28 Haziran 2010 Pazartesi

GENÇ BİR OYUNCUNUN ANI DEFTERİ / 11

Eylül


Oğuzcan Önver
27 Haziran 2010


Eylül ayının ilk günleriydi. Çok büyük emek harcayarak kurduğumuz küçük ama tamamıyla kendimize ait olan dünyalarımız ve sağdan soldan "çaldığımız" boyalarla çizdiğimiz duvar resimlerimiz, kötü bir ressamın paletine sıktığı boyaları ve kafatasının içinde tutsak ettiği beynindeki imgeleri gerçeklere aykırı bir biçimde kullanması sonucu henüz berbat edilmemişti. Henüz çok gençtik ve henüz çok umutluyduk!

Gerçeklikten çok uzak duygularım, yer altından bile duyulmuyordu. Çıplak bir sıcak, bedenimi, ruhumu ve tüm hücrelerimi ele geçiriyor ve zafer şarkıları söyleyerek beni mağlup ediyordu.

"Örgütteki üst düzey yetkililer"le görüşmek için ortaklaşa kullandığımız evi terk edip, hiç alışık olmadığım ilginç bir yola çıkmıştım.

Sokaklar, her zamanki gibi "yalnız bir imge" olmanın gururunu taşıyorlardı. Yağmur, sanki birilerinden intikam almak istercesine nefretle ve hıçla yağıyordu.

"Örgütün merkez binası"na vardığımda, herkesin garip bir telaş içinde olduğunu sezdim. Hiç kimse uzun cümleler kurmuyordu ve benim geldiğimi bile asla fark etmemişlerdi. Zaman zaman hissettiğim "varlığımın farkında bile değiller" duygusunu yine duymaya başlamıştım ve bu sefer sesler pek düzenli gelmiyordu kulaklarıma.

Merdivenleri hızlıca çıktım. "Üst düzey yetkililer"le görüşmek için toplantı odasına girmeliydim. Odanın kapısında, şimdiye dek hiç görmediğim şişman bir adam vardı. İçeride çok önemli bir toplantı olduğunu, içeri giremeyeceğimi ve bir süre dışarıda beklemem gerektiğini söyledi. Çaresiz razı oldum söylediklerine ve hiç beklenmediğim bir bekleyişe mahkûm oldum. Bir saat sonra, yine o şişman adam koşarak çıktı içeriden. Bekleyişim uzadıkça, endişelerim beynimde kumar oynuyordu ve kaybeden hep ben oluyordum nedense.

Artık daha fazla bekleyemezdim, o adamların biriyle görüşmem lazımdı. Bu gece yarısı, merkez binasına, bir saldırı ihbarı almıştım ve onları uyarmalıydım. Kapıyı usulca açıp içeri girdim. Doğru dürüst yüzüme bile bakmadı kimse, hararetli bir konuşma sürüyordu. Beni büyük ihtimalle o şişman adam sanmışlardı veya beni görüp pek önemsememişlerdi. Telefonla konuşan adam birden sustu ve telefonu kapattı.

- Arkadaşlar, aldığımız haber büyük ihtimalle doğru!

- Ne yani, şimdi darbe mi olacak?

- Öyle gözüküyor arkadaşlar, her şeye hazırlıklı olmalıyız. Yalnız, bu haberi herkese iletmeyin, teşkilatta panik havası oluşmasını istemiyorum. Bizi yakalarlarsa eğer içeride asla çözülmemeliyiz…

Bu konuşmaları duyar duymaz kendimi dışarı attım. Merdivenlerin başındaki şişman adam buraya doğru geliyordu, ona gözükmeden binadan çıktım. Her şey birbirine karışıyordu. Bahsedilen panik havasını fazlasıyla soluyor olmalıydım. Sokaklarda yürümeye başladım. Artık hem sokaklar hem de ben yalnız birer imgeydik. Aldığım ihbarı bile söyleyememiştim.

Neden bu kadar korktuğumu anlayamıyordum. Örgüt içinde işkenceye nasıl dayanılacağına dair bazı şeyler öğretiliyordu ama ben ne zaman bu konu açılsa ortamdan uzaklaşıp, bu tarz düşünceleri kendimden uzak tutmaya çalışıyordum.

Ben doğduktan kısa bir süre sonra annem ölmüş. Beni babam büyütmüş. Ama ben babamın bana attığı dayaklar dışında hiçbir şey hatırlamıyorum çocukluğum hakkında. Bu yüzden dayak ve işkence sözcükleri bende çok olumsuz tepkimelere sebep oluyor. Devrimci mücadele sırasında bu korkumu biraz olsun azaltmayı başarmıştım ama şuan bu korku geçmişten gelip yüreğimin tam orta yerine yerleşti.

Nereye gidebileceğimi veya kime güvenebileceğimi kestiremiyordum.

O gece yarısı bir parkta uyumaya karar verdim. Bu yanlış bir karar olabilirdi belki ama düzgün düşünme yetimi yitirmiştim.

Uyandığımda bir hastane odasındaydım. Esmer bir doktor bana bakıyordu. Konuşmak istiyordum ama beynimi kontrol edemiyor, anlamsız, boş gözlerle doktora bakıyordum. Bir şeyler söylüyordu sanki ama ben duymuyordum. Buraya nasıl ve neden gelmiştim?

Bir süre sonra konuşmaya ve doktorun söylediklerini duymaya başladım.

Doktor - Burası "Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi" beyefendi... Siz, parkta uyurken çığlıklar atmaya ve bağırmaya başlamışsınız. Sizi buraya, bu hastaneye getirmişler. Çok büyük ihtimalle çok kötü bir rüya gördünüz. Şimdi çok daha iyisiniz ama değil mi?

- Evet...

+ Bir süre daha burada kalabilirsiniz; sonra sizi taburcu ederiz.

- Evet...

"Evet" demekten başka bir şey gelmiyordu aklıma. Kâbusumu hatırlamıştım. Merkez binası patlıyor ve ölüler benden hesap soruyordu. Doktor tam odadan çıkmak üzereyken:

- Şey… Bakar mısınız acaba?

+ Buyurun...

- Radyoda bir patlama haberi var mıydı bugün?

+ Hayır, yoktu!

- Peki, sağ olun...

Biraz olsun içim rahatlamıştı. İhbarların asılsız çıkması çok olağan bir durumdu; ama "örgütün üst düzey yetkilileri" darbe olacağı konusunda son derece emindi ve benim sığınmak için bir yere ihtiyacım vardı.

Sokaklar, artık benim için tehlikeli bir imge haline dönüşmüştü. Âdeta gölgemden korkar olmuştum. Aslında burada kalmak… Evet!... Bu hastanede kalmak benim için çok güvenliydi. Ama bunun için deli numarası yapmam gerekirdi; bu da benim için çok zor olmasa gerekti. Kötü geçirilmiş bir çocukluğa sahip herkes delirmeye meyillidir. Doktor, yaklaşık bir saat sonra geri gelip durumumu sordu. Ona burada kalmak istediğimi, delirmeye başladığımı ve kendimi iyi hissetmediğimi söyledim. Doktor, hiçbir şey sormadan:

"Peki. Size bir oda hazırlatıyorum o zaman, oraya geçip bir süre burada kalabilirsiniz."

dedi.

Mutlu olmuştum. Bu mutluluğum çok uzun sürmedi. Zaten güzel şeyler pek uzun sürmezdi, öyle öğretmişlerdi bana. Endişelerim, beynimi ele geçiriyor, yüreğimde anlam veremediğim bir kuşku filizleniyordu. Doktorun beni hemen hastaneye kabul etmesi, hiç soru sormadan benim deli olduğuma kanaat getirmesi, bana çok sıcakkanlı davranması beni korkutuyordu. Genelde, kimse bana bu kadar iyi davranmazdı. Kısa süreli de olsa kendime bir sığınak bulmuştum. Dışarıda sağanak yağmurlar vardı ve benim korunabileceğim bir sığınağım olmuştu. Kısa sürede hastanedeki hastalarla tanışmaya, onlarla uzun uzun sohbetler etmeye, onları gerçekten ama gerçekten anlamaya başlamıştım. Hayat, iyi insanları daha fazla üzüyordu, bunun bir sebebi olmalıydı.

Odamda kırmızı panjurlu bir pencere vardı. Dışarıdaki hayatla tek bağım bu pencereydi. Günün belirli saatlerinde dışarısını izliyor, insanları gözlemliyordum. Penceremin tam karşı doğrultusunda bahçeli bir ev vardı. Bu evin bahçesinde, küçük bir kız, her sabah, oyuncaklarıyla oynuyordu. O kadar mutlu görünüyordu ki, gözlerim yaşarıyordu.

11 Eylül geldiğinde, çok emek harcayarak kurduğumuz dünyalarımız ve sağdan soldan çaldığımız boyalarla çizdiğimiz resimlerimiz, kötü bir ressam tarafından berbat edilince o kızı aradı gözlerim. Pencereden dışarı baktığımda yalnız sokak imgem, tanklar tarafından tecavüze uğruyordu. Çok üzülüyordum, gittikçe duygusallaşmıştım burada. Yıllarca birlikte mücadele verdiğim arkadaşlarım, kim bilir şimdi hangi ıssız odada, hangi işkence aletiyle ne koşullarda mücadele veriyordu. Belki de benim adımı vermemek için günlerce işkence görüyorlardı. Benim gibi zavallı bir korkak için nelere dayanıyorlardı. Bense bir fare gibi, odamda çırpınıyordum. Pencereden dışarı bakmak, zaman geçtikçe daha zor bir eylem haline geliyor, beynimin tüm tersanelerine giriliyor, tüm kaleleri, bir fare ordusu tarafından zapt ediliyordu.

Bir gün, tüm cesaretimi toplayıp, pencereden dışarı baktım. O küçük kızın evine baskın yapılıyordu. Küçük kız, bahçesindeki oyuncaklarıyla oynayıp, iyi bir masal kahramanı kadar mutluyken, bir sürü adam bir sığır sürüsü gibi içeri girip, o küçük kızın annesinin gözyaşları ve çığlıkları arasında, o küçük kızın babasını apar topar gözaltına alıyorlardı. Küçük kız, o çok sevdiği ve yirmi dört saat yanından hiç ayırmadığı oyuncaklarını bahçede bırakıp hıçkırarak annesine sarıldı; birlikte hıçkırıp birlikte ağladılar; birlikte ağladık. O günden sonra, bir daha hiç dışarı çıkmadı küçük kız, oyuncakları ve bu oyuncakların oluşturduğu milyonlarca imgeler bahçede kimsesiz kaldılar. Küçük kız, tıpkı benim gibi, hayatla tek bağını bir pencere çerçevesinden kurabiliyordu. Saatlerce, günlerce, aylarca oyuncaklarını izledi penceresinden. O kızın pencerenin çerçevesinden oyuncakların izlemesi, hayatımdaki her şeyi kökten değiştirdi. Ben, beni ürküten hiçbir şeyden daha fazla kaçamayacağımı, bu lanet olası hastaneden çıkıp arkadaşlarımın yanında olmam gerektiğini ve işin en ilginci, tıpkı arkadaşlarımın gördüğü gibi ben de işkence görmeyi istedim. Tüm hücrelerimle, tüm kırık dökük imgelerimle, tüm her yerimi kanatan hayal kırıklıklarımla istedim bunu. İnsan, içindeki çocukla barışınca, korkusuz olmayı başarabiliyordu!...

Doktorla görüştüm.

- Ben deli değilim.

- Anlamıştım. Hiçbir deli, deli olduğunu kabullenmez ki!

- Neden? Peki o zaman neden bana yardım ettin?

- Senin emekçilerin mücadelesi içinde olduğunu hemen anlamıştım, bu yüzden sana yardımcı olmak istedim.

-Peki, ama nasıl anladın?

- Ben çok zor koşullar altında okudum. Hayatım boyunca ezilmişlik duygusunu çok yaşadım. Bu tür insanlar, birbirlerini gözlerinden tanır; aynı şey senin gözlerinde de vardı. Gözlerim doldu, gözlerimiz doldu. Gözyaşlarımız o küçük kız için dindi. O küçük kızın gözyaşları bizim için çok Tanrılı ve çok sancılı bir dindi.

Hastaneden çıktıktan sonra, "örgütün merkez binası"na gittim. Bina çok ıssızdı ve ortalıkta hiç kimse görünmüyordu. Sokağın başında nöbet tutan askerlere teslim oldum. Gözaltındaki ilk gecem çok zorlu geçti; görme yetimi kısa bir süre için yitirmiştim; her şey karaltı hâlinde bir uğultuydu sadece. Gözlerim, tekrar eskisi gibi görmeye başladığında, yani hayat yeniden netleştiğinde, küçük oyuncaklarıyla büyük dünyalar kuran o küçük kızın babasını gördüm yanımda. Yaşadıklarımı anlattım; adam, beni dinlemeye başlar başlamaz ağlamaya başladı; o daraltılmış odada kim varsa ağlamaya başladı.

- Kızının adı ne?

- Eylül.

Ben, gözyaşlarımda biriken rengarenk boyalarla "Eylül" adlı bir tablo yapmaya ve "Umut" adlı bir dünyayı yeniden inşa etmeye başladım.


* Oğuzcan Önver, Bulunmaz Tiyatro oyuncusudur!


***

Ayrıca bakınız:

GENÇ BİR OYUNCUNUN ANI DEFTERİ / 1
Bir palyaçonun gözyaşlarıyla makyajını silme çabası...

GENÇ BİR OYUNCUNUN ANI DEFTERİ / 2
Bir Bahar Temizliği

GENÇ BİR OYUNCUNUN ANI DEFTERİ / 3
biLİNÇaltında ölümcül anlar

GENÇ BİR OYUNCUNUN ANI DEFTERİ / 4
İntiharın Genel İdeolojisi

GENÇ BİR OYUNCUNUN ANI DEFTERİ / 5
"Devrimci Ayinler"

GENÇ BİR OYUNCUNUN ANI DEFTERİ / 6
Lunaparklarımdaki atlıkarıncalar

GENÇ BİR OYUNCUNUN ANI DEFTERİ / 7
Bir oyunun cenin hâli!

GENÇ BİR OYUNCUNUN ANI DEFTERİ / 8
Göçebe Nehirler ve Körebe Oynayan Şehirler

GENÇ BİR OYUNCUNUN ANI DEFTERİ / 9
İsrailli çocuklar Gazzeli çocuklarla körebe oynuyor!

GENÇ BİR OYUNCUNUN ANI DEFTERİ / 10
Şövalye

Oyuncu Oğuzcan Önver, şiir de yazıyor!

http://oguzcanonver.blogcu.com/

"İşte bu kötü!"