(Bkz: Tolstoy, Sanat Nedir?, çev. Mazlum Beyhan, İş Bankası Yayınları, s. 370)
***
Bulunmaz Tiyatro'yu, işçi sınıfına tiyatral hizmet sunmak için, 1 Mayıs 1989 tarihinde kurdum.
Bir buçuk yıldır Bulunmaz Tiyatro sanatçısı olarak sanatsal soluk alan Oğuzcan Önver, hızla, hem de şimşek hızıyla sanatsal üretimlerde bulunuyor.
Yukarıda, Lev Tolstoy'un "Sanat Nedir?" kitabından küçük bir tadımlık sundum. Eylül 2007 tarihinde yayınlanır yayınlanmaz satın alıp hemen okuduğum "Sanat Nedir?" kitabı, hiçbir değerle ölçülemeyecek denli önemli bir yapıt. "Sanat Nedir?" kitabı, beni çok etkilediği için, onu sadece okumakla yetinmeyip, bu kitap hakkında "adam gibi bir eleştiri yazısı" da yazdım. Bu yazı, daha sonra "Sanat Estetik Politika" kitabında yer aldı.
22 Temmuz 2008 tarihinde kaleme aldığım "Sanat nedir?... Ne işe yarar?" başlıklı yazımdan bir tadımlık sunuyorum:
"Gelelim başlıktaki sözcüklerin birleşerek oluşturduğu düşünsel açımlamaya… Başlığa yazdığım 'Sanat nedir?.. Ne işe yarar?...' sözlerinin içerdiği düşünceyi sizlere rahatça açıklayabileceğimi sanmıyorum. Böyle bir düşünceyi, çok zor açıklayabileceğim yada hiç açıklayamayacağım!... Böyle olmasına karşın, neden o başlığı attım?... Bir tek nedeni var; açıklama isteği duymak. Peki, açıklayamama korkum nereden kaynaklanıyor?... Şimdiye dek, çok basit görünmesine karşın, fakat çok sert bir kaya olan 'sanat' sözcüğünü rahatça açıklayabilen düşünüre pek rastlamadım. 'Sanat' sözcüğüne ve bu sözcüğün girdiği bağlamlardaki tümcelere rahatça yaklaşabilen ender insanlardan biri, 'Sanat Nedir?' kitabının da yazarı Lev Tolstoy'dur…"
"Sanat Nedir?" kitabını, şu anda altıncı kez okuyorum. Ömrümün sonuna dek elimden bırakmayacağım büyük bir değer taşıyan "Sanat Nedir?" kitabını, (en büyük tiyatral tabu William Shakespeare'in tahtının sahte olduğunu öğrenmek isteyen) cesur okurlara tavsiye ederim!
Bulunmaz Tiyatro, kurulduğu ilk günden başlayarak, işçi-sanatçı yetiştirmek için inşa edildi. Bu nedenle, resmî ve/ya gayri resmî faşistler tarafından sürekli olarak taciz edildi/ediliyor! Bulunmaz Kültür Merkezi'ne bağlı olarak çalışan Bulunmaz Tiyatro 'nun işçi-sanatçıları, ilk zamanlar, karakola çekilirken, daha sonraları, Bulunmaz Kültür Merkezi'nde karakollar kuran mantık, gözaltılarla, sorgulamalarla yetinmemeye başlayınca, ellerinde mühürlerle Bulunmaz Tiyatro işçi-sanatçılarını sürekli olarak taciz ettiler. Biz, toplumsal, kültürel, sanatsal, tiyatral, estetik üretimin dışına itildikçe, faşizme hizmet sunan gelenekçi tiyatro esnafı, halkın düşünsel ve estetik bilincinin dumura uğraması için, hızla, hem de şimşek hızıyla, tiyatro coğrafyasını kirletiyorlardı/kirletiyorlar!
Bulunmaz Tiyatro işçi-sanatçılarının, son zamanlarda burjuvazinin yoz kültürüne karşı verdikleri savaşım çok sertleşince, bu kez, kolluk güçleri yerine, başta LİNÇÇİ Tiyatro... Tiyatro... Dergisi kurucusu LİNÇÇİ Mustafa Şükrü Demirkanlı, LİNÇÇİ Ahmet Ertuğrul Timur (nam-ı diğer 3. Abdülhamid), "Boğaziçi Üniversitesi Gölgesinde Yetişenler"den LİNÇÇİ Ömer Faruk Kurhan gibi demokrat görünümlü anti-demokratlar olmak üzere, tam 1100 alçak, Coşkun Büktel ve Bulunmaz Tiyatro kurucusu sosyalist sanatçı Hilmi Bulunmaz'ın sanatsal ifade olanaklarını imha etmek için,müthiş bir LİNÇ KAMPANYASI başlattılar!
Peki, Bulunmaz Tiyatro'dan bunca korkulmasının gerçek nedeni, sadece siyasal mıydı? Hayır, değildi. Gücünü, tiyatral birikiminden alan Bulunmaz Tiyatro, sadece sosyalist sanatçı Hilmi Bulunmaz'la sınırlı bıraktırılmak, yalnızlaştırılmak istendi. Bunun için olmadık alçaklıklar, umulmadık orostopolluklar yapıldı.
Sosyalist sanatçı Hilmi Bulunmaz'ın, tiyatro dergisi çıkarmak için sorumlu tuttuğu kişiler (Ozan Akgül, Toprak Karaoğlu) "kaleyi içeriden feth etmek için" sosyalist kimlikli OYUN Dergisi'nin alameti farikası LENİN'in fotoğrafını ve sözlerini dergiden söküp attılar.
LİNÇÇİ alçaklar, LİNÇÇİ orostopollar, LİNÇÇİ vicdansızlar, sosyalist sanatçı Hilmi Bulunmaz'ın verdiği tiyatro kursuna gelen kursiyerleri teker teker arayarak, ancak bir alçağın, ancak bir orostopolun, ancak bir vicdansızın yapabileceği kalleşlikle, bu kişileri Bulunmaz Tiyatro'dan uzaklaştırdılar.
Cami avlusunda buldukları ve biberonla besleyip büyüttükleri Burak Caney denen orospu çocuğu sayesinde, ellerindeki tüm alçaklıkları kullanan orostopollar, resmî ve/ya gayri resmî faşistlerin beceremediklerini yapabilmek için, yukarıda da belirtiğim gibi, tam 1100 alçağı bir araya getirerek, bir LİNÇ KAMPANYASI başlattılar!
Ya şimdi?...
Sosyalist sanatçı Hilmi Bulunmaz'ın sabırla, hem de çok büyük bir sabırla ektiği tohumlar hızla, hem de şimşek hızıyla göğeriyor!
Dört yüz yıldır kara bir leke gibi tiyatroya sahtelikler serpen ve kraldan çok kralcı / kralın soytarısı olan William Shakespeare'in piçleri, onun Türkiye tiyatrosundaki devamı olan ve tiyatro sanatını lağım fareleri gibi kirletenlere karşı müthiş bir örgütlenme oluşuyor!
İşte şimdi!...
Oğuzcan Önver, kraldan çok kralcı / kralın soytarısı, padişahtan çok padişahçı / padişahın dalkavuğu, burjuvadan çok burjuvacı / burjuvanın eleştirmenlerine karşı savaşım verip, gerçek tiyatro eleştirmenliğinin yollarına demir ağlar örüyor.
İşte şimdi okuyun!...
İçinizde; kralcılığa karşı bir gram duruş, padişahçılığa karşı bir santim mücadele azmi, burjuvaziye karşı bir santimetre kare sosyalizmi savunmak arzusu varsa, henüz yeni dikilen bir fidan olan Oğuzcan Önver'in bu dik başlı eleştirel duruşunu izleyip, onun gerçekçi ve çok ciddi tiyatro eleştirilerini mutlaka okuyunuz... (HB)
***
Aşka bir hâller olurken, biz beklentilerimizi karşılayamıyoruz!
Oğuzcan Önver
26 Ocak 2011
Kuru bir soğuk hüküm sürüyor bu akşam bütün İstanbul'da... Kuru soğuğun hükümranlığına aldırmadan, evden çıkıp İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Fatih Reşat Nuri Sahnesi'ne, Aşk Halleri adlı oyunu izlemeye gidiyorum. Biletleri, Bulunmaz Tiyatro sanatçılarından, aynı zamanda ECEL dizisinde Geyşan rolüyle oyunculuk yapan arkadaşım Elif Özoğul almış. Oyunu izleyinceye dek, oyun hakkında hiçbir bilgim yoktu. Oyunun yönetmeni kimmiş, oyunun konusu neymiş, oyunu kimler oynuyormuş, bunların hepsinden tamamıyla habersizdim.
İçine kuru soğuğu geçirmeyen tramvaydan Beyazıt durağında iniyorum. Kuru soğuğun hükümranlığını azaltan hafif bir yağmur yağmaya başlıyor. Beklediğim bir yağmur değil bu; çünkü şemsiyem yok, çünkü ıslanmaya başlıyorum. Ellerim, ceplerimde olmasına rağmen üşüyor. Aklımda bir sürü düşünce ve karmaşık duygular var. Bir ara İstanbul'da bulunduğumu unutup, kendimi Kuzey Afrika'a gibi hissediyorum; yoğun bir şekilde, Mısır’daki ayaklanmayı düşünüyorum. Acaba bu ayaklanma, emperyalizm karşıtı bir devrime dönüşür mü? Bizim ülkemizde neden böyle şeyler olmuyor? Kuru soğuğu yeniden duyumsarken hayıflanıyorum. Kendi kendime nedenler üretiyorum; Bir kere bizde bu işi yönetebilecek adam gibi bir parti yok, lider görevini üstlenebilecek adam gibi biri yok, "herkes" deli gibi televizyon izliyor, McDonalds barınağından, Starbucks sığınağından çıkmıyor vs…
Örneğin EZEL dizisini, örneğin EZEL dizisinde oynayan(?!), halkın yakıcı istemlerine karşıt Haluk Bilginer'in anlamsız, düzeysiz oyunculuğunu(?!) izlerseniz ayaklanma değil, ayaklanmanın sayıklaması bile olmaz tabii. Kendimce nedenler üretiyor ve ikna ediyorum kendimi. Bütün bunları düşündükçe kaldıramayacağım bir ağırlık çöküyor üzerime.
Mücadelemdeki yalnızlığım, tarihin en büyük ordusu gibi gözümü korkutuyor. Uykusundan yeni uyanmış bir kedinin uzun uzun esneyişlerini, akşamın bu saatinde bile hâlâ çalışmaya tezgâhlarını açık tutmak zorunda olan manavları, insan sıcaklığının terk ettiği parkların yalnızlığını görüyorum. Reşat Nuri Sahnesi'ne gelirken gördüğüm durumların bende oluşturduğu imgeler ve salondan içeri girdiğim andan itibaren gördüğüm durumların bendeki imgeleri ve bu imgelerin salondaki insanların üzerindeki yapay görüntüleri, doğal insan hâllerine hiç benzemiyorlar.
Salonda, çok farklı bir gezegenden gelmiş gibi davranan seçkin(?!) insanlar var. Elime oyunun tanıtmalığı geçiyor, tanıtmalığa baktığımda, anlık bir şaşkınlık yaşıyorum; Uyarlayan-Yöneten: Hülya Karakaş! Bu yönetmen, "Dullar" oyununun da yönetmeni değil miydi? Evet, öyleydi. Yine aynı yönetmenin oyununa denk gelmişim. Bu beni heyecanlandırmıyor; çünkü "Dullar"ı sevmeyip, "Dullar"; bir "lunapark metni" olmanın ötesine asla geçememiş, mesaj kaygısı gütmeyen yüzeysel bir eğlencelik! başlıklı bir de eleştiri yazmıştım. Tanıtmalığın altında ayrıca "İlk oyun: 26 Ocak 2011 Fatih Reşat Nuri Sahnesi" yazıyor. Farkında olmadan, hayatımın ilk galasına gelmiş oluyorum. Sonra, her zaman olduğu gibi ışıklar sönüyor ve tabii ki oyun başlıyor!
Hülya Karakaş, sanırım tiyatroda kendi tarzını oluşturmaya çalışıyor: Birbirinden bağımsız farklı öyküleri kolaj hâlinde birleştirerek bir oyun hazırlamak istiyor. Çatışmasız, karakter değişimi olmayan, bir oyun(?!) anlayışı bu. Zira "Dullar" da, "Aşk Halleri" de bu tarz oyunlar(?!). Biraz zorlarsak, "Dullar"ın dram versiyonu; "Aşk Halleri" diyebiliriz. Şunu da belirteyim; "Aşk Halleri", "Dullar"a (tabiri caizse) beş basar! Ama bu "Aşk Halleri"nin iyi bir oyun olduğunu değil, "Dullar"ın, kötü oyun olan "Aşk Halleri"nden de kötü bir oyun olduğunu gösterir.
Oyunun (dil ve el alışkanlığı nedeniyle "oyun" diyorum) daha en başında, "Uğurlar Olsun" şarkısını ve hemen ardından, şu meale gelen politik mesaj verme kaygılı repliği duyuyoruz;
"Doğusuyla batısıyla bu vatan bizim!"
Haydaaa! "Alâkaya maydanoz" yada "dam üstünde saksağan vur beline kazmayı"... Nereden geldik şimdi buraya? Oyuncu, neden oyunun daha en başında bunu söyledi; onu, biz izleyiciler asla bilemiyoruz. Ama, belki de, son dönemlerde verilen en klişe mesajın bu olduğunu biliyoruz:
"Doğusuyla batısıyla bu vatan bizim!"
Eee, yani? Bunu söylemeye şimdi ne hacet var? "Politik mesaj vereyim, ama bu mesaj tehlikeli olmasın!" diye alâkasız bir yerden fırlayan bir replik bu. Gereksiz, çok gereksiz bir tutum bu!!! Bu mesajı, ya oyun içinde alt metin olarak vereceksin (ki bu tarz bir alt metin yoktu oyunda, hatta bir daha bu sularda hiç yüzmedi öyküler) yada hiç bu işlere bulaşmayacaksın. Yoksa çok eklektik ve çok boş bir slogan atmanın ötesine asla geçemezsin.
Oyun(?!), Nezihe Meriç’in "Yandırma" ve "Gülün İçinde Bülbül Sesi Var" öykülerinden yola çıkılarak hazırlanmış. Bu öyküler, kesitler hâlinde, bazı bölümleri hariç, gayet iyi bir hikâye anlatma yöntemiyle izleyicilere "kavratılıyor". Hülya Karakaş, iyi öyküler seçmeyi ve titizlikle seçtiği bu öyküleri başarıyla dramatize etmeyi başarmış.
Sahneye yansıyan Neşet Ertaş türküleri, çok yerinde ve öykülere uygun olarak kullanılmış. Neşet Ertaş türkülerini seven biri olduğum için, en azından benim çok hoşuma gitti bu uygulama.
Oyunun bir yerinde, karakterin telefonu çalıyor ve oyuncu telefonu açarken, bir senkron (eş zaman) kayması yaşıyoruz. Yani, arkadan gelen telefon sesi bitmesine rağmen, oyuncu telefonu bir iki saniye geç açıyor. Bu ve buna benzer ufak tefek birkaç hatâ vardı; ama bunun bir ilk oyun olduğunu hesaba katarsak, bu hatâlar pek de önemli değil.
Obje-Dekor-Kostüm, "Dullar"da olduğu gibi gayet başarılı.
Oyuncular hakkında...
Burcu Çoban; abartılı olmayan, insanı boğmayan, doğal oyunculuğuyla ilgimi çekti. Cemal Ahhan Şener ve Nurdan Kalınağa; bu alçakgönüllü oyunculuk tavırlarını sürdürebilirlerse, gelecekte çok başarılı oyuncular olmaya adaylar. Televizyonlarda kendilerini kirletmezlerse, tiyatroda adlarını olumlu anlamda duyurabilirler. Caner Bilginer, Eftal Gülbudak ise vasat bir oyunculuk sergilediler. İleride sergileyecekleri oyunlarda açılacaklarını umuyorum.
Nezihe Meriç’in hikâyelerinin iyi olması, iyi oyunculuklar ve Neşet Ertaş türküleri, metni oyun havasına sokabiliyor. Ama bu, kesinlikle yeterli değil! Bu malzemeyle, çok daha iyi bir oyun hazırlanabilirdi. İnsana çok bir şey katmayan, hafif siklet bir oyundu izlediğimiz. Kolaj hâlinde, çatışmasız, karakter değişimi olmayan bir tiyatro uygulamasını pek benimseyemiyorum. Bu yüzden, ikinci defa bu tarz bir Hülya Karakaş oyunu izledikten sonra, bu tür tiyatroyu başarılı bulmadığımı belirtmek isterim. Ama Hülya Karakaş’ın emeğini de asla göz ardı edemem.
Oyundan çıkıp, otobüs durağına giderken, aklımda oyuna dair düşünecek pek bir şey yoktu. Oyun, beni etkilemedi, sarsmadı, yüzüme sular savurmadı. Belki böyle bir iddiası yoktu oyunun, ama böyle bir iddiası olmalıydı. Böyle bir dünyada arka arkaya iki defa bu tarz "lunapark" oyunları hazırlamaya hakkımız olmamalı! Oyundan çıkıp otobüs durağına gidene kadar, son derecede ıslandım. Sırılsıklam oldum. Peki bunca ıslanmama, sırıksıklam olmama değdi mi oyun? Hayır, asla değmedi. İzlediğime pişman mıyım? Hayır, asla değilim. Hiç kimseye "bu oyuna mutlaka gidin", demem, diyemem. Sadece ve sadece, oyuna gitmeden önce, tiyatro anlayışınızı, beklentilerinizi gözden geçirip öyle karar vermenizi tavsiye ederim.
Otobüs duraktan kalkarken, durağın tenha köşesinde kirli battaniyesiyle ısınmaya çalışan ve soğuktan donmamak için hayatla savaşan adamın düşlerini düşündüm. O düşlerde "Aşk Halleri" yoktu.
***
Ayrıca bakınız:
"facebook bataklığı"nda sanal muhalefet yapmak yerine, sosyalist kimlikli Bulunmaz Tiyatro'da kendini var eden Oğuzcan Önver, şimşek hızıyla üretiyor!
Her ne kadar "Oğuzcan pabucu yarım, gel facebook'a oynayalım" imgesini içerse de şair Serkan Engin'in samimî duygularla kaleme aldığı yazıyı okuyunuz!
Önce tavuk vardı; tavuktan yumurta, yumurtadan civciv çıktı; civciv piliç, piliç tavuk oldu! Sağlam yumurtalar, çürük demokrasinin üzerine fırlatıldı!
Bulunmaz Tiyatro sanatçılarından Oğuzcan Önver'le Ahmet Özkara 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü'nde çift sarılı yumurta atma provalarına başladılar!
facebook'a üye olmak yada olmamak, işte bütün mesele bu!
***
Aşka bir hâller olurken, biz beklentilerimizi karşılayamıyoruz!
Oğuzcan Önver
26 Ocak 2011
Kuru bir soğuk hüküm sürüyor bu akşam bütün İstanbul'da... Kuru soğuğun hükümranlığına aldırmadan, evden çıkıp İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Fatih Reşat Nuri Sahnesi'ne, Aşk Halleri adlı oyunu izlemeye gidiyorum. Biletleri, Bulunmaz Tiyatro sanatçılarından, aynı zamanda ECEL dizisinde Geyşan rolüyle oyunculuk yapan arkadaşım Elif Özoğul almış. Oyunu izleyinceye dek, oyun hakkında hiçbir bilgim yoktu. Oyunun yönetmeni kimmiş, oyunun konusu neymiş, oyunu kimler oynuyormuş, bunların hepsinden tamamıyla habersizdim.
İçine kuru soğuğu geçirmeyen tramvaydan Beyazıt durağında iniyorum. Kuru soğuğun hükümranlığını azaltan hafif bir yağmur yağmaya başlıyor. Beklediğim bir yağmur değil bu; çünkü şemsiyem yok, çünkü ıslanmaya başlıyorum. Ellerim, ceplerimde olmasına rağmen üşüyor. Aklımda bir sürü düşünce ve karmaşık duygular var. Bir ara İstanbul'da bulunduğumu unutup, kendimi Kuzey Afrika'a gibi hissediyorum; yoğun bir şekilde, Mısır’daki ayaklanmayı düşünüyorum. Acaba bu ayaklanma, emperyalizm karşıtı bir devrime dönüşür mü? Bizim ülkemizde neden böyle şeyler olmuyor? Kuru soğuğu yeniden duyumsarken hayıflanıyorum. Kendi kendime nedenler üretiyorum; Bir kere bizde bu işi yönetebilecek adam gibi bir parti yok, lider görevini üstlenebilecek adam gibi biri yok, "herkes" deli gibi televizyon izliyor, McDonalds barınağından, Starbucks sığınağından çıkmıyor vs…
Örneğin EZEL dizisini, örneğin EZEL dizisinde oynayan(?!), halkın yakıcı istemlerine karşıt Haluk Bilginer'in anlamsız, düzeysiz oyunculuğunu(?!) izlerseniz ayaklanma değil, ayaklanmanın sayıklaması bile olmaz tabii. Kendimce nedenler üretiyor ve ikna ediyorum kendimi. Bütün bunları düşündükçe kaldıramayacağım bir ağırlık çöküyor üzerime.
Mücadelemdeki yalnızlığım, tarihin en büyük ordusu gibi gözümü korkutuyor. Uykusundan yeni uyanmış bir kedinin uzun uzun esneyişlerini, akşamın bu saatinde bile hâlâ çalışmaya tezgâhlarını açık tutmak zorunda olan manavları, insan sıcaklığının terk ettiği parkların yalnızlığını görüyorum. Reşat Nuri Sahnesi'ne gelirken gördüğüm durumların bende oluşturduğu imgeler ve salondan içeri girdiğim andan itibaren gördüğüm durumların bendeki imgeleri ve bu imgelerin salondaki insanların üzerindeki yapay görüntüleri, doğal insan hâllerine hiç benzemiyorlar.
Salonda, çok farklı bir gezegenden gelmiş gibi davranan seçkin(?!) insanlar var. Elime oyunun tanıtmalığı geçiyor, tanıtmalığa baktığımda, anlık bir şaşkınlık yaşıyorum; Uyarlayan-Yöneten: Hülya Karakaş! Bu yönetmen, "Dullar" oyununun da yönetmeni değil miydi? Evet, öyleydi. Yine aynı yönetmenin oyununa denk gelmişim. Bu beni heyecanlandırmıyor; çünkü "Dullar"ı sevmeyip, "Dullar"; bir "lunapark metni" olmanın ötesine asla geçememiş, mesaj kaygısı gütmeyen yüzeysel bir eğlencelik! başlıklı bir de eleştiri yazmıştım. Tanıtmalığın altında ayrıca "İlk oyun: 26 Ocak 2011 Fatih Reşat Nuri Sahnesi" yazıyor. Farkında olmadan, hayatımın ilk galasına gelmiş oluyorum. Sonra, her zaman olduğu gibi ışıklar sönüyor ve tabii ki oyun başlıyor!
Hülya Karakaş, sanırım tiyatroda kendi tarzını oluşturmaya çalışıyor: Birbirinden bağımsız farklı öyküleri kolaj hâlinde birleştirerek bir oyun hazırlamak istiyor. Çatışmasız, karakter değişimi olmayan, bir oyun(?!) anlayışı bu. Zira "Dullar" da, "Aşk Halleri" de bu tarz oyunlar(?!). Biraz zorlarsak, "Dullar"ın dram versiyonu; "Aşk Halleri" diyebiliriz. Şunu da belirteyim; "Aşk Halleri", "Dullar"a (tabiri caizse) beş basar! Ama bu "Aşk Halleri"nin iyi bir oyun olduğunu değil, "Dullar"ın, kötü oyun olan "Aşk Halleri"nden de kötü bir oyun olduğunu gösterir.
Oyunun (dil ve el alışkanlığı nedeniyle "oyun" diyorum) daha en başında, "Uğurlar Olsun" şarkısını ve hemen ardından, şu meale gelen politik mesaj verme kaygılı repliği duyuyoruz;
"Doğusuyla batısıyla bu vatan bizim!"
Haydaaa! "Alâkaya maydanoz" yada "dam üstünde saksağan vur beline kazmayı"... Nereden geldik şimdi buraya? Oyuncu, neden oyunun daha en başında bunu söyledi; onu, biz izleyiciler asla bilemiyoruz. Ama, belki de, son dönemlerde verilen en klişe mesajın bu olduğunu biliyoruz:
"Doğusuyla batısıyla bu vatan bizim!"
Eee, yani? Bunu söylemeye şimdi ne hacet var? "Politik mesaj vereyim, ama bu mesaj tehlikeli olmasın!" diye alâkasız bir yerden fırlayan bir replik bu. Gereksiz, çok gereksiz bir tutum bu!!! Bu mesajı, ya oyun içinde alt metin olarak vereceksin (ki bu tarz bir alt metin yoktu oyunda, hatta bir daha bu sularda hiç yüzmedi öyküler) yada hiç bu işlere bulaşmayacaksın. Yoksa çok eklektik ve çok boş bir slogan atmanın ötesine asla geçemezsin.
Oyun(?!), Nezihe Meriç’in "Yandırma" ve "Gülün İçinde Bülbül Sesi Var" öykülerinden yola çıkılarak hazırlanmış. Bu öyküler, kesitler hâlinde, bazı bölümleri hariç, gayet iyi bir hikâye anlatma yöntemiyle izleyicilere "kavratılıyor". Hülya Karakaş, iyi öyküler seçmeyi ve titizlikle seçtiği bu öyküleri başarıyla dramatize etmeyi başarmış.
Sahneye yansıyan Neşet Ertaş türküleri, çok yerinde ve öykülere uygun olarak kullanılmış. Neşet Ertaş türkülerini seven biri olduğum için, en azından benim çok hoşuma gitti bu uygulama.
Oyunun bir yerinde, karakterin telefonu çalıyor ve oyuncu telefonu açarken, bir senkron (eş zaman) kayması yaşıyoruz. Yani, arkadan gelen telefon sesi bitmesine rağmen, oyuncu telefonu bir iki saniye geç açıyor. Bu ve buna benzer ufak tefek birkaç hatâ vardı; ama bunun bir ilk oyun olduğunu hesaba katarsak, bu hatâlar pek de önemli değil.
Obje-Dekor-Kostüm, "Dullar"da olduğu gibi gayet başarılı.
Oyuncular hakkında...
Burcu Çoban; abartılı olmayan, insanı boğmayan, doğal oyunculuğuyla ilgimi çekti. Cemal Ahhan Şener ve Nurdan Kalınağa; bu alçakgönüllü oyunculuk tavırlarını sürdürebilirlerse, gelecekte çok başarılı oyuncular olmaya adaylar. Televizyonlarda kendilerini kirletmezlerse, tiyatroda adlarını olumlu anlamda duyurabilirler. Caner Bilginer, Eftal Gülbudak ise vasat bir oyunculuk sergilediler. İleride sergileyecekleri oyunlarda açılacaklarını umuyorum.
Nezihe Meriç’in hikâyelerinin iyi olması, iyi oyunculuklar ve Neşet Ertaş türküleri, metni oyun havasına sokabiliyor. Ama bu, kesinlikle yeterli değil! Bu malzemeyle, çok daha iyi bir oyun hazırlanabilirdi. İnsana çok bir şey katmayan, hafif siklet bir oyundu izlediğimiz. Kolaj hâlinde, çatışmasız, karakter değişimi olmayan bir tiyatro uygulamasını pek benimseyemiyorum. Bu yüzden, ikinci defa bu tarz bir Hülya Karakaş oyunu izledikten sonra, bu tür tiyatroyu başarılı bulmadığımı belirtmek isterim. Ama Hülya Karakaş’ın emeğini de asla göz ardı edemem.
Oyundan çıkıp, otobüs durağına giderken, aklımda oyuna dair düşünecek pek bir şey yoktu. Oyun, beni etkilemedi, sarsmadı, yüzüme sular savurmadı. Belki böyle bir iddiası yoktu oyunun, ama böyle bir iddiası olmalıydı. Böyle bir dünyada arka arkaya iki defa bu tarz "lunapark" oyunları hazırlamaya hakkımız olmamalı! Oyundan çıkıp otobüs durağına gidene kadar, son derecede ıslandım. Sırılsıklam oldum. Peki bunca ıslanmama, sırıksıklam olmama değdi mi oyun? Hayır, asla değmedi. İzlediğime pişman mıyım? Hayır, asla değilim. Hiç kimseye "bu oyuna mutlaka gidin", demem, diyemem. Sadece ve sadece, oyuna gitmeden önce, tiyatro anlayışınızı, beklentilerinizi gözden geçirip öyle karar vermenizi tavsiye ederim.
Otobüs duraktan kalkarken, durağın tenha köşesinde kirli battaniyesiyle ısınmaya çalışan ve soğuktan donmamak için hayatla savaşan adamın düşlerini düşündüm. O düşlerde "Aşk Halleri" yoktu.
***
Ayrıca bakınız:
"facebook bataklığı"nda sanal muhalefet yapmak yerine, sosyalist kimlikli Bulunmaz Tiyatro'da kendini var eden Oğuzcan Önver, şimşek hızıyla üretiyor!
Her ne kadar "Oğuzcan pabucu yarım, gel facebook'a oynayalım" imgesini içerse de şair Serkan Engin'in samimî duygularla kaleme aldığı yazıyı okuyunuz!
Önce tavuk vardı; tavuktan yumurta, yumurtadan civciv çıktı; civciv piliç, piliç tavuk oldu! Sağlam yumurtalar, çürük demokrasinin üzerine fırlatıldı!
Bulunmaz Tiyatro sanatçılarından Oğuzcan Önver'le Ahmet Özkara 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü'nde çift sarılı yumurta atma provalarına başladılar!
facebook'a üye olmak yada olmamak, işte bütün mesele bu!