun gerçek olmadığını düşünmem için bir neden yok…

Devlet Tiyatroları ile ITI başkanı arasında başgösteren tahta kılıç, teneke kalkan çıkar kavgası beni ilgilendirmiyor. Yok Biricik onun kucağına oturmuş da, yok sonra “Ben Tayyip’i kafaya aldım” diye çemkirmiş de, yok falanca onun için ‘yavşak’ demiş de… Sınırsız-sorumsuz-seviyesiz bu tepişmeler, bende sadece sanatım, mesleğim ve kurumum açısından üzüntü yaratır. Ama bu düşük profilli, şirret dedikoducuları tanımakta yarar vardır. Buyrun, okuyun, eğlenin, öğrenin:

Benimle ilgili kısmına da bir çift söz: Tiyatroda yönetici, eğitmen ve yönetmen olarak niteliklerim ve kariyerim ortadadır. Yurtiçinde ve dışında 77 oyun sahnelemiş, yine yurtiçinde ve dışında 43 ödülle onurlandırılmışım. Yanısıra 36 oyunun Türkçe’ye, 6 oyunun da Türkçe’den Almanca’ya çevirisini yapmışım. Yanı sıra 7 uyarlamam ve 4 oyunum var. Kendimi 16 yıl önce Devlet Tiyatroları’ndan emekli etmişim. Biricik’in atanmasıyla birlikte, bu yönetim altında Devlet Tiyatroları’nda oyun sahnelemeyeceğimi, özgün oyunlarımla uyarlamalarımın oynanmasına izin vermeyeceğimi ilan etmişim. Şimdi çevirdiğim şahane bir oyun Devlet Tiyatroları’nda oynanıyor diye, Erduran oradan gelecek üçotuz paralık telif gelirine yan gözle bakmak seviyesizliğini gösteriyorsa; aklına da, ruhuna da acil şifalar dilerim.

Bir de beni ’en aktif nifakçı’ olarak nitelendirmiş. Şöyle desem anlar mı, bilmem: “Spartakus benim!”…


Atsız Karaduman

Benimle ilgili kısma cevap: Devlet Tiyatroları’nın 2007 yılında yapılan Koordinasyon Toplantısı’nda bir konuşma yapmıştım. Konuşmamın bir bölümünde Devlet Tiyatroların’da ki Bakanların “yalak ve salaklarından söz etmiştim.” Koordinasyon toplantıları kayıt altına alınır. Fetö terör örgütü Devlet Tiyatroları arşivinden bu koordinasyon toplantısının cd’sini çalıp televizyon ve gazetelerinde aleyhime bir kampanya başlattı. Dönemin Kültür Bakanı Ertuğrul Günay beni hem Devlet Tiyatroları Disiplin Kurulu’na hem de Savcılığa sevketti. Devlet Tiyatroları Disiplin Kurulu zaman aşımı olduğu için bana bir ceza vermedi. Mahkeme süreci ise uzun ve çileli geçti. Hakaret davalarında bir ilk yaşandı, ilk celseye gelmediğim için hakkımda yakalama kararı çıkmış (tebligat elime geçmediği için) beni bir sabaha karşı Ankara’da otel odasından polisler alıp Emniyete götürdüler, oradan da elime kelepçe vuruldu ve beni adliyeye götürdüler. Uzun bir süreçten sonra ben beraat ettim. Sahnelerde hiç bir varlık gösteremeyip, Bakanlık koridorlarında lacileri giyip, Bakanların yalak ve salağı olan zevatla kavgam her daim sürmüştür ve sürecektir. Bu zevatın ilişkileri kirlidir. Ne dostluklarına güvenilir ne düşmanlıklarına. O gün hepsi aynı yollarda yürüyorlardı. Bakanların yalak ve salakları, hepiniz oradaydınız lan. Vıcık vıcık dostluklarınız beni ilgilendirmiyordu şimdi sahte ve vıcık vıcık kavganız da beni hiç ama hiç ilgilendirmiyor, yiyin birbirinizi.

Konu ile ilgili telefonla görüştüğümüz Levent Üzümcü: "Refik Erduran tam teşekküllü tarafsız bir hastanenin hekim heyetinden akıl sağlığının yerinde olduğuna dair bir rapor aldığı taktirde kendisine memnuniyetle cevap vereceğim." dedi.

25 Mayıs 2010 Salı

Çorumlu yazar LİNÇÇİ Tuncer Cücenoğlu, sosyalist sanatçı Hilmi Bulunmaz'a yanıt hakkı bile tanımayan Ali Şimşek'in gazetesi SANSÜRCÜ BİRGün'de yazdı!

Oyun'un notu: Aşağıdaki yazıyı, SANSÜRCÜ Ali Şimşek'in gazetesi BİRGün'den alarak olduğu gibi yayınladık.Ancak, yazıda bulunan LİNÇÇİ ada biz link verip, bu adı kırmızı renkle biz belirginleştirdik. Ayrıca, yazıdaki bariz yazım yanlışlarını kırmızı renkle belirtip, doğrularını yeşil harflerle biz yazdık. Bunun yanı sıra, Çorumlu yazar LİNÇÇİ Tuncer Cücenoğlu'nun okunamaz hamlıktaki yazısını, biraz olsun olgunlaştırıp okunur hâle getirmek için yaptığımız müdahaleleri de kahverengi harflerle yine biz yazdık!


***


DÖRT BAŞI MAMUR KURUÇ


LİNÇÇİ Tuncer Cücenoğlu
cucenoglutuncer@gmail.com
16 Mayıs 2010



Bozkurt Kuruç benim için özel bir insandır. O'na beslediğim sevgi ve saygı o kadar derindir ki Boyacı adlı oyunumu (onun) adına ithaf etmişimdir. O’nu tanımam yıllar öncesine dayanır. Ankara'da gencecik bir üniversite öğrencisiydim o yıllarda. (Üniversite öğrencileri, sadece Ankara'da değil, ülkemizin neresinde olursa olsun, istisnalar dışında, hep gencecik insanlardır!) Hemen her hafta Devlet Tiyatroları’nda sahnelenmekte olan bir oyuna giderdim. O’nu ilk kez Turan Oflazoğlu’nun Deli İbrahim adlı oyununda izlemiştim.

Deli İbrahim’de dev bir aktör, İbrahim’in inişli çıkışlı karmaşık karakteriyle öyle bütünleşmişti ki hayran olmamak elde değildi. Öylesine bir oyunculuk sergiliyordu ki, yedi kez izledim oyunu.

Sahneye yakışan, seyirciyi hemen avucunun içine almayı başaran, rolüyle kaynaşmakla kalmayıp, rolü zenginleştiren ve en küçük ayrıntıları bile yakalayıp mükemmelleştiren bir aktördü. Sevgili Kuruç’un son olarak rol aldığı iki yapıttan da söz etmek isterim. Bunlardan birincisi Nâzım Hikmet’in Kurtuluş Savaşı Destanı adlı yapıtı, diğeri ise Kafesten Bir Kuş Uçtu adlı eşsiz oyundaki oyunculuk gösterisiydi. ( (Çorumlu yazar LİNÇÇİ Tuncer Cücenoğlu, tam burada bir parantez açmış ve fakat bu parantezi kapatmayı unutmuş. Oysa, Çorumlu yazar LİNÇÇİ Tuncer Cücenoğlu'na; "Gerçekten de olağanüstü bir yerdi... 17 Km uzunluğunda doğal ve bozulmamış bir sahil... Önerilen dubleks evin bulunduğu Akdeniz Evleri, 190 konuttan oluşuyor... Fiyat da uygundu... En önemli özelliklerinden biri de Göçek, Köyceğiz, Dalyan gibi yerlere arabayla yalnızca yarım saatte ulaşabilme şansına sahip oluşunuz. Duraksamadan aldım... Ve her yaz Temmuz ve Ağustos aylarını burada geçirmeye başladım..." dedirten evindeki herhangi bir musluğu açıp kapatmayı unutursa, evini su basabilir! Nasıl ki, Çorumlu yazar LİNÇÇİ Tuncer Cücenoğlu, evinin sular altında kalmasından rahatsızlık duyarsa, bir parantez açıp ve fakat o parantezi kapatmadığında da aynı rahatsızlığı duymalı!! Ancak, Çorumlu yazar LİNÇÇİ Tuncer Cücenoğlu'ndan böyle bir duyarlılık beklemek, ölüden öpücük beklemeye benzer!!!) Kafesten Bir Kuş Uçtu’yu İstanbul’da Taksim Devlet Tiyatrosu Sahnesi’nde (İstanbul Devlet Tiyatrosu Taksim Sahnesi'nde), Yıldırım Aktuna ile birlikte izlemiştik. Aktuna'nın oyunun bitiminde “Kuruç eşsiz bir aktördür” demesini asla unutamam.

Kuruç'la tanışmamız ise, benim Devlet Tiyatroları'na Edebi Kurul üyesi olarak atanmamla gerçekleşti. Ayda en az bir kez Ankara’ya gidiyor ve Kuruç’u daha yakından tanıma olanağı buluyordum. Aktörlüğünün ötesinde mükemmel yöneticiliği ve kibarlığıyla da beni etkilemekte gecikmedi. Ankara’ya gidişlerimde otelde değil annemin Kurtuluş’taki evinde kalırdım. Kendi özel aracıyla kaç kez getirip bırakmıştır Kurtuluş’taki eve beni.

Bozkurt Kuruç’la ilgili olarak, tanığı da olduğum, birkaç anıyı nakletmek isterim. İlk unutamadığım olay, sezon sonunda yapılan Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü Koordinasyon Toplantısı’nda gerçekleşti. Toplantıya Devlet Tiyatroları’nın tüm bölge müdürleri, onların yardımcıları, rejisörler, bazı deneyimli aktörler, dramaturglar ve Edebi Kurul üyeleri katıldık. Toplantı üç gün sürecekti. İlk gün, şimdi adını bile anımsamadığım Kültür Bakanı’nı temsilen onun adına, gene adını bile anımsayamadığım müsteşarı da katılmıştı toplantıya. Gün boyunca Devlet Tiyatroları’nın sorunları, sanatçıların ve müdürlerin önerileri gündeme getirildi.

Müsteşar ilgiyle dinliyordu konuşmaları ve arada bir notlar da alıyordu. Toplantı bitmek üzereydi ve Müsteşar ayağa kalkarak şunları söyledi: “Bütün katılımcılara teşekkür ediyorum. Açık sözlülükle Devlet Tiyatroları’mızın birçok sorununu ortaya koydular ve benim de bilgilenmemi sağladılar.” Müsteşar bunları söyledikten sonra Sevgili Kuruç’a döndü: “Sayın Kuruç yarınki toplantımız saat kaçta başlayacak?” Bozkurt Kuruç’un saygıyla gülümseyerek şunları söylediğini duyduk: “Sayın Müsteşarım. Ben de toplantımızın ilk gününde bizi yalnız bırakmayarak katıldığınız için size teşekkür ediyorum. Ancak yarın sizi yormayacağız. Çünkü yarın gelmeniz için bir neden yok.” Müsteşar kendisine verilen mesajı anlamadı ve “Hayır yorulmam Sayın Kuruç. Zevkle geleceğim” dedi.

Bozkurt Kuruç nezaketini asla elden bırakmayarak aynı kararlılıkla sürdürdü konuşmasını: “Teşekkür ederim ama yarın gelmeniz için bir neden yok Sayın Müsteşarım. Çünkü yarın biz önümüzdeki sezonun oyunlarını seçeceğiz. Doğrudan kurumumuzu ilgilendiren bir konudur.”

Müsteşar’ın kıpkırmızı olduğunu gördük birden. Ayağa kalkarak: “Ben o zaman izninizi rica edeyim” dedi. “Estağfurullah. Sizi uğurlayayım Sayın Müsteşarım” dedi nezaketle Bozkurt Kuruç ve arabasına kadar götürdü onu. Müsteşar arabasına bindi ve biraz da şaşkınca el salladı Kuruç’a. Kuruç da aynı nezaketle uğurladı onu.

Gene sevgili Kuruç’un beni gerçekten etkileyen bir eylemi de telif haklarının yükseltilmesi konusunda oldu. Hemen her toplantımızda, yazar teliflerinin, bilet ücretlerinin düşük olması nedeniyle oldukça komik kaldığını, oysa Devlet Tiyatroları’mızın Türk Dili’nin gelişmesine ve ulusal tiyatromuzun kurulmasına katkısının, ancak sağlam metinlerle sağlanabileceğini, bunun için de yazarları bu bağlamda özendirecek önlemlerin alınması gerektiğini söylerdi.

Bunun için akılcı bir mücadele verdiğinin tanığı olmuşumdur. Bürokrasinin ne büyük engeller çıkarttığını bilen biri olarak bunu başaramayacağı konusundaki olumsuz düşüncemi de yerle bir etmekte gecikmedi ve bunu sağladı. Gene en büyük hedeflerinden biri de Devlet Tiyatroları’mızı tüm yurda yaymak ve belli kentlerde müdürlükler oluşturarak bu yaygınlaşmayı sağlamaktı.

Nitekim birçok bölge tiyatrosu Kuruç dönemlerinde gerçekleştirilmiştir. Kuruç dönemlerinde Devlet Tiyatroları repertuarının nasıl oluşturulduğu konusunda da birkaç örnek vermek gerekirse, düzey ve gündem başta olmak üzere birçok unsurun gözetildiğini görürüz. Bu konuda göze çarpan ilk özellik oyun metinlerinin kesinlikle başarılı olmasıdır. Hatır gönül meselesi kesinlikle Kuruç’u etkilememiştir. Bu özellikleri taşıyan oyun metinleri, sayısal kısıtlamaya asla itibar edilmeden yer almıştır repertuarlarda. ‘Bir yazardan bir oyun’ yanlışlığına asla düşmemiş “Birileri ne der?” korkusundan uzak durmayı bilmiştir. Yani düzeyi yakalayan oyun sayısı bir yazar için sayısal endişelerden uzak anlayışla seçilebilmiştir aynı sezonda. Buradaki mantığı da “Asıl eşitsizlik budur. Her yazarı eşitlemeye çalışmak en büyük yanlıştır ve başarılı oyunlar yazılmasının en büyük engelidir” demiştir Kuruç her zaman.

O’nun yönetim ve tiyatro anlayışını buna benzer sayısız örneklerle çoğaltabiliriz. Bizim bilmediğimiz diğer örnekleriyse özellikle onun başarılı müdürlerinin yazıya dökmesinde yarar görüyorum. Bu örnekleri genç kuşakların bilmesinde/öğrenmesinde sayısız yararlar olacaktır.

İşte böylesine değerli bir sanatçı için 29 Nisan 2010 günü Ankara’da Hacettepe Üniversitesi Tiyatro Ana Sanat Dalı Başkanı Doç. Dr. Füsun Balkaya, 50’nci yıl kutlamasını gerçekleştirdi. Yurt dışında olması nedeniyle ‘Dört başı mamur Kuruç’ başlığıyla yazılı görüşlerini ileten Sevgili Talat Halman’ın değerlendirmeleri tek kelimeyle ‘harikaydı’. O kadar etkilendim ki, bu yazımın konu başlığı yaptım onun mesaj başlığını… Bundan daha güzel nasıl tanımlanabilirdi ki Bozkurt Kuruç? Bu güzel günü tamamen kendi özverisiyle bize yaşattığı için Füsun Balkaya’yı yürekten kutluyorum. İyi ki varsın Bozkurt Kuruç, iyi ki tanıdım seni ‘Dört başı mamur Kuruç!’

(Kaynak: BİRGün)


***


Ayrıca bakınız:


ALİ ŞİMŞEK'İN KÜLTÜR-SANAT EDİTÖRÜ OLDUĞU BİRGün GAZETESİ TARAFINDAN SANSÜRLENEN HİLMİ BULUNMAZ'IN YAZISINI MUTLAKA, AMA MUTLAKA OKUYUNUZ, OKUTUNUZ!!!

Feridun Çetinkaya, BİRGün'ü değerlendiriyor!

LİNÇÇİ Yrd. Doç. Dr. Adnan Tönel, sosyalist yayın yaptığını sezdiren BİRGün'de, kendisine ekmek veren YENİ YÜZYIL ÜNİVERSİTESİ'nin reklamını yapıyor!

LİNÇÇİ Ömer F. Kurhan'ı dramaturg olarak besleyen BİRGün gazetesi yazarı Nedim Saban, Hatay'ın bir ilçesi olan Dörtyol'u Mersin'in bir ilçesi sanıyor!

Gazetecilik, iletişim, kültürel incelemeler, diyalektik imge, görsel kültür-sanat tarihi derslerinde incelenmesi gereken çok somut bir sansür vakıası!

Türkiye tiyatrosunu hızla, hem de şimşek hızıyla kirleten Mustafa Şükrü Demirkanlı komutasındaki LİNÇÇİLER, şimdi de Aziz Nesin'in adını kirletiyorlar

Onur Caymaz, LİNÇÇİ M. Ş. Demirkanlı'yı destekleyen Kültür Bakanı Ertuğrul Günay'ın da üyesi olduğu, AKP'nin "ANAYASA ÇORBASI"ndaki sineği gösteriyor!


***


"Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat İçin Vakıf'ın (TAKSAV) 12 Mart Faşizmi Kültür Bakanı Talât Sait Halman’a verdiği 'Emek Ödülü' haber linkleri"

TAKSAV'ın, 12 Mart Faşizmi Kültür Bakanı Halman'a "Emek Ödülü" vermesine karşı çıktığımızda bize teşekkür etme inceliğini gösteren E. Timur'un haberi!

Doğal tiyatral gündemleri yapay gündemler oluşturarak hiçimsemeye çalışan LİNÇÇİ Kurhan, nerede antifaşist bir durum oluşursa, orayı karalamak istiyor


***


LİNÇÇİ Ertuğrul Timur, öznesiz tümce kuruyor!

Yalan makinesi ve küfürbaz Mustafa Demirkanlı'nın sözde küfre karşı kampanyasına alet olanların imzaladıkları metni ve alet olanları teşhir ediyoruz!

Linç imzacıları listesi

16 Kasım 2011 Çarşamba

LİNÇÇİ Ömer F. Kurhan, Türkiye'nin tiyatral Kenan Evren'i, iftiracı ve LİNÇÇİ Prof. Dr. Özdemir Nutku'nun "Theope" için attığı iftirayı kuramlaştırdı!

Ömer F. Kurhan: İkinci bir “Theope” Var mı? Evet, İkinci Bir Theope Var



“Theope” oyununun yazarı Coşkun Büktel, “Theope” üzerinden yürüttüğü kavgasını her zeminde ve her koşulda tiyatro insanlarını aşağılayarak sürdürdü.


2005 yılından bu yana da Sayın Prof. Özdemir Nutku’yu mesnetsiz bir biçimde “iftiracı” olarak tanıtmaya, sözde oyununun sahnelenmesini Sayın Nutku’nun engellediğini kabul ettirmeye çalıştı, oysa oyunu Devlet Tiyatroları Edebi Kurulu’ndan geçtiğinde, Sayın Nutku Edebi Kurul Başkanıydı.

Yayın Yönetmenliğini Erbil Göktaş’ın yürüttüğü Yeni Tiyatro Dergisi’nde, H. Hilmi Bulunmaz imzasıyla bir yazı yayımlandı ve bu yazıda da yaklaşık yüz defa Sayın Nutku’ya “İftiracı” sıfatı kullanıldı, bu savı Ömer F. Kurhan yaptığı araştırmayla çürüttü ve Sayın Nutku’ya yönelik “iftiraların” dayanaksızlığını ortaya koydu, bu yazının da Yeni Tiyatro Dergisi’nde yayımlanması gerekirdi, ancak Sayın Göktaş, aşağıda okuyacağınız yazıyı Hakem Kurulu’nun reddettiği, yani bilimsel olmadığı gerekçesiyle yayımlamadı. Sayın Nutku’ya mesnetsiz olarak sadece bir yazıda yüzün üzerinde“iftiracı” suçlaması yapılması, böyle bir yazının ise bilimsel olarak sunulması, sadece Sayın Nutku’ya yapılan bir haksızlık değil, bilime, gazeteciliğe dahası gerçeklere karşı bir haksızlıktı. Bu noktada Sayın Özdemir Nutku’yu, deyim yerindeyse, kurda kuşa yem etmeme kararlığında olan ve bu kararlılığın görevi olduğu bilincinde olan Tiyatro... Tiyatro... Dergisi olarak biz yayımlıyoruz, umarız muhataplar artık Sayın Nutku’dan özür diler ve aynı saldırgan üslubu kullanmazlar.

2005 yılında, Devlet Tiyatroları Koordinasyon Toplantısı’nda, Özdemir Nutku bir iddiayı dile getirdi. 16. yüzyılda yazılmış Coşkun Büktel’in “Theope” oyunuyla aynı adı taşıyan bir oyunun olduğunu, bu iki eserin karşılaştırılmasını, varsa benzerliklere bakılmasını ve bunu Fransız filolojisinden ya da Fransızca bilen kişilerin yapması gerektiğini söyledi.[i]

Özdemir Nutku’nun ikinci bir “Theope”nin var olduğu iddiasını ortaya attığını, aynı toplantıya katılan ve “Theope” gibi önemli bir oyunun Devlet Tiyatroları’nda oynanmamış olmasını eksiklik olarak gördüğünü ifade eden Şahin Ergüney ifşa etti.[ii] Bunun üzerine, Coşkun Büktel şiddetli bir itiraz geliştirdi ve böyle bir eser varsa gösterilmesini, kendi yaptıkları araştırmadan böyle bir sonuç çıkmadığını söyledi:

“… tüm uğraşlarımıza karşın, ne benim ‘Theope’me benzeyen ikinci bir ‘Theope’yi, ne de hatta benim “Theope”me benzemeyen ikinci bir ‘Theope’yi saptayabildik. ‘Theope’ adlı ikinci bir oyunun var olduğunu hiç sanmıyoruz. Böyle bir oyun varsa bile, bu oyunun ya benim ‘Theope’mden sonra yazılmış olması gerektiğini, ya da benim ‘Theope’mle arasında en küçük bir benzerlik bile bulunamayacağını kesinlikle biliyoruz.”[iii]

Bildiğim kadarıyla, Coşkun Büktel’in itirazına Özdemir Nutku’nun verdiği tek yazılı yanıt var. Bu yanıtta, eski belgeleri karıştırırken 17. yüzyılda yaşamış ikinci sınıf bir yazarın “Theope” adlı bir oyununa rastladığını söylüyor. Ayrıca ekliyor: “Metni görmedim… Metni görseydim bile, Fransızca bilmediğim için oyunu okuma olanağı bulamayacaktım.”[iv]

Tabii ki Coşkun Büktel bu yanıttan tatmin olmuyor ve ikinci bir “Theope” varsa ortaya çıkarılmasını, aksi takdirde Özdemir Nutku’nun ahlâken de sorgulanmasının kaçınılmaz olduğunu söylüyor. Bu noktadan sonra, benim “Büktel-Nutku İhtilafı” dediğim olay meydana geliyor. Bu ihtilaf temelde iki unsuru içeriyor: Birincisi, Özdemir Nutku’nun şu ya da bu nedenle “Theope”nin Devlet Tiyatroları’nda oynanmasını engelleme çabası içinde olup olmadığı; ikincisi ise, komplocu bir tutum geliştireceğim derken ikinci bir “Theope”yi yoktan var edip etmediği. Dikkat edilecek olursa, ikinci unsur etik bir sorunsallaştırmanın ötesinde akademik-bilimsel bir sorgulamayı gerektiriyor.

Bu ihtilafa ilgi duymamın nedeni, başka bir vesileyle başlayan ve Büktel’le yaşadığımız bir tartışma. Tartışmamız haksızlıklar karşısında vicdani kanaat ve tavır oluşturmanın mantığı ve yöntemi ile ilgili; isteyen bu tartışmanın belgelerini İATP-G, Oyun ve Büktel’in şahsi sitelerinde bulabilir. Bu yazıda, bu tartışma sırasında dile getirdiğim ayrıntı bir bilgiyi gündeme getirmek istiyorum: İkinci bir “Theope” var mı bilemem, ama 18. yüzyılda Fransız bir yazarın yazdığı bir roman var ve romandaki kadın kahramanın adı Théophé.

Son yıllarda tiyatro tarihi alanında çalışmalara yoğunlaşan Fırat Güllü, akademik bir ayrıntı olarak değerlendirdiğim bu bilginin “İkinci bir ‘Theope’ var mı?”, “Varsa iki eser arasında benzerlikler ne düzeyde?”, “Yoksa Özdemir Nutku ikinci bir ‘Theope’yi yoktan mı var etti?” sorularına ışık tutabileceğini ve bu şekilde belirsizlik üzerine inşa edilen söylenti ve suçlamaların sona erdirilebileceğini söyledi.

Fırat Güllü’nün uyarısı üzerine, Büktel-Nutku ihtilafının ahlâki sorunsallaştırma açısından belirleyici olmadığını düşündüğüm ikinci unsuruna açıklık getirmenin önemli olduğunu düşünerek bu yazıyı yazma ihtiyacı duydum. Açıklık getirilmesi gereken konu, ikinci bir “Theope”nin var olup olmadığı, varsa iki eser arasında bir benzerlik, daha doğrusu güçlü bir benzerlik ilişkisinin olup olmadığıdır. Böylece, belirsiz bir şekilde “Theope” üzerine düşürülen bir soru işaretinin önyargı ve kestirme sonuçlarla değil ama bilimsel araştırma mantığıyla ortadan kaldırılması mümkündür diye düşündüm.

Öncelikle belirtilmesi gereken, Özdemir Nutku’nun ikinci “Theope” hakkında verdiği bilgilerin çelişkili olduğu ve belirsizlikler içerdiğidir: Devlet Tiyatroları Koordinasyon Toplantısı’nda, eski “Theope”nin Fransız yazarının 16. yüzyılda yaşadığını söylerken, Büktel’e verdiği yazılı yanıtında 17. yüzyılda yaşadığını söylemiştir. Ayrıca yazarın adını vermemiştir. Dolayısıyla şu ya da bu düzeyde bilimsel bir kesinlik iddiasında bulunmadığını söyleyebiliriz.

Öte yandan, Özdemir Nutku’nun söylediklerinden kalkarak, ikinci bir “Theope”yi yoktan var etmediği ama en fazla “duyum” değerinde bir bilgiye sahip olduğu izlenimi edindiğimi belirtmeliyim. Dolayısıyla, ortada sadece bir Büktel-Nutku ihtilafının olmadığını, ihtilafın ikinci unsuru ile ilgili olarak bir Büktel-Kurhan ihtilafının da meydana geldiğini kabul etmem gerekiyor. Büktel ve yakın arkadaş çevresinin iddiasına göre, Özdemir Nutku’nun ikinci “Theope”nin varlığını uydurduğunu kabul etmemiz gerekmektedir; en azından yaptıkları araştırma bunu göstermektedir.

Buna karşılık, her ne kadar çelişki ve belirsizlikler içerse de, ortaya atılan ikinci “Theope” konusunu ciddiye almamın nedeni, bir yönüyle Özdemir Nutku’nun az çok bildiğim akademik kariyeridir. Başka bir deyişle, Özdemir Nutku’nun yoktan var etme derecesinde kasıtlı bir eylem gerçekleştirmediğini düşündüğümü söyleyebilirim. Fakat ikinci bir “Theope”nin olabileceği konusunda bir kanıya sahip olmamın asıl nedeni, çelişki ve belirsizlikler içeren bir duyumun bazen önemli ipuçları verebileceğine inanmamdır. Bir duyum doğası gereği kesin bilgiler içermez, yanlışlar da içerebilir ama gerçeğe işaret eden bazı ipuçları vermesi ihtimal dahilindedir.

Büktel ve yakın arkadaş çevresinin ikinci bir “Theope”nin izine rastlamadıkları yolundaki açıklamaları benim için tatmin edici değildi; açıkçası, Fransızca’yı dikkate almayan yanlış bir tarama yapmış olabileceklerini düşünmüştüm. Nitekim ben taramayı “Theope” değil de “Théophé” diye yaptığımda, karşıma bir bilgi çıkmıştı. Bu bilgiye göre, 1697-1763 yılları arasında yaşamış Antoine-François Prévost’un yazdığı eserler arasında, “Histoire d’une Grecque Moderne” (Modern Yunanlı Bir Kadının Hikâyesi) adlı roman da bulunuyor ve romanın kadın kahramanı “Théophé” adını taşıyordu. Böylece ikinci bir Théophé’nin olduğunu ama bu Théophé’nin bir oyunun adı olmadığını, Prévost’un bir romanındaki kadın kahraman olduğu sonucuna ulaştım. Théophé, Prévost’un eserine verdiği adda mevcuttur ama “Théophé” olarak değil, “Yunanlı Bir Kadın” olarak.

Netleştirilmesi gereken ikinci nokta, Büktel’in oyunu ile Prévost’un romanı arasında bir benzerlik olup olmadığıdır. Elbette benzerlik derken iki eserin de kahramanının benzer adlar taşıması, cinsiyetlerinin kadın olması, eserlerin adında mevcut olmaları gibi benzerlikleri kast etmiyoruz. Bu tür benzerliklerle karşılaşmak her zaman mümkündür. Asıl sorgulanması gereken, Büktel’in “Theope”yi yazarken Prévost’un eserini kendisine bir şekilde dayanak yapıp yapmadığıdır. Bunu anlamak için de, iki eserin hikâyesini kısaca özetlemek faydalı olacaktır:

"Modern Yunanlı bir Kadının Hikâyesi"

Romanın anlatıcı-kahramanı Fransız diplomat, Osmanlı Türkiyesi’nde, İstanbul’da bir haremde köle hayatı süren genç Théophé’nin kurtulmalığını ödeyerek onu himayesi altına alır. En önemlisi, Fransız dilini ve okumayı öğreterek onu asimile etmeyi, Batı ahlâkına kazanmayı amaçlar. Asimilasyon oldukça başarılı görünür: Théophé en zorlu eserleri dahi okuma ve kavrama gücüne erişir. Fakat Théophé’nin yüksek bir bilinçle edinmiş olduğu Batılı ahlâk değerleri, Fransız diplomat açısından hiç beklemediği bir sonuca yol açar: Kadın kahraman, köle hayatı sürerken yaşadığı bayağılıklara tamamen sırt çevirip özerklik de talep eden erdemli bir hayat sürmeye karar verir. Fransız diplomatın erotik arzularına yanıt vermeyi reddeder; çok değerli hediyelerini ve hatta evlenme teklifini geri çevirir. Erotik aşk ile ahlâki erdemin yarattığı paradoksla karşı karşıya kalan Fransız diplomat adeta tuzağa düşmüştür. Bir yandan Théophé’ye hayranlık beslerken, diğer yandan onu şiddetle arzulamayı sürdürür. Théophé’nin etrafında pervane olan erkekleri gördükçe, aldatılıp aldatılmadığı şüphesi içini kemirir; kıskançlığı büyüdükçe büyür. Théophé gerçekten bir erdem abidesine mi dönüşmüştür, yoksa eskiden olduğu gibi bir sapkın mıdır? Roman bittiğinde anlatıcı-kahraman bu soruya kesin bir yanıt veremez. Théophé’nin gerçekte nasıl bir kadın olduğu sır olarak kalır.[v]

"Theope"

Eteokles, hüküm sürdüğü Thebai’ye demokratik bir düzen getirmiştir. Fakat anlaşmazlığa düştüğü kardeşi Polyneikes Argoslularla birleşerek iktidarı ele geçirmek üzere Thebai’yi kuşatır. Halk hastalık, açlık ve kentin üzerine yağan ateş topları nedeniyle kırılmaktadır. Buna rağmen Eteokles, yardımcısı Kreon’un talep ettiği zorunlu askerlik hizmetinin anti-demokratik ya da veba hastalığı nedeniyle ölüleri yakma işleminin tanrılara saygısızlık olduğunu düşünmektedir. Öte yandan, din ile devlet işlerini ayırma konusunda geri adım atarak, kör kâhin Teiresias’a başvurma ihtiyacı duyar. Böylece Teiresias, Thebai’nin politik sahnesine yeniden güçlü bir şekilde çıkar. Kör kâhinin şaşırtıcı bir kehaneti vardır: Çömezi dahil herkesin gıpta ettiği Kreon’un oğlu ve büyük heykel sanatçısı Menoikeus’un Thebai’nin kurtuluşu için kendisini feda etmesi gerekmektedir. Bu sırada Menokieus, zamanında köle pazarından satın aldığı, ama taparcasına sevdiği, kaçırıldığı için uzak düştüğü, yıllar sonra tekrar bulduğu Theope’nin bir heykelini yapmaktadır. Theope’ye karşı duyduğu cinsel arzuyu tatmin etmeyi de ertelemiş ve kendisini bu heykelin yapımına adamıştır. Dışarıda süren savaşın tarafı olmayı reddetmektedir. Üzerindeki halk baskısına rağmen kör kâhinin kehanetini gerçekleştirmeyi reddederek tanrılara isyan eder. Trajik sonu, Theope’ye yansıttığı ve heykelinde kalıcı hale getirmek istediği tanrıça imgesinin bir yanılsama olduğunu anlamasıyla gerçekleşir. Aslında Theope, kendisini kaçırılmış gibi gösterip yedi yıl boyunca Polyneikes’le yaşamıştır. Bunu öğrendiğinde, Menoikeus kendini surlardan aşağı atar. Kör kâhin Teiresias’ın kehaneti gerçekleşmiş görünür. Fakat çömezi bütün olan bitenlerin iktidar oyunu olduğunu anlamıştır. Menoikeus’un izinde ama ondan daha fazla yol kat etmek üzere ustasını terk etmeye karar verir.

İki hikâye karşılaştırıldığında, daha önce belirttiğim gibi, çeşitli benzerliklerin kurulması mümkündür. Theope ve Théophé’nin isim benzerliği ve köle geçmişlerinin ötesinde, her iki kahramanın da jestleri erdem ve aşk bakımından sorunsallaştırılmaktadır. Bu durumda, Büktel’in en fazla Prévost’un romanından esinlendiği ve oradaki bazı unsurları başka bir bağlamda yeniden işlediği iddia edilebilir • ki bu da bir yerde anlamsız olacaktır. Çünkü Büktel’in “Theope”yi yazarken bilinçli olarak ve aynı zamanda Prévost’un romanından esinlendiğine dair bir beyanatı olmadığı gibi, başka bir Théophé’yi hiç tanımadığını vurgulamıştır.

İki eseri birbirine benzer kılan asıl buluşma noktasını tahmin etmek zor değildir: Her ikisinin de meşhur Pygmalion mitosuna referansla şekillenmesidir. Pygmalion, asosyallik derecesinde kendisini sanatına adayan, yaptığı fildişinden kadın heykele âşık olan yaratıcıdır. Tıpkı yarattığı heykel gibi bir eşe sahip olmak ister. Aphrodite onu kırmaz ve heykele can verir. Böylece Pygmalion topluma karışarak mutlu bir hayat sürer.

Bu mitos pek çok esere esin kaynağı olmuş ve yeniden ele alınmıştır. Prévost’un romanında eğitim yoluyla dönüştürülen Théophé anlatıcı-kahramanın yaratımıdır; haremden kurtardığı kadın ise bu yaratımın malzemesidir. Bu anlamda, Pygmalion mitosuna referansla yazılan pek çok eser arasında “Histoire d’une Grecque Moderne”e de yer verilmesi bir rastlantı değildir.[vi] Büktel’in “Theope”si ise doğrudan Pygmalion mitine referansla şekillenmiştir.

Aristocu dramaturjiyi temel alacaksak -ki benim tavrım bu yöndedir- iki eser arasında benzerliğin güçlü yanlar içerip içermediğini olay örgülerine ve hikâyelere bakarak tespit etmemiz gerekir. İsim, nitelik, tema ve hatta sorunsallaştırma açısından, iki eser arasında güçlü bir benzerlik iddiası ortaya atmak spekülatif ve anlamsızdır. Özetlerden anlaşılabileceği gibi, Büktel’in somut olay örgüsü ya da hikâye bakımından Prévost’un romanıyla bir alışverişi olmamıştır. Bununla birlikte, Özdemir Nutku’nun iki eser arasında karşılaştırma yapılması ve varsa benzerliklerin tespit edilmesi önerisinin yanlış olduğu söylenemez. Gerçekten de çeşitli benzerlikler vardır; fakat basit bir karşılaştırma yapıldığında bu benzerliklerin “Theope”nin özgünlüğü bakımından önem taşımadığı görülmektedir.

Son olarak, bu yazının Coşkun Büktel ve yakın arkadaş çevresinin ikinci “Theope” konusunda ilgilenen kamuoyunu yanılttığını ve araştırma zaafı içinde olduklarını gösterdiğini belirtmek gerekir. Tiyatro alanındaki tartışmalar, özellikle “iftira” düzeyinde etik suçlamalarda bulunurken oldukça dikkatli yürütülmelidir. Bilimsel önermelerden hareketle ahlâki yargılara ulaşılmaz; fakat ahlâki yargılar sadece etik ölçülerle değil, olguları gün ışığına çıkaracak bilimsel önermelerle de desteklenmelidir. Bu anlamda, İkinci “Theope” iddiasının değil, Coşkun Büktel ve yakın arkadaş çevresinin kurguladıkları şekliyle “Büktel-Nutku İhtilafı”nın bilimsel dayanaktan yoksun olduğu sonucuna ulaşmak zor değildir.

EK: Yukardaki yazının kısa versiyonu internette dolaşıma girdikten çok sonra, Tiyatro... Tiyatro... Dergisi yayın yönetmeni Mustafa Demirkanlı, Coşkun Büktel’in Taraf Gazetesi’nde Théophé’nin varlığını kanıtlayan açıklamalarıma rağmen şu sözleri ettiğine dikkatimi çekti: “…yerli yabancı tüm ansiklopedik kaynaklar ve Google, Nutku’nun yukarıda aktardığımız‘Fransızca’da 16. yüzyılda yazılmış Theope diye bir oyun var,’ iddiasını yalanlıyor: Ne Fransa, ne başka yerde; ne 16. Yüzyıl, ne de başka yüzyılda, Coşkun Büktel’in “Theope”sinden başka, “Theope” adlı bir oyun (ya da roman, hikâye, opera, bale, vb) yok.”[vii]

Bu durumda Büktel retoriğinin önemli bir özelliğine değinmekte fayda var: Mantıksızlık ve yeri geldiğinde olguları hiçe saymak. Mantıksızlığı şundandır: Özdemir Nutku’nun kesinlik içermeyen ve araştırılsın dediği olgusal önermeleri kesinlik içeren bir önerme gibi okumak ve okurdan da böyle okunmasını talep etmek. Nesnel olguları hiçe saymaktadır çünkü kesinlik içermediği belli bir önermenin kesinlik içerdiğini ve ikinci Theope konusunun araştırılmasını Fransızca bilenlere havale eden, yani bu konuda kendisini yetkili kılmayan Özdemir Nutku’nun kendisini bir otorite gibi dayattığını savunmaktadır. En önemlisi, “ipucu” ya da “duyum”dan başlayarak kendisi açısından istenmeyen sonuçlara ulaşılabileceği fikrine kabul etme olgunluğuna sahip değildir.
Büktel ikinci Théophé’nin varlığını öğrendikten sonra bile niçin hâlâ iftiraya uğradığında ısrar ediyor? İşte bu artık bilimsel değil, etik olarak sorunsallaştırılması gereken bir jeste tekabül eder. Bu sorunsallaştırma yapıldığında ise, “iftira” suçlamasının aynen kendisine iadesi gibi bir sonucun doğması ne yazık ki kaçınılmaz görünmektedir.

[i] Bu toplantıda Özdemir Nutku’nun tam olarak ne söylediğinin anlaşılmasını sağlayacak işitsel-görsel bir kayıt internet ortamında mevcuttur. Bu kaydı izlemek için “http://www.coskunbuktel.com/buktelnihayet.htm” adresi ziyaret edilebilir. Bu kayda göre, ikinci bir “Theope” konusunda Özdemir Nutku’nun şu sözleri sarf ettiği görülmektedir: “… Hiçbir şeyle itham etmiyorum. Fransızca’da 16. yüzyılda yazılmış “Theope” diye bir oyun var. Özellikle Fransızca filolojinden ve Fransız dilini bilenler onu biraz şey etmeliler, yani bir bakmalılar. Aradaki benzerliği görmek için …”

[ii] Şahin Ergüney’in ifşaatı hakkında bkz. http://www.coskunbuktel.com/erguneynutku001005.htm

[iii] Coşkun Büktel’in değerlendirmesi için bkz. http://www.coskunbuktel.com/buktelnutku000905.htm

[iv] Özdemir Nutku’nun yanıtı için bkz. http://www.tiyatrokeyfi.com/gorusler/nutku.html

[v] Bu hikâye özetini internet ortamında çeşitli kaynaklara bakarak derledim. Merak edenler, örneğin Google arama motorunda “Théophé” kelimesini yazarak birçok kaynağa ulaşabilirler. Daha kapsamlı bir inceleme yapmak isteyenler ise, Google kitaplığından “Histoire D’une Grecque Moderne”in 1810 yılı baskısının dijital kopyasını edinebilirler. Kitabı indirmek için: http://books.google.com.tr/books?id=s5YGAAAAQAAJ

[vi] Pygmalion mitosuna referansla yazılan eserler hakkında Lethée Hurtebise’in “Galatée, un mythe d’ombre… éternellement” adlı kısa makalesine bakılabilir: http://lethee.over-blog.com/article-5765437.html

[vii] Coşkun Büktel, “Belgeleri görmek bile istemiyorlar”, 11 Mayıs 2009, Taraf, ayrıca bkz. http://www.taraf.com.tr/haber/33491.htm

Kaynak:: Tiyatro… Tiyatro… Dergisi, Sayı 202, Haziran 2009

17 Aralık 2010 Cuma

Aylık geliri 20.000,00 TL olan Coşkun Büktel "gelir vergisi"ni veriyor mu?


EK-D



T.C.
İSTANBUL
CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI
BASIN BÜROSU


Soruşturma No: 2010/45333




SORGULAMA TUTANAĞI
(Şüpheli İçin)

İFADE VERENİN:

T.C. Kimlik Numarası: 43243302258
Adı ve Soyadı: COŞKUN BÜKTEL
Baba ve Ana Adı: HASAN - FATMA
Doğum Yeri ve Tarihi: İZMİR - 22/12/1950
İkametgah Yahut Mesken Adresi: Çukurlu Çeşme Sok 6/4 Beyoğlu / İSTANBUL
Varsa Telefonu (Ev-İş-Cep-İrtibat): 252 94 82
Mesleği, Ekonomik Durumu: Yazar, 20.000,00 TL
Medeni Hali, Çocuk Sayısı: Boşanmış, bir çocuk
İfadenin Alındığı Yer: Savcılık Basın Bürosu

İfade verene yüklenen suç anlatıldı, müdafi seçme hakkının bulunduğu ve onun hukuki yardımından yararlanabileceği, müdafiin ifade alma sırasında hazır bulunabileceği, müdafi seçecek durumda değilse ve bir müdafi yardımından yararlanmak istediği takdirde kendisine baro tarafından bir müdafi görevlendirilebileceği, yakınlarından istediğine yakalandığının derhal birdirileceği, isnat edilen suç hakkında açıklamada bulunmamasının kanuni hakkı olduğu, şüpheden kurtulması için somut delillerinin toplanmasını isteyebileceği kendisine hatırlatılıp açıklandı. Savunmamı kendim yapacağım dedi.


SORULDU:


www.coskunbuktel.com isimli site bana aittir, yöneticisi de benim. Hâlen yukarıdaki adreste yayın faaliyetine devam etmektedir. Üniversite yıllarımdan bu yana edebiyat ve tiyatro eserleri yazıyorum. İlk yazım, 1979'da bir dergide yayınlandı. Bir süre FOX TV'de yayınlanan "Arka Sıradakiler" dizisinin senaryo doktorluğunu yaptım. Tiyatro camiası, beni eserlerim nedeniyle yakından tanımaktadır.


1990 yılında İstanbul Şehir Tiyatroları Harbiye Sahnesi'nde "Theope" isimli oyunum sergilendi. 1993 yılında da, Taş Kitaplar Yayınevi tarafından yayınlandı. Kitabın kapağında görüleceği gibi Türk Tiyatrosu'nun önemli isimleri olan Seçkin Selvi, Memet Baydur, Cüneyt Türel, Cihan Ünal övgüyle söz edip, hayranlıklarını dile getirmişlerdir. Bu kitabım 2007 yılında Çitlembik Yayınları'nca basılmış, Selçuk Erez, Acar Burak Bengi, Nazlı Ilıcak, Hamdi Alkan, Birol Güven, Hasan Ali Topbaş, bir yazar için gurur duyulacak övgülerini belirtmişlerdir.


2005 yılında Ankara'daki Devlet Tiyatroları'nın Koordinasyon Toplantısı'nda Edebi Kurul Başkanı Prof. Dr. Özdemir Nutku, Devlet Tiyatroları Disiplin Kurulu Temsilcisi Şahin Ergüney'in "Theope'nin 1990 yılında repertuara alındığı halde, 15 yıldır Devlet Tiyatroları'nda neden sergilenmediği" sorusuna, "Kimseyi itham etmek istemiyorum, ama Fransızca'da 16. Yüzyıl'da yazılmış Theope adlı bir oyun vardır. Fransızca bilenlerin özellikle Fransız filolojisinde okuyanlar bu oyuna bir bakmalılar, aradaki benzerlikleri görmek için" şeklinde cevap vermiş ve bu Devlet Tiyatroları'nın 3 gün süren toplantı kayıtlarına girmiş. Daha sonra ben, bu kaydı da izleyerek, Özdemir Nutku'nun konuşmasına bizzât şahit oldum. Bu itham, benim için oldukça suçlayıcı ve onur kırıcı olduğundan, Internet ortamında kibar bir üslupla Özdemir Nutku'yu kaynağını göstermeye, gösteremediği takdirde özür dilemeye davet ettim. Bu yazım Berfin Bahar Dergisi'nde de yayınlandı. Özdemir Nutku, tiyatrokeyfi.com isimli sitede sözlerini yalanladı; "Şahin Ergüney size yanlış nakletmiş. Ben, eski belgeleri karıştırırken, 17. Yüzyıl'da Fransa'da yazılmış 'Theope' adlı bir oyunun belgesini gördüğümü söyledim. Ayrıca, sizin oyununuzun orijinal olduğundan emin olduğumu belirttim" şeklinde, eski sözlerini yalanlamaya çalışmıştır.


Benim, Özdemir Nutku'ya karşı yazılarım üzerine tiyatro camiasında bana karşı bir cephe oluştu. Mustafa Şükrü Demirkanlı da, bunların arasındadır. Devlet Tiyatroları ve Şehir Tiyatroları'ndan reklâm alarak yayınını sürdüren "Tiyatro... Tiyatro..." isimli dergisinde, Internet ortamında sahte isimler arasında "Burak Caney" müstear isimli kişi de bulunmaktadır. "Burak Caney" adını kullanan kişi beni dansöz kıyafetiyle resimlemiştir. İki yüz sayfaya yakın hakaret dolu yazıları da yazmıştır. Müşteki, Burak Caney'e teşekkür edip, desteklemiş, reklâmını yapmıştır. Ayrıca, kendisine ait www.tiyatrodergisi.com.tr isimli sitede, beni, Nazi amblemiyle resimlemiş ve yayınlamıştır.


1000'e yakın kişinin oluşturduğu linç kampanyası, Hilmi Bulunmaz isimli kişinin yazılarını bana mal etmiştir. Halbuki ben, Hilmi Bulunmaz'ı da "Çanak ve Köpek" yorumları nedeniyle eleştirdim. Müşteki bu linç kampanyasına dergisinde yer vermiş, beni ve Hilmi'yi, Özdemir Nutku'yu karalamakla, iftira etmekle suçlamış, ikimizi de aynı kefeye koymuştur. Şikâyet dilekçesi ekinde sundukları bilgisayar çıktıları incelendiğinde, müştekiyi hedef almadığım, bana karşı başlatılan ve yürütülen apaçık, somut iftiraları ve genel olarak bunları üretenleri hedef aldığım görülecektir. Mustafa Demirkanlı'nın şahsına yönelik iftiracı, sahtekâr söylemini kabul ediyorum. Bunu da, bana karşı yürütülen kendisinin de aralarında bulunduğu, başrol oynadığı iftira ve linç kampanyasına karşı tepki olarak kullandım.


Ayrıca, dergisinin kapağında, binlerce kişinin görebileceği şekilde, "Evet, İkinci Bir Theope Var" şeklindeki Özdemir Nutku'nun kamera görüntüleriyle ve gerçeklerle bağdaşmayan sözlerine yer verdiğinden, mesleki ve kişisel onurum zedelendiğinden, cevap verme gereğini duydum. Bu yazıların başlamasına sebebiyet veren müştekidir. Suçlamayı kabul etmiyorum. Bana karşı yürütülen kampanyaya ilişkin bilgisayar çıktılarını da sunuyorum, ne kadar ağır bir tahrik altında olduğum görülecektir, dedi.


Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 147'nci maddesinde yazılı hususların yerine getirilmesinden sonra tutanak okunup, ifade verenle hazır bulunanlar tarafından imza altına alınmıştır. 14/12/2010


NURTEN ALTINOK 22971.....İBRAHİM ŞAHİN.....COŞKUN BÜKTEL

.....Cumhuriyet Savcısı..................Zabıt Kâtibi.....................Şüpheli

13 Mayıs 2008 Salı

Tiyatro Doçenti Erbil Göktaş, Coşkun Büktel'in yanlışlarını deşifre ediyor!


Coşkun Büktel'in ve Başkalarının Merak Ettikleri

Doç. Dr. Erbil Göktaş

(Bu yazının 1. bölümü yayınlandıktan sonra gözle görülür bir hareketlilik yaşandı. Hüseyin Hilmi Bulunmaz sitesinde çektiği filmlerde bana ve yazıya değindi. OYÇED, 30 Mart'ta "Tiyatromuzda Yazarlık Örgütlenmeleri" başlıklı bir panel düzenledi. Bu Panel'in tamamını dergimizin sayfalarında okuyabilirsiniz. OYÇED Başkanı, "Tiyatro Gazetesi"nin 6. sayısında yayınlanan söyleşisinde "açıklamalar" yaptı. O yüzden ben sadece "beni ilgilendirdiği kadarıyla" konulara değineceğim.)

Merak Edilenler 1'de yazdıklarım beni de ilgilendiren şeylerdi. Çünkü Prof. Dr. Özdemir Nutku'yu 25 yıldır tanıyorum. Nutku'nun bu kadar üzerine gidilip "İFTİRACI" diye suçlanmasına, "açıklama" yapıp durumu aydınlatmasına karşın bu kadar yıpratılmasının, şu var olduğu söylenen "zavallı Türk Tiyatrosu"nun da yıpratılması olarak gördüğümden, bunlara vicdânım ve düşüncem elvermediği için, ben de bildiklerimi, gördüklerimi söyledim. "Bilim insanı" olmama karşın burada yazdıklarım, "inceleme-araştırma" değildi ve "makale" olarak da düşünülmemişti. Ancak, "Eleştiri Çözümlemesi" başlığı altında yazdıklarımın tamamen "bilim dışı" ve "bilimsellikten yoksun" olduğunu da kimse iddia edemez, ederse de "gülünç" duruma düşer. Ben bunları sergileyip eksik noktaları vurguladığımda kimse kalkıp da "kendisini aşağıladığımı" söylemesin. "Bilim dışı" suçlamalarına karşı da 1. yazımda ileri sürdüğüm tezleri başlık hâlinde sıralamak istiyorum.

Tez 1: Coşkun Büktel'in "Theope" adlı oyununun Devlet Tiyatrolarında sahnelenmemesinin sorumlusu Prof. Dr. Özdemir Nutku değildir. Tersine, Nutku, altını çizerek yayınladığımız açıklamasında "Theope'nizin oynanması gerektiğini Kurul'da birkaç kez dile getirmiştim..." diyerek bunu belirtmektedir.

Tez 2: Özdemir Nutku, Türk Tiyatrosu'na, gerek Üniversitede Bölüm kurarak, gerek çeviri, araştırma, deneme ve başka türlerde yazarak çok büyük hizmetlerde bulunmuştur. Bir kez "yanlış" yapmış olsa bile, bu daha önce yaptığı "binlerce olumlu işin" yok sayılmasını gerektirmez. Bu hem akla, hem de vicdâna sığmayacak bir şeydir. (Kaldı ki, izlediğim CD kaydında da Nutku'nun "İFTİRA" diye nitelenen konuşmasının ben "kasıtlı" olduğunu düşünmüyorum. Çünkü izlediğim CD kaydında, Şahin Ergüney konuşmasını bitirdikten sonra Esen Çamurdan "Theope"nin yazarının tavrı yüzünden sahnelenmediği söylemiş ve Nutku, "başkan" olarak başkasına söz vermeden önce gayrı ihtiyari "Theope" diye yazılmış başka bir oyun olduğunu, Fransızca bilenlerin buna bir bakmaları gerektiğini söylemiştir. Tabii "aradaki benzerliği görmek için" sözü "kasıtlı" gibi görünmesine karşın, sonuca etki edecek bir söz olmadığından, bence "doğaçlama" konuşma sırasında "öylesine" söylenmiş, "bir bakılsın" anlamında söylenmiş bir söz olarak durmaktadır.)

Tez 3: Şahin Ergüney, yaptığı açıklamalarla "gereksiz bir polemiğin" iyice alevlenmesine yol açtığı gibi, Özdemir Nutku'yu da "töhmet" altında bırakmıştır. (CD kaydını hakkında yazdıklarımdan sonra izlediğim Ergüney'in, bu toplantıya ilk kez katılmış olmasından dolayı çektiği acemiliği ve "iyi niyetle" dile getirmek istediği sorunları toparlayamayıp "genel olarak" söz verildiği halde "özel"de takılıp kalması kamuoyunda oluşan polemiklerde de "yanlış" ve "eksik" anlaşılmasına yol açmıştır.)

Yâni Ergüney'i dikkatle izledim. Güzel bir "giriş" yapıyor, "repertuvar politikası"nın gerekliliğinden söz ediyor ama bunun nasıl olması gerektiğini açıklayacak yerde 3 tane örneğe takılıyor. Nutku da "başkan" olarak birkaç kez, "genel olarak" konuşmasını istiyor. Yeni Tiyatro Dergisi'nde yazan dostlarım aracılığıyla, Ergüney'in "iyi niyetli" bir kişi olduğu için çok kırıldığı ve "hakarete uğradığı"nı düşündüğü, yazımdan sonra bana bildirilmiştir. Ben Ergüney'e hakaret etmedim, sadece hiç tanımadığım bir kişinin söylediklerinin bana yansıdığı kadarıyla çözümlemesini ve değerlendirmesini yaptım. Çok kırılıp içerlemesine de ayrıca üzüldüm; tıpkı Nutku'nun bu kadar yıpratılmaya çalışılmasına üzüldüğüm gibi Ergüney'in de yıpranmasını istemediğim için, CD kaydında gördüklerimden ve bana ulaşan bilgilerden sonra bu konuda bir "yanlış anlaşılmayı" da düzeltmek istiyorum: Ben Ergüney'e "trak geldi" demedim, "trak da gelebilir, insanî bir durumdur" dedim. "Anlık bir unutma" da, "dil sürçmesi" de oyunların hele prömiyerlerinde sıklıkla rastlanan bir şeydir. Yâni demek istediğim "istenildikten sonra" "herkese kusur" bulunabileceğiydi. Ben bu bağlamda hiç kimsenin böyle polemiklerle yıpratılmaması gerektiğine inanıyorum. Ne Ergüney'in ne de Nutku'nun... O yüzden bu konuyu "lastik" gibi uzatmanın anlamı yok... Ama hamama giren de terliyor işte... Diyeceğim, bırakalım Özdemir hoca da, çevirilerini yapsın, yeni kitaplarını yazsın, hattâ anılarını yazsın. "Okur" olarak bundan biz kazançlı çıkarız.

Tez 4: Devlet Tiyatroları Koordinasyon Toplantısı'nda gerçekleşen yukarıdaki olaylarda, Başkan Nutku'nun ve üyelerin görevleri, "oynanacak oyunları seçmek" değil, "bölge müdürlerinin" ve "yönetmenlerin seçmesi için" havuza atmakdır, yâni repertuvara katmaktır. Büktel'in oyunu ise zâten repertuvardadır. Nutku'nun o kuruldan ayrıldıktan sonra, çok etkili bir yönetmenin Büktel'in çeviri bir oyununu sahnelemek istediği hâlde sahneleyememesi, konunun Nutku'yla hiç ilgisi olmamasının bir göstergesidir.

Tez 5: Elbette Büktel'in de oyunları sahnelenmelidir. Ama sadece Büktel'in değil, ödül aldıkları hâlde hiç oyunu sahnelenmemiş başka oyun yazarlarının da hiç olmazsa "bir oyunu" DT sahnelerinde yer almalıdır. Bu bağlamda DT yönetimine şu öneriyi yapabiliriz, yapmalıyız:

A) Devlet Tiyatroları'nda bir-iki sahne sadece "ilk oyunları oynanan yazarlar"a ayrılmalıdır. "Genç" yazarların, oyunu "genç" olanların oyunlarının oynandığı sahne, Ankara'da Şinasi, İstanbul'da AKM Oda Tiyatrosu olabilir. Kezâ İstanbul B. B. Şehir Tiyatroları'nda da aynı sistem yer almalıdır. Bunun için Kadıköy Haldun Taner Sahnesi, bunun için biçilmiş kaftandır.

B) Klasikleşmiş oyunlar ve yazarlar yerine yeni yazarlara daha fazla şans tanınmalıdır. Temcit pilavı gibi, 50 yıldır ısıtılıp ısıtılıp önümüze getirilenlerden bıktık. Bunlar ancak, farklı rejiler ve projeler olduğu zaman ele alınmalı ve sahnelenmelidir. Repertuvardaki yerleri de bu kadar ağırlıklı olmamalıdır. Bu ülke önce kendi yazarına sahip çıkmalıdır, onun oyunlarını sahnelemelidir. (OYÇED bunun mücadelesini vermek ve bunun önemini vurgulamak için Türkiyedeki tüm ödenekli tiyatroların repertuvar kurullarına "temsilci önermiş" ve bunları yazılı olarak da ilgili yerlere göndermiştir.)

C) Sadece DT ve Şehir Tiyatroları değil, ülkedeki bütün ödenekli tiyatrolar oyun seçimlerinin nedenlerini çok iyi açıklayıp hesabını verebilmelidirler. Bu, "niçin" tiyatro yaptıklarının da "yanıtı" olacaktır. Sâdece, "sevdiğim için" yanıtını verenlere de, biz şu yanıtı veririz doğal olarak: "Peki tiyatro seni seviyor mu bakalım?"... Çünkü TİYATRO, KENDİSİNE VE YAZARINA KÖTÜLÜK YAPANLARI SEVMEZ. Yâni hiç kimse VAZGEÇİLMEZ DEĞİLDİR. Bu bağlamda HERKES tiyatrodaki yerini ve konumunu SORGULAMALIDIR.

D) Repertuvar kurullarındaki "oyun seçimleri" KAMUOYUNA AÇIK olmalıdır. Sadece SONUÇLAR DEĞİL, NEDENLER DE kamuoyuna bildirilmelidir. Hele SAHNELENEN HER OYUNUN HESABI kamuoyu önünde YÖNETMENLERİ TARAFINDAN DA çok açık ve net olarak verilebilmelidir.

E) Oyun seçmenin ve sahnelemenin ÖLÇÜTLERİ olmalıdır. Bu ölçütlerin KESİNLİKLE DEMOKRATİK olması gerekmektedir. "Ben yaptım oldu", "Ya ben bu oyunu çok sevdim", "Bu yazar benim baş destekçim" anlayışları artık tarihin tozlu sayfaları arasına karışmalı ve sonsuza kadar orada kalmalıdır.

OYÇED, bunların mücadelesini verecek olan ve bu "kararı" almış olan bir dernektir. (Tabii tüzüğünden, genel kurulda alınan kararlardan bu MADDELEŞTİRMELERİ ben yaptım.) Kaldı ki, DT de tek kıstas değildir; birçok Şehir Tiyatrosu'nda ve özel tiyatrolarda da olmasa bile "prodüksiyon tiyatrosu" denen bir şey vardır. Örneğin, zengin biri -ironi yapıyorsa pek çıkmıyor- olduğunu sürekli söyleyen Hilmi Bulunmaz, Bulunmaz Kuyumculuk ya da Bulunmaz Tiyatro adına "Theope"ye yapımcı olabilir. Sevgili Hilmi, o kadar bağıracağına, kesenin ağzını biraz açsın, okul mezunu oyunculardan ve uygun olan "iyi" tiyatroculardan "cast"ı ben yapacağım.

Tez 6: Büktel, OYÇED'i eleştirebilir ama, Nutku'ya kızıp sâdece "bir olguyu" dayanak yapıp, "KÜFÜR ETMESİ" yakışıksızdır. (Daha da ötesi, kendi aleyhine yol açacak "HUKUKSAL BİR SORUN"dur. Coşkun Büktel, kendi adıyla kurduğu sitesinde yazdığı yazılarında OYÇED'e saldırmıştır ve hak etmediği sözler söylemiştir. Örneğin, "CERAÂT", "KÖPEK SÜRÜSÜ", "YARASA", "KARAFATMA", "KU KLUX KLAN", "VANDAL AKADEMİSYENLER", ve benzeri... Buna dayanak olarak da "Theope"nin sahnelenmemesine neden olduğunu savladığı Özdemir Nutku'nun, OYÇED'e önce "kurucu başkan", sonra da "onur kurulu üyesi" seçilmesini göstermiştir.)

Yâni sapla samanı birbirinden ayırmamış, elmalarla armutları ve ayvalarla şeftalileri birlikte toplamış ve "şeftalileri" ezmiştir. Sevgili Hilmi Bulunmaz da, sitesinde çektiği filmlerde sâdece bunlara takmış, yukarıdaki "tezleri" görmezden gelip, beni "bilimsel olmamakla" suçlayıp çok güldürmüştür ve benim gözümde "Şeftali Devrimi"nin önderi olmayı hâk etmiştir.

KUYUMCU MEDDAH HİLMİ ÇELEBİ'YLE "ŞEFTALİ DEVRİMİ"

Öncelikle "Kuyumcu" sözcüğünü kullanmadan başlığı atmıştım, ancak sevgili Meddahımızın, "Kutulaştırma" oyununda Coşkun Irmak tarafından tanıştırılmamızdan sonra "o süreci" irdeleyen konuşmalarında sürekli "burjuva" olduğunu, parası olduğunu söylemesi tersinleme yapıyorsa pek çıkmıyor ve Çankaya Belediyesi'nin "yol ve konaklama" giderlerini karşılamasına şiddetle karşı çıkıp "SOSYALİSTLİĞİNİ" de vurgulaması karşısında, ben de var olan bu gerçeği vurgulamasının ötesinde çok severek anlattığını görünce "bir saptama" olarak başlığa "Kuyumcu" ibâresini eklemek zorunda kaldım. (Ne yapalım, herkes "ticaret"le uğraşmadığı için "kısıtlı" bir bütçesi var. Hele oraya gelen arkadaşımız da bir öğrenciydi. Çankaya Belediyesi giderleri karşılamasaydı, değil oraya gelmesi, havaalanına bile gitmesi söz konusu olamazdı. O yüzden ben, Çankaya Belediyesi'ni ve bu tür etkinlikleri düzenleyenleri kutluyor, teşekkür ediyorum. Yaptığınız doğrudur, kim ne derse desin sanata, tiyatroya yapılan yatırımlar, "boşa" yapılan yatırımlar değildir. Ama "parası olanların" kendi cebinden gitmesi de "güzel bir davranış"tır.)

Ayrıca, oyundan sonra kendisinin "acı biberle işkembe çorbası" içip benim "şirden ve tuzlamayı da karıştırmamı" ballandırarak anlatması karşısında neredeyse öleyazdım. Dedim ki kendime, bir önceki konuşmasında, "ezilen şeftalilerin birliğinden" söz etti, şimdi de lâfı "işkembe, şirden ve tuzlamanın kardeşliğine" getirecek; neyse ki korktuğum olmadı. Bu Meddah beni gülmekten öldürecek!...

Ama hakkını da yemeyelim: Devlet Tiyatroları'ndan ve Şehir Tiyatroları'ndan "diğer tiyatro dergisi"nin "reklâm alması" karşısında Yeni Tiyatro Dergisi'ni "daha iyi, daha dolu, kaliteli ve şirin" bulmasını "içtenlikle" söylemesine, her ne kadar "tatlı-sert" eleştirse de, çektiği "Kutulaştırma 1" filminde, şahsıma karşı gösterdiği "teveccühlere" çok teşekkür ederim. Çorbaya da o kadar takmasaydı iyi olurdu. (Ne yapalım, öğleden beri yemek yememiş insanlar, gece saat 23:00'de çorbacıya götürülürse, çorbayı büyük kâsede içerler tabiî.)

Son Tez: Coşkun Büktel'in henüz 2 yaşına girmemiş olan OYÇED'e, Özdemir Nutku'ya kızarak saldırması ve Türk Tiyatrosu'nu yaratan yazarları görmezden gelip Haldun Dormen'e uyması yanlıştır; bu, pireyi deve yapıp, pire için yorgan yakmaktır. Yani "eksik" alıntının hepsini buraya alabilirim ama gerek yok, çünkü Büktel'in "sanatçı" tanımına katılıyorum. Katılmadığım nokta, O'nun, Dormen'in dediklerine katılması...

Haldun Dormen'in şunu demesi gerekirdi: Engellenen Türk yazarları vardır; görmezden gelinen ve "aforoz" edilen Türk yazarları vardır, bunun için "yazar" yetişmiyor. "Yazar"ı tırnak içine aldım, çünkü bizim anladığımız "yazar" gerçekten "yazar", her şeye karşın, "yazarlık" zâten öyle bir eylemdir. "Teknik" bilgilerle, "öylesine" yapılacak bir iş değildir. Oyun yazarlığı, "teknik" bilgiyle de yapılabilir ama, "ruh" olmayınca "düşünce" ve "özgün bakış açısı" olmayınca bir "eksiklik" sürekli duyumsanacaktır. Her dönemde olduğu gibi, Türk Tiyatrosunun bu dönemde de yazarları vardır ve her şeye karşın bir gün muhakkak "fışkıracaklardır" ve eserlerini de fışkırtacaklardır.

Gelecek Sayı:

TEB (Türkiye Eleştirmenler Birliği) Sitesinde Ragıp Ertuğrul'n Basın Bültenleri


(Kaynak: Yeni Tiyatro Dergisi, yıl: 1, sayı: 4, sf. 38-41, Mart-Nisan 2008)

12 Mart 2008 Çarşamba

Tam da bugün okunması gereken bir yazı

BEN SANA "TİYATROCU OLAMAZSIN" DEMEDİM...


Feridun Çetinkaya


(Bu yazı, ilk kez olarak, 3 Eylül 2007'de, tiyatrom.com'da, "kerhen" yayınlanmış; aynı gün, yazarından izin alınarak, sitemize de aktarılmıştır. Yazının tiyatrom.com'daki "halini" görmek için, TIKLAYINIZ!)

Güncelleme: (12 Mart 2008) Bu yazı, 3. Abdülhamid tarafından sansürlenmiştir.


I

“Tiyatro yaşama gücünü destekler:

Tiyatronun kaynağı, tragedya türünde doğal gelişimi etkileme gücünün, komedyada ise üreme güdüsünün kutsanmasıdır. Sanatlaşan tiyatro bu ilkel işlevini sürdürür. Bir yandan güldürerek, eğlendirerek yaşama dürtüsünü güçlendirirken, bir yandan acı çektirerek, heyecan vererek ruhsal arınmayı, rahatlamayı, boşalmayı sağlar. İyileştirme ve güçlendirme tiyatronun insan sağlığı alanındaki işlevidir.

Böylece tiyatro insanın sağlığını koruyarak pratik yarar sağlamakta, aynı zamanda kişiliğini geliştirerek uygarlaştırıcı bir rol oynamaktadır. Seyirci sahnedeki oyunun hem paydaşı, hem seyircisi olarak insan olmanın tüm potansiyelini yaşar. Bir yandan içinden sahnedeki eyleme katılarak sınırlarını zorlar ve güçlendiğini duyar, bir yandan da sahneyi seyrederek soğukkanlılığını korumasını, bilinçli ve esnek kalmasını öğrenir. Kendini ve çevresini tanımanın sevincini yaşar. Yaşama katılmanın mutluluğunu duyar. Eylemin heyecanını paylaşır, güçlendiğini görür. Derinliği anlamanın gururunu, kendine ve çevresine egemen olmanın güvenini duyar. Bütün bunlar birey için üstün bir zevk, toplum için uzun vadeli yarar sağlar. Tiyatronun işlevi sağlıklı, güçlü, kültürlü, ahlaklı, kişilik sahibi, etkin insan yetiştirmek ve böylece toplumun gelişimine yön ve hız vermektir.”

Sevda Şener

(Tiyatronun İşlevi, Oyundan Düşünceye, Gündoğan Yayınları, Ankara, Kasım 1993, s.77.)


II

“Şakşakçılara her yerde rastlanabilir: seçim alanlarında, devlet dairelerinde, çıkar çevrelerinde, hatta herhangi bir sanat kurumunda, buna elbette tiyatro da girer… Bunlar, yığını etkilemek üzere özel olarak tutulmuş kişilerdir. Henüz evrensel bilinç boyutlarına ulaşmamış yığınlar içinde iyi iş görürler. Çünkü dört beş kişinin görevleri gereği başlattıkları alkış, yığın psikolojisi içinde kalabalığa da bulaşır.”

Özdemir Nutku

(Alkışlarıyla Öldürenler, Uzatmalı Gerçekler, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1985, s.7.)


III

“Eleştiri konusunda artık yeni bir ahlâk edinmemizin zamanı gelmiştir: İsim vermemenin, yani korkaklık ve alçaklığın, aristokratça bir yücelik ya da tenezzül etmeyen bir soyluluk gibi gösterilmesine; eleştirinin somut örnek ve isim vermeden, doğruluğu ve haklılığı kendinden menkul bir takım genellemelerle ifade edilmesine, artık tüm okurlar sert tepki vermelidir.”

Coşkun Büktel

(Önsöz ya da “Konuşan Türkiye”(!)nin Susan Tiyatrosu, Türk Tiyatrosundan İnsan Manzaraları, Dramatik Yayınlar, Eylül 1998, İstanbul, s.9.)


Tiyatro sevgimi, tiyatronun önemli ve değerli bir şey olduğuna dair inancımı, daha Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’ndeki öğrencilik günlerimde sorgulamaya başlamıştım. Bölümdeki arkadaşlarımla büyük bir heves ve iddiayla Agon tiyatro dergisini yayımlamaya giriştiğimizde, kuşkularımın gitgide artarak tiyatroyla arama ciddi bir mesafe koyacağını, zamanla beni bir çeşit yüzleşmeye, hesaplaşmaya iteceğini elbette bilmiyordum.

Değerli hocamız Profesör Dr. Sevinç Sokullu, son dersinde “Eee, artık tiyatro eğitiminizi tamamlayıp mezun oluyorsunuz. Bu dört yıl size ne kazandırdı, nasıl değerlendiriyorsunuz bu süreci?” diye sorduğunda, “Burası bize çok şey katmıştır, bu tartışılmaz. Ama, ben bu bölüme girdiğimde tiyatroyu çok seviyor, büyük bir tiyatro heyecanı duyuyordum, şimdiyse, bu dört yıllık eğitimin sonunda, tiyatroyu niye sevdiğimi unuttum” diye yanıtlamıştım. Evet, tiyatroyu gerçekten çok sevmiştim, çok önemli ve değerli bir şey olduğuna inanmıştım, ama niye?

İstanbul Kurtuluş Lisesi’ndeki sevgili öğretmenlerim Dilara Kahyaoğlu ve Serap Salkök’ün teşvikiyle ortaokul son sınıfta, tesadüfen tanışmıştım tiyatroyla, 1985 yılıydı. Kısa bir süre sonra da Türkiye’nin en köklü ve önemli amatör tiyatro deneyimlerinden biri olan Sarıyer Halk Eğitimi Merkezi Tiyatro Kolu’na (SHEM-TK) katılmıştım. Sarıyer’deki tiyatro çalışmaları heyecan verici yepyeni bir dünyanın kapılarını açmıştı önüme. Eğitim programı çerçevesinde verilen seminer ve dersler, yapılan sohbetler, oyun provaları, gönüllülük esasına dayanan işbölümü, disiplinli çalışma ve üretim süreci, sürekli kendimi geliştirmeye özendirdi beni. Kısa zamanda, düzenli kitap okuma alışkanlığı edindim, hemen hemen bütün kültür sanat dergilerini takip etmeye çalıştım. Tanık olduklarım ve yaşadıklarım üzerine daha çok düşünmeye, olup bitenleri daha çok sorgulamaya başladım. Tiyatro, ahlâklı, dürüst ve vicdan sahibi olmayı, güçlüden yana değil haklıdan, ezilenden yana durmayı, bilimselliği, akılcılığı ve çağdaşlığı öğütlüyordu. Doğruyu, yanlışı, gerçeği, iyiyi, kötüyü, güzeli, çirkini, romanı, şiiri, resmi, müziği… dahası kendimi ve içinde olduğum dünyayı gerçek anlamda tiyatro sayesinde keşfettim ve büyülendim. Bizzat “yaşadığım” bu deneyimin de etkisiyle, tiyatronun, insanları geliştirip “uygarlaştırarak” dünyayı daha yaşanılabilir kılabilecek sihirli bir güce sahip, çok önemli ve değerli bir şey olduğu inancını işte o günlerde benimsemiştim.

Ama DTCF Tiyatro Bölümü’ne girdikten bir süre sonra, benim amatör bir ruhla “yaşadığım”, tiyatro olarak tanıdığım, öğrendiğim, sevdiğim ve inandığım “şey” ile ülkemizdeki hâkim tiyatro anlayışı ve yaşantısı arasında büyük bir uçurum, büyük bir tezat olduğunu görmeye başladım: “Benim tiyatrom” ne kadar gerçekçi, hayatın içinde, katılımcılığı özendiren, devrimci, özgürlükçü, şüpheci, eleştiriye açık, “öteki”ne karşı hoş görülü, derinlikli, sahici ve samimi ise, ülkemizde özellikle ödenekli tiyatrolar vasıtasıyla tiyatro diye sunulan “şey”in o derece gerçeklerden uzak, hayattan kopuk, edilgenliği dayatan, tutucu, itaatkâr, dogmatik, eleştiriye tahammülsüz, ötekini dışlayıcı, yüzeysel, yapmacık ve samimiyetsiz olduğunu gördüm. Büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Belki de bu yüzden, “Tanrım sen gerçekten varsan, neden dünyadaki bunca haksızlığa ve acıya izin veriyor, seyirci kalıyorsun?” benzeri bir sitemle, ben de tiyatroya duyduğum sevgiden kuşku duymaya, tiyatroya olan inancımı sorgulamaya başladım. Ben “bu tiyatronun” nesini sevmiş, nesini heyecan verici bulmuş olabilirdim? Gerçekten de tiyatro buysa, serap mı görmüştüm, bir tür vaha mıydı benim tutulduğum?

Zamanla hiç de yalnız olmadığımı gördüm. Tiyatro bölümündeki, benzer rahatsızlıkları duyan arkadaşlarımla bir araya geldik. Derdimizi ifade etmek, paylaşmak ve muhalif bir tiyatro hareketliliği başlatmak için Agon tiyatro dergisini çıkarmaya karar verdik. Bu arada, tiyatro yazarı Coşkun Büktel’in bir bakıma bizim derdimize de tercüman olan eleştiri yazılarını da dikkatle izliyorduk. Oyunu Theope’nin 1990 yılında İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sahnelenmesinin ardından başladığı bu yazılarda Büktel, ülkemizdeki hâkim tiyatro anlayışıyla ilgili önemli tespitlerde bulunuyor, çarpıklıkları somut örneklerle bir bir ortaya koyuyordu. Agon’un gördüğü ilgi ve Büktel’in yazıları, tiyatro hakkındaki şüphelerimin, şikâyetlerimin vesvese olmadığını, benim gibi, pek çok insanın da bu rahatsızlığı duyduğunu gösteriyordu.

Biz Agon’u yaşatmayı beceremedik. Ama Büktel, her türlü yokluğa yoksulluğa, sansüre ve “aforoz”a rağmen on yedi yıldır, aynı ciddiyet ve titizlikle kaleme aldığı, kılı kırk yaran, yaratıcı, sarsıcı ve nesnellikten ödün vermeyen eleştiri yazılarıyla Türkiye tiyatrosunun içinde bulunduğu yozlaşmayı ifşa etmeyi, bu durumun sorumlularından hesap sormayı sürdürüyor. Bir tiyatro yazarı, bir eleştirmen olarak, tek başına da kalsa sergilediği ilkeli duruşu, haklılığı ve belki de en önemlisi, örnek alınması gereken yazı ve eleştiri ahlâkıyla Türkiye tiyatrosunun geleceği için yol göstermeye, umut ışığı olmaya devam ediyor.

Eğer bugün tiyatronun önemli ve değerli bir şey olduğuna dair inancımı tümden yitirmemişsem, bunu en çok Coşkun Büktel’in nitelikli bir tiyatro için verdiği bu büyük mücadelesine borçluyum.

Büktel’in mücadelesi, tiyatroya inancımı ayakta tuttu ya, bir yanıyla da, bir çeşit turnusol kâğıdı işlevi görerek, beni tiyatrodan şüphe etmeye iten, hâkim tiyatro anlayışıyla ilgili gözlem ve tespitlerimin ne kadar yerinde olduğunu bir kez daha görmeme sebep oldu. Büktel yazılarında, somut olayları ele alıyor, kanıtlar, belgeler göstererek tiyatroyla ilgili yaklaşımlarını ve eylemlerini eleştirdiği tiyatro yöneticilerini, tiyatro profesörlerini, tiyatro yazarlarını, yönetmenlerini, eleştirmenlerini, çevirmenlerini ve tiyatro yayımcılarını, açık açık isimlerini vererek suçluyor, yetkinliklerini sorguluyordu. Suçlamalara hedef olan, eleştiriye ve niteliklerinin tartışılmasına tahammül gösteremeyen bu kişiler ise, çoğu zaman, haklarındaki ciddi eleştirilere cevap vermek, hakikati tartışmak yerine, sadece, ilkel bir intikam duygusuyla hareket ederek Büktel’i “aforoz” etmeyi, oyunlarına ve çevirilerine “ambargo koymayı”, yazılarını sansürlemeyi seçiyorlardı. Bu uğurda, gözlerini karartıp her yolu mubah sayabiliyorlardı. Tiyatroyla birinci dereceden ilgili oldukları için, tiyatronun uygarlaştırdığını, kültür ve ahlâk sahibi yaptığını “varsaydığımız”, “farz ettiğimiz” bu insanlar, sırf görüşlerine ve eleştirilerine katlanamadıkları için, tiyatro yazarı Coşkun Büktel’e her türlü haksızlığı reva görebiliyorlardı.

Geçtiğimiz günlerde, yine bu türden öyle bir olaya haksızlığa tanık olduk ki, aklım ve vicdanım bu durum karşısında sessiz kalmaya razı olmadı, artık isyan etti.

Tiyatrom.com internet sitesinin sahibi A. Ertuğrul Timur, 6 Ağustos 2007 günü, “Yaşasın Sansür!” başlıklı bir yazı yayımladı.

İlk bakışta, ironi olduğunu düşünüp her ne kadar mazur görmeye çalışsam da, yine de tüylerimi ürpertti bu yazının başlığı. Ne de olsa, tıpkı “Yaşasın İşkence!”, “Yaşasın Hırsızlık!” demek gibi, şakası bile ürkütücü, suçu övücü bir ifadeydi bu.

Yazıyı okuyup bitirdiğimde ise adeta kanım dondu...

Timur, kısa bir süre önce, Coşkun Büktel’in yönelttiği, gerçekleri okurlarından gizliyor, sansür yapıyor suçlamalarına yanıt olarak, Büktel’in kişisel internet sitesinde “Özdemir Nutku Skandalı” başlığıyla gündemde tutmaya çalıştığı bir konuyu, iki yıl gecikmeli de olsa sitesinde haber yapmıştı. O haberde de, yalan söyleyerek Büktel’in “Theope” adlı oyunu hakkında şaibe yaratmakla suçlanan tiyatro profesörü Özdemir Nutku’yu haklı bulduğunu açıklayarak, yeni bir polemik başlatmıştı.

Bilindiği üzere, 2005 yılı mayısında Ankara’da yapılan bir Devlet Tiyatroları (DT) Koordinasyon Toplantısı’nda, DT sanatçısı Şahin Ergüney, Coşkun Büktel’in 15 yıldır DT repertuarında olan “Theope” adlı oyununun sahnelenmesini önermiş, toplantıyı yöneten Edebi Kurul Başkanı Özdemir Nutku da, 17. yüzyıl Fransa’sında yazılmış Theope adlı bir başka oyun daha olduğunu, Fransızca bilenlerin bu oyunun Büktel’in Theope’siyle olan benzerliğini incelemesini “öğütleyerek”, Büktel’in oyununun özgünlüğü konusunda bir kuşku yaratıp konuyu kapatmıştı. Oyunuyla ilgili bu iddiayı öğrenen Büktel ise, Nutku’yu belge göstermeye, iddiasını kanıtlamaya davet etmişti. Aksi takdirde Nutku’nun yalancı durumuna düşeceğini yazmıştı. Bu ağır ithama rağmen, Profesör Nutku, bırakın bir benzerlik göstermeyi, 17. yüzyılda yazıldığını iddia ettiği Fransızca “Theope”nin “varlığına dair bile” bir tek kanıt ya da kaynak gösteremedi, derin bir sessizliğe gömüldü. Aradan geçen iki yıl boyunca yapılan araştırmalarda da, Nutku’nun varlığını iddia ettiği “17. yüzyıl Fransa’sında yazılmış “Theope” adlı bir oyun”a dair bir tek kayıt, bir tek bilgi ya da belge bulunamadı.

Bütün bu olup bitenleri bile bile Timur, yine de, “Theope”yle ilgili iddialarını kanıtlayamayan Özdemir Nutku’yu haklı bulduğunu söylüyordu. Koskoca bir tiyatro profesörü olarak Nutku’nun DT Edebi Kurul Başkanı sıfatıyla, varlığını dahi kanıtlayamadığı, hayali bir Fransızca “Theope” ile benzerliğini öne sürerek Büktel’in eseri hakkında şaibe yaratmasını “hoş karşılıyordu”: Hatta, “Ben de Özdemir Nutku’nun yerinde olsam aynısını yapardım” diyerek, Nutku’nun kendisinin bile sükûtu seçerek bir anlamda kabullendiği yalanı, mucidinden dahi çok savunuyordu. Yedi yılını harcayarak bin bir emekle yarattığı ve neredeyse hayatının kalan kısmını da adadığı yapıtı Theope’ye atılan çamuru temizlemeye çalışan Büktel’i ise bireysel meselesi için bir bardak suda fırtına koparmakla, kör dövüşü yapmakla suçluyordu.

Kendisi arka arkaya yazdığı üç yazıyla, Tiyatro… Tiyatro... dergisinin sahibi Mustafa Demirkanlı da yine Tiyatrom.com’da yayımlanan iki yazısıyla, Büktel’e sataşıp hakkında gerçekdışı ithamlarda bulunduktan sonra Timur, bu konuda artık hiçbir yazı yayımlamayacağını duyurarak, bizzat kendisinin açtığı yeni “tartışmayı” antidemokratik bir şekilde sonlandırmıştı.

İşte o irkiltici başlığı attığı yazısında, kendince gerekçeler göstererek bu kararını savunmaya çalışıyordu. Dahası, bu yaptığı “sansür” bile sayılsa, yine de bu kararının arkasında durmakta ısrarlı olduğunu özellikle vurguluyor, yazısını başladığı gibi “Yaşasın Sansür!” diyerek bitiriyordu. İşin trajik yanı, Timur’un yaptığının gerçekten de “sansür” olmasıydı.

Büktel aleyhinde aklına geleni yazıp söyledikten sonra, bu konuda artık yazı yayımlamayacağını ilan etmesi, aynı zamanda, Timur’un Büktel’e bir cevap ve düzeltme hakkı tanımayacağı anlamına geliyordu.

Timur’un, kararını savunmak için gösterdiği “Büktel’in kendi oyunundan dolayı kopardığı fırtınanın yıkıcı ve şahsi etkisini sitesine taşımamak” ve “şahsiciliğe taviz vermemek” türünden, kerameti kendinden menkul bahaneler, Büktel’in daha kaleme bile almadığı, henüz ortada bile olmayan, müstakbel “cevap yazısı”nı peşin peşin reddetmesinin gerekçesi olamayacağına göre, yapılan apaçık sansürdü. Ne yazık ki, Timur’un övündüğü de övdüğü de, işte bu yöndeki kararıydı.

Televizyonlarda, gazetelerde ve kültür sanat dergilerinde bazı haberlere, görüşlere ve yazarlara sansür uygulandığı hemen herkesin kabul ettiği ve ne yazık ki toplumumuzun kanıksadığı bir gerçek. Ama sansür yaptığını açık açık ilan edenini ve yaptığıyla pişkin pişkin “Yaşasın Sansür!” diye övünenini ben ilk kez gördüm.

Böylesi bir pişkinliğin “televoleler”de değil, tiyatro alanında, bir tiyatro yazarına, bir tiyatro eleştirmenine karşı ve genç tiyatroseverlerin tanıklığında sergilenmiş olması ise durumun vahametini daha da artırıyordu.

Üstelik Timur bununla da yetinmemiş, işi pişkinliğin de ötesine götürmüştü. Bir anket düzenleyerek, yaptığı sansürü okurlarına da onaylatmış, okurlarını da suçuna ortak etmişti. Daha bitmedi: Anketten istediği sonucun çıkması için, Büktel ve yapıtlarıyla ilgili gerçekleri çarpıtarak, okurlarını yanıltıcı nitelikte yönlendirmeler yapmaktan da çekinmemişti. Anketini okurlara şu sözlerle sunmuştu Timur:

“Tiyatrom.com olarak Yazar Coşkun Büktel'in Devlet Tiyatroları repertuar kurulundan geçemeyen çeviri ve eseri için bıkmadan usanmadan yürüttüğü bireysel sataşmalarından oluşan haber ve polemiklerini, hakaret ve küfürlere varan yazışmaları yayımlamayı reddetmekteyiz. Bu bireysel kör dövüşünü ve seviyesi düşük yazışmaları yayınlamamızı siz de sansür sayıyorsanız Coşkun Büktel kişisel sitesinde yada Hilmi Bulunmaz'ın Tiyatroyun sitesinde okuyabilirsiniz.

Bu kısıtlamayı nasıl karşılıyorsunuz.?”

(A. Ertuğrul Timur, Yaşasın Sansür!, Tiyatrom İnternet Sitesi, 6 Ağustos 2007, http://www.tiyatrom.com/aetimur_yeni_38.htm)

Oysa Coşkun Büktel’in, “Türk Tiyatrosundan İnsan Manzaraları” ve “Yönetmen Tiyatrosuna Karşı” adlı kitaplarındakiler, henüz yayınlanmamış olanlar ve kişisel internet sitesinde yer alanlarla birlikte binlerce sayfayı bulan yazılarıyla verdiği ahlâki ve sanatsal mücadelenin de, “haber ve polemiklerinin” de, Timur’un iddia ettiği gibi “Theope” ve çevirisi “Ölüleri Gömün” adlı oyunların “Devlet Tiyatroları repertuar kurulu”ndan “geçememesiyle” falan hiçbir ilgisi yoktur. Olamaz da. Çünkü Büktel’in bu iki eserinin “Devlet Tiyatroları repertuar kurulundan geçememesi” gibi bir şey söz konusu değildir. Büktel’in bu iki eseri de halihazırda Devlet Tiyatroları repertuarındadır. “Theope” bundan tam 17 yıl önce, hemen hemen yazılır yazılmaz, “Ölüleri Gömün” ise 8 yıl önce, hemen hemen çevrilir çevrilmez Devlet Tiyatroları Edebi Kurulu’ndan geçmiş ve repertuara kabul edilmiştir.(*)

Timur’un, Büktel’in haber ve polemiklerini, “bireysel sataşmalar”, “hakaret ve küfürlere varan yazışmalar”, “seviyesi düşük yazılar” oldukları için yayımlamayı reddettiği de hiç inandırıcı değildi. Daha iki buçuk ay önce, 8 Haziran 2007 günü, Büktel’e gönderdiği ve daha sonra sitesinde de yayımladığı e-postada, kendisinin de okurlarının da Büktel’in “seviyesi düşük(!)” yazılarını okumayı arzu ettiğini kendi ağzıyla söylüyordu.

Sizin sizi ilgilendiren konuların dışında yaşanan güncel konularda da düşüncelerinizi daha sık okumayı bende okurlarımızda arzu eder. (Theope konusu dahil) dilediğiniz konuda dilediğiniz özgürlükte dilediğinizce bir yazı yazıp yollarsanız bizde her zaman size sayfalarımızda yer veriririz asla sansürlü falan değilsiniz Hatta dilerseniz dilediğinizce beni eleştiren bir yazı da olabilir. Ayrıca imza kampanyamıza verdiğiniz destek için teşekkürler, saygılar

Ertuğrul Timur”

(A. Ertuğrul Timur, Theope Konusu ve Tiyatrom.com’un Sansürcülüğü Meselesi, Coşkun Büktel’e E-mail 1, 8 Haziran 2007, http://www.tiyatrom.com/aetimur_yeni_36.htm)

Sitesinde 27 Temmuz günü de benzer şeyler yazmıştı Timur. Yani okurlarına söylediğinin aksine daha birkaç hafta öncesine kadar da, Büktel’in haber ve polemiklerini “bireysel sataşmalar içerdiği, hakaret ve küfürlere vardığı” gibi bir gerekçeyle reddetme eğiliminde ya da düşüncesinde değilmiş:

“… Oysa ben görmezden geliyorum demedim, gördüm biliyorum, ama karşılıklı suçlamalar yapılmış, savunması da yapılmış geride kalmış bu polemiği 2 yıl aradan sonra gündeme taşıyacak önemde bulmuyorum, anlamında bir yanıt vermiştim. Halen de aynı düşüncedeyim. Fakat şu an yazmakta olduğum bu yazıyı, daha önce Sayın Büktel’e gönderdiğim ve altta yer vereceğim e-posta’ları, bu hafta köşemde yayımlayacağım ve Sayın Büktel’in sitesindeki “Theope” konulu polemiklere de link vermek suretiyle yer vermiş olacağım. Bunu da yeterli görmez ise Sayın Büktel konuyu istediği şekilde yazıp düzenleyip yollayabilir ve yer veririz.

Açık konuşmak gerekirse bu yer vermemin gerekçesi bu polemiği 2 yıl aradan sonra hala gündemde tutmaya değer bir yan bulmamdan dolayı değildir, yer veriyorum çünkü artık tiyatro dünyasında önemli bir mevzi sayılan “tiyatrom.com”un sansürcülük yaptığı iddialarının son bulmasını istiyorum. Bu yazı Sayın Coşkun Büktel’e, konuyla son derece ilgili olan Sayın Hilmi Bulunmaz’a birer kopya iletilip ayrıca köşemde yer verilecektir.”

(A. Ertuğrul Timur, Theope Konusu ve Tiyatrom.com’un Sansürcülüğü Meselesi, 27 Temmuz 2007, http://www.tiyatrom.com/aetimur_yeni_36.htm)

Görüldüğü gibi, Timur’un anketini okurlarına sunarken verdiği bilgiler doğru değil, söyledikleri de gerçeği yansıtmıyor.

Ama ne acıdır ki, sonuçta, “bir tiyatro haber sitesi” olarak tanımlanan Tiyatrom.com adlı internet sitesinin tam 1.005 “tiyatrosever” okuru, Timur’a kanarak bu sansürü onaylamış, bu sansüre hak vermiş. Sudan bahanelerle yapılan bu sansürü kınayansa sadece 12 kişi olmuş.

Özdemir Nutku gibi hayatını tiyatroya vakfetmiş, Devlet Tiyatroları Edebi Kurul Başkanlığı yapan bir tiyatro profesörü, başkanlık ettiği bir toplantıda, yalnız profesörlerin vakıf olabileceği bir bilgi veriyormuş edasıyla, otuz kişinin önünde açık açık yalan söyleyerek, dürüstlüğüyle tanınan ve övünen bir tiyatro yazarının emeğine çamur atacak kadar ileri gidebiliyor!..

Tiyatrom.com gibi tiyatroculara, tiyatroseverlere hitap ettiğini iddia eden bir yayının sahibi A. Ertuğrul Timur, hem açık açık sansür uygulayıp “Yaşasın Sansür!” diye başlık atabiliyor, hem de açıkça okurlarını yanıltarak onlara yaptığı sansürü onaylatma cüretini gösterebiliyor!..

Eğer tiyatro, yazar, yönetmen, oyuncu, eleştirmen, tiyatro profesörü, tiyatro yayımcısı gibi tiyatroyla birinci dereceden ilgili insanlarda, “tiyatrocularda” dahi yalana, sansüre, ifade özgürlüğünün engellenmesine karşı ortak bir bilinç, en azından ahlâki ve vicdani bir duyarlılık yaratamamışsa, “seyircilere” adaletsizliğe, yoksulluğa, cehalete, gericiliğe, işkenceye karşı mücadele gücü verecek, uyarıcı ve caydırıcı nitelikte ortak bir vicdan, ortak bir ahlâk, ortak bir bilinç nasıl aşılayabilir, seyircinin gözünde nasıl inandırıcı olabilir?

Timur’un tam 1.005 “tiyatrosever” okuruna sansürü onaylattığı ankete bakarsak: Ya tiyatronun, varsayıldığı gibi dünyayı ve insanları olumlu yönde geliştirecek, eğitecek, sansüre vb. haksızlıklara karşı ahlâki bir duruşu özendirecek bir etkisi ve gücü yoktur; ya da ülkemizde tiyatro alanında söz sahibi olanlar, üniversitelerin tiyatro bölümlerinde hocalık yapanlar, tiyatro yazarları, yönetmenleri, oyuncuları, eleştirmenleri ve yayımcıları bugüne kadar Türkiye’de bu etkiye ve güce sahip nitelikli bir tiyatro kültürü yaratamamış, başarısız olmuştur.

İddia edildiği gibi gerçekten de tiyatronun uygarlaştırıcı ve eğitici bir gücü, etkisi olsaydı, bu gücün öncelikle ve en azından tiyatro yapan kişilere bir yararı olması gerekmez miydi? Tiyatronun tiyatroculara bile yararı olamıyorsa, seyirci için ne ifade edebilir, nasıl bir önemi ve değeri olabilir?

Bir tiyatro yazarının yapıtına göz göre göre iftira atılmasına, düşüncelerinin açık açık sansür edilmesine sessiz kalıp bunu kanıksadıktan sonra, bu vandallığı onaylayıp “yaşasın!” nidalarıyla övmeyi olağan saydıktan sonra, tiyatro dünyanın en popüler sanatı, Türkiye’deki tiyatrocuların hepsi de birer Shakespeare olsa ne yazar!

Feridun Çetinkaya / 2 Eylül 2007 Pazar
feriduncetinkaya@yahoo.com

* Timur, geç de olsa, kendince bir düzeltme yayımladı. “Theope’nin Devlet Tiyatrosu repertuar kurulundan geçmediği” konusunda okurlarını doğru bilgilendirmediğini kabul etti. Coşkun Büktel’den ve okurlardan özür diledi. Ama Timur’un bu düzeltme notunda yer alan bir ifadesi, özür dilerken bile samimi olamadığını, gerçekleri gizlediğini gösteriyor: “Bir süre önce yazdığım yazıda Sayın Coşkun Büktel'e ait Theope adlı eserin ve yaptığı çevirinin DT repertuar kurulundan geçmediğini yazmıştım. Sayın Coşkun Büktel'in her iki eseri de repertuar kurulundan çok uzun süre önce geçmiş olup repertuar kurulunda değil bir başka aşamada takılmıştır. Bu yanlış (yalan değil yanlış) bilgiyi düzeltir yanlış bilgilendirmeden dolayı Sayın Coşkun Büktel ve okurlarımdan özür dilerim. Teknik olarak kurul adı ve aşaması yanlış olup yazımdaki diğer bahis konuları geçerliliğini korumaktadır.” Timur, özrü kabahatinden büyük bu çalakalem düzeltmeyi, alakasız bir yazısının dibine sıkıştırarak, aklı sıra vaziyeti kurtardığını sanıyor ise yanılıyor. Maalesef Timur’un düzeltmesini de düzeltmemiz gerekiyor. Çünkü bu “yanlış” sıradan bir “yanlış” değildi. Düzeltmesinin başında “Bir süre önce yazdığım yazıda Sayın Coşkun Büktel'e ait Theope adlı eserin ve yaptığı çevirinin DT repertuar kurulundan geçmediğini yazmıştım.” diyen Timur, bunu hangi yazı olduğunu belirsiz bırakmıştı. Biz söyleyelim, Timur bu yanlış ifadeyi sadece bir yazısında değil, tam 1.005 okuruna sansürü onaylattığı anketini sunarken de kullanmıştı. Bu “yanlış” bilgiyi vererek, okurlarını kendi deyişiyle “Büktel’in haber ve polemiklerinin, bireysel sataşmaları”nın gerekçesi konusunda yanıltmıştı. Dolayısıyla bu herhangi bir yazıdaki, herhangi bir yanlış değildi. Aynı zamanda, Timur’un anketini iyice tartışmalı hale getiren vahim bir “yanlış”tı.

Büktel'in notu:
Feridun Çetinkaya'nın diğer yazılarını okumak için, kendisinin kurduğu http://www.tiyatrofanzini.com/ adlı siteyi ziyaret edebilirsiniz.

(Kaynak: coskunbuktel,
"BEN SANA 'TİYATROCU OLAMAZSIN' DEMEDİM...")