21 Temmuz 2008 Pazartesi

Sanat nedir, ne işe yarar? Sanattan anlamak için, düşünürler gerekir mi?

Hilmi Bulunmaz
22 Temmuz 2008

Ben, hemen hemen tüm yazılarımı doğaçlama yazarım. Benim yazılarım, bilimsel olmaktan çok, sanatsaldır. Bilimi bir beslenme gereci olarak görmeme karşın, bilimsel yazılar yazabilme yeteneğine sahip olan biri değilim…

İyi bir konuşmacı olmama karşın, Sanat Cephesi dışında pek bir kurum, kuruluş beni çağırmıyor. Sanat Cephesi iki kez konuşma yapmam için dâvet etti. Birincisi Hadi Çaman Tiyatrosu'nda ve diğeri Mezopotamya Kültür Merkezi'ndeydi. (Bakınız: Kültür-Sanat Konferansı) Her ikisinde de uzmanlığım gereği, tiyatro odak noktasında olmak üzere, sanatsal düzlemde konuştum. Bugün yine çağrılsam, yine sanatsal konuşma yaparım. Bilimsel gereçlerden yararlanmama karşın, sanatsal düzlemde konuşmayı yeğliyor, sanatsal bağlamda irdeleme yapıyor, sanatsal savaşımı seviyorum. Bu benim ayrıcalığım değil; yeteneğim…

Gelelim başlıktaki sözcüklerin birleşerek oluşturduğu düşünsel açımlamaya… Başlığa yazdığım "Sanat nedir? Ne işe yarar?..." sözlerinin içerdiği düşünceyi sizlere rahatça açıklayabileceğimi sanmıyorum. Çok zor açıklayabileceğim yada hiç açıklayamayacağım!... Böyle olmasına karşın, neden o başlığı attım?... Tek bir nedeni var; açıklama isteği duymak. Peki, açıklayamama korkum nereden kaynaklanıyor?... Şimdiye dek, çok basit görünmesine karşın, fakat sert kaya olan "sanat" sözcüğünü rahatça açıklayabilen düşünüre pek rastlamadım. "Sanat" sözcüğüne ve bu sözcüğün girdiği bağlamlardaki tümcelere rahatça yaklaşabilen ender insanlardan biri; Tolstoy…

Rus sanat adamı (aslında düşünürü de) Tolstoy, sâdece Lenin'e değil; yaşama değgin sorunsalı olan herkese yol gösteren bir fâni…

Türkiye İş Bankası Yayınları tarafından yayımlanan; Tolstoy'un "Sanat Nedir?" kitabını, dilimize Mazlum Beyhan çevirdi. Son derecede hoş bir çeviri. Bu kitabı, defâlarca okudum. Yine okuyacağım. Sadece Rus toplumunun sanatsal sorunlarıyla ilgiliymiş gibi algılanmaya elverişli bir kitap olmasına karşın, biraz gayret edildiğinde, hiç de belli bir coğrafyayla sınırlı olmayan bir düşünce ürünü olduğu ortaya çıkıyor kitabın. "Yüz yıl önce Rusya'da sanatın toplumsal durumu" gibi okunabildiği gibi, örnekse "Yirmi birinci Yüzyıl'da Türkiye" olarak da okunabilen bir kitap. Her ne denli finans kapitalin yayımladığı bir kitap olsa da, bu kitabı mutlaka okumanızı öneririm…

Kitabın arka kapağına düşülen notu aktaralım:

"Lev Nikolayeviç Tolstoy (1829 - 1910): Anna Karenina, Savaş ve Barış, Diriliş gibi romanların büyük yazarı, ömrünün son otuz yılında kendini tümüyle kuramsal çalışmalara vermiş, insan, aile, din, devlet, toplum, özgürlük, sanat, estetik gibi konular üzerinde yazmaya yönelmiştir."

Şu ânda bile, dünyanın önde gelen yazarlarından bir olan Tolstoy, dünyanın en güzel romanlarını yazabilecek donanıma sahip olmasına karşın, birden bire roman yazmayı bırakıp, roman da içinde olmak üzere, tüm sanatsal dünyayı ameliyat masasına yatıran bir çabaya giriyor. Kendi yapıtlarının birçoğu da içinde olmakla birlikte, sanat yapıtlarının, salt egemen ve kanıksanmış düşünceye payanda olduğunu algılayarak, sanatsal çalışmaların bir avuç kıçı kırık egemene değil; tüm insanlığa hizmet etmesi gerektiğini dile getiren kuramsal çalışmalara "tutsak" oluyor. Bu çabasının en önemli yapıtı da "Sanat Nedir?"

Doğal ki, benim burada amacım; Türkiye İş Bankası reklâmı yapmak değil: "Sanat Nedir?" sorusunu sorabilen ve bu soruyu yanıtlayabilmek için onlarca yılını "tutsak" etmiş bir düşünürü anlayabilme çabası…

Yine kitabın arka kapağından bir paragraf aktaralım:

"Sanat Üzerine, Tolstoy'un kuramsal yapıtları arasında dikkati çekici bir yere sahiptir. İlk kez 1897'de yayımlandı. Rusya'da hep sansüre uğradı. Sansürsüz ilk baskısı 1898 yılında Londra'da, İngilizce olarak yapıldı; Tolstoy da bu baskıya bir önsöz yazdı. On beş yıllık yoğun bir çalışmanın ürünü olan Sanat Üzerine yazarın üzerinde en fazla uğraştığı yapıtıdır."

Yukarıdaki paragrafta bulunan "Sanat Üzerine" sözcüklerini; "Sanat Nedir?" diye okuyabilirsiniz…

Kendi toplumunu gerçekçi bir dille anlatan yazarların başında gelen Tolstoy da sansür edilir. Benim de onlarca yıl tiyatrom yasaklandığı; sansür edildiği, engellendiği için, Tolstoy'u çok iyi anlayabiliyorum…

"Mükemmeliyetçilik" konusuna fazla takan egemen sanatçıları acımasız bir dille yargılayan Tolstoy, ayrıcalıklı kişilerin değil; tüm toplumun sanat yapmasını arzu ediyor. Buna çaba harcıyor. Bunun için ömrümü vakfediyor…

Bakınız, mükemmel sanattan yana olan ayrıcalıklı insanları eleştirdiği yazısının bir bölümünde Tolstoy diyor ki:

"Bizim şu imtiyazlı sanatımızın savunucularının öne sürdükleri şeyler kısaca bunlar; ama bana kalırsa bu söylediklerine kendileri de inanmıyorlar, çünkü bizim o ince sanatımızın varlığını halk yığınlarının içinde bulunduğu kölelik koşullarına borçlu olduğunu ve bu kölelik sürdükçe var olabileceğini bilmiyor olamazlar; keza yazar-müzisyen, dansçı-oyuncu gibi sanat erbabının da sanatlarında o kusursuz incelik düzeyine ulaşmaları ve birbirlerinden incelikli sanat yapıtları ortaya koyabilmeleri ancak işçilerin soluk almamacasına çalışmaları sayesindedir; yine bu incelikli sanat yapıtlarını değerlendirebilecek ince zevkli topluluğun da ancak işçilerin dur durak bilmeyen çalışmaları sayesinde var olabileceğini unutmamak gerek. Sermayenin boyunduruk altında tuttuğu köleler özgürleşmeyegörsünler, ne böylesi ince sanatlar kalır ortada, ne ince sanatlardan anlayan ince topluluklar." (Sayfa: 74)

"Sanat Nedir?" kitabını yüzeysel bir bakış açısıyla okuduğumuzda, Tolstoy'un “dinci” bir bağlamda düşündüğü ve davrandığı sanılabilir. Dinsel temayı önemsese de, son çözümlemede emekçilerden yana tavır alıyor Tolstoy…

Geleceğin sanatıyla, günümüz sanatının arasındaki düşünce farklılıklarını dile getiren Tolstoy, bizce çok önemli sözler söylüyor:

"Geleceğin sanatının, günümüzün sanatından bir farkı bu olacaktır. Bir başka farksa, geleceğin sanatının ürettikleri işlere karşılık para alan ve sanattan başka bir şeyle uğraşmayan profesyonel sanatçılar tarafından üretilmeyecek olmasıdır. Geleceğin sanatının üretiminde bütün halk yer alacaktır; ve bu insanlar ne zaman gereksinim duyarlarsa, o zaman katılacaklardır sanat etkinliklerine." (Sayfa: 214)

Bizce, sosyalist (yada komünist) sanatla, kapitalist sanat anlayışlarını tanımlayan Tolstoy, dinsel temalardan soyutlandığında, son derecede benimsenmesi gereken bir düşünür olarak "keşfedilmeyi" bekliyor…

Tiyatrocuların "taptığı", "peygâmber" olarak algıladığı Shakespeare'i de eleştirebilme cesâreti ve donanımına sahip olan Tolstoy, bakınız kitabında önemli bir yer tutan bu "peygâmber" için ne diyor:

"Shakespeare'in oyun kişileri yalnızca zamana ve mekana uymayan, hemen hep imkânsız trajik durumları yaşayan insanlar olmakla kalmazlar, aynı zamanda kendi kişiliklerine, karakterlerine özgü olmayan, tümüyle keyfî davranışlar sergilerler. Shakespeare'in oyunlarında karakterlerin çok güzel çizildiği söylenegelmiştir; Shakespeare karakterleri, denilmiştir, hem son derece açık, nettirler, hem de yaşayan insanlar gibi çok yönlüdürler; bunun da ötesinde, bir yandan belli bir insanın özelliklerini yansıtırken, bir yandan da 'genel olarak' bütün özellikleriyle insanı yansıtırlar. Çok duyulan sözlerden biri de Shakespeare karakterlerinin mükemmelliğin doruğu olduğudur. Herkesin hep büyük bir özgüvenle, söz götürmez, îtiraz kabûl etmez bir gerçeklikmiş gibi yineleyip durduğu bir sözdür bu. Bu sözü kendi adıma da doğrulamak için nice çaba harcadımsa da Shakespeare oyunları bana hep bunun tersini kanıtladı." (Sayfa: 332)

Her şeyi olduğu gibi, sanatı da Batı'dan ithal eden burjuvazimiz, doğal ki Shakespeare'i bir "peygâmber" olarak görecekti. Öyle de yaptı…

Özetle, Tolstoy'un evreninde somut olan bir durum var: Emekçilerden yana olmak. Emekçilerin de sanat yapma haklarını savunmak. Emekçilerin, iktidarı hak ettiğini duyumsatmak:

"(...) Eğitime, bütün halkı eğitimden geçirebilmek için gerekli kaynağın ancak yüzde birini ayırabilen Rusya'da hükümet sanatı desteklemek adına akademilere, konservatuvarlara, tiyatrolara milyonlar akıtmaktadır. Fransa sanata sekiz milyon ayırırken, Almanya ve İngiltere'nin de bu miktarda bir katkı sağladıkları görülüyor. Her büyük kentte müze, akademi, konservatuvar, tiyatro okulu, konser salonu, gösteri merkezi adı altında son derece büyük, göz alıcı binâlar yapılıyor. Yüz binlerce işçi, zanaatçı: doğramacı, duvarcı, boyacı, marangoz, kaplamacı, kuyumcu, dökümcü, dizgici, terzi, berber... sanatın isterlerini yerine getirmek için ağır çalışma koşulları altında ömürlerini tüketiyor. İnsanoğlunun, bunca güç, kaynak tüketen -sanat dışında- tek bir etkinlik alanı vardır ve o da savaştır. (...)" (Sayfa: 4)

Emekçilerin sanatsal haz duygusundan yoksun kalması için savaşım veren burjuvazi, ayrıcalıklı kişilere tanıdığı sanat yapma hakkına verdiği destekle, aynı zamanda emekçilere savaş açmış oluyor…

Bugün Türkiye'de tiyatrolar; Kültür Bakanlığı Çanağı yalamadan, Efes Pilsen Tezgâhtarlığı yapmadan oyun sahneleyemiyor. Çünkü, tümü kapitalizmin tutsağı, kölesi, piyâdesi… Oysa emekçilerin iktidarında herkes sanat yapabilecek donanıma sahip olacak…

***

Yukarıdaki yazıyı 21 Temmuz 2008 tarihinde yazdım. Bugün (30 Temmuz 2008), bir ek yazı yazma gereksinimi duydum...

Burjuvazinin egemenliğini sürdürmesi için gereksinme duyduğu sadaka kurumuna da değinmem gerekiyor. Sanata gereksinen burjuvazi, bu alanı da, tıpkı dini kullandığı gibi, bir afyon olarak kullanıyor. Kitleleri uyutan din etmenine ulansa da, ulanmasa da sanatın gevşetici, uyuşturucu, insanı insanlıktan çıkarıcı boyutuna önem veren egemenler, devrimci sanatçılara sopa gösterirken, karşı devrimci sanatçılara da havuç sunmayı sürdürüyorlar...

Örnekse T.C. Turizm ve Kültür Bakanlığı Çanağını yalamadan tiyatro yapabilen, hemen hemen hiçbir profesyonel tiyatro yok!... Kültür Bakanlığı Çanağı'nda sunulan sadaka için tiyatro grupları bile kurulabiliyor...

Efes Pilsen biralarının gönüllü tezgâhtarlığını yapmayan tiyatroların yaşama şansı yok. Aşağı yukarı tüm profesyonel tiyatrolar, Efes Pilsen Kıyağıyla kendilerini var edebiliyorlar. Özellikle bir zamanlar devrimci duyguları kullanan Dostlar Tiyatrosu ve Ankara Sanat Tiyatrosu, bir yandan Kültür Bakanlığı çanağı yalarken, diğer yandan da Efes Pilsen Tezgâhtarlığı yapıyorlar. Hem de hiç kimse kendilerine silâh çekmemişken!...

Yirmi yıldır ayakta duran ve sürekli olarak örselenen Bulunmaz Tiyatro ise, Marksist dünya görüşünden ödün vermediği için, devletin saldırılarıyla karşı karşıya kalıyor. Oysa, Bulunmaz Tiyatro da, Kültür Bakanlığı Çanağı yalayıp Efes Pilsen Tezgâhtarlığı yapmayı göze alsa, egemenlerin hışmını üzerine çekmeyecek...

Bir de ödül kurumu var... O da tıpkı çanak yalamak ve tezgâhtarlık yapmak gibi, düzene eklemlenmeyi getiriyor. Özellikle tiyatro alanındaki ödüllerin tümü, kapitalizmi yeniden inşa etmek için kullanılıyor. Sanatçıların, halktan kopması ve sırça köşklerinde yaşamaları için oluşturulan ödül kurumu, biri yada birilerinin, öteki yada diğerlerinden üstün(!) olduğunu kanıtlama aracı olarak varlığını sürdürüyor...

Genco Erkal'dan tutun, yeni yetme kapitalizm tezgâhtarı tiyatro oyuncusuna dek, herkesin ödül kurumunun kucağına oturmak için savaşım verdiği tiyatro piyasasında, açıkça ve net biçimde, tüm ödüllere karşı çıkabilen bir tek profesyonel tiyatro var: Bulunmaz Tiyatro...

Siz, bir tiyatro oyuncusu yada yöneticisi olarak; Kültür Bakanlığı Çanağı yalayıp Efes Pilsen Tezgâhtarlığı yapar ve ödül alma peşinde koşarsanız, kendinizi televizyonlara daha iyi pazarlayabilirsiniz. İnsanları uyanıkken bile düş görmesini sağlayan, onları yaşam boyu sıkılacak limon olarak görüp posasını çıkaran televizyonların imge cambazı olan dizi oyuncuları, insanların ilelebet sömürülmesi için tüm benliklerini ortaya koyuyorlar. Okuyucular kusura bakmasın ama ben yine kendi tiyatromuzu gündeme getirmek zorundayım: Sâdece, Bulunmaz Tiyatro, oyuncularını televizyona pazarlamıyor. Bulunmaz Tiyatro dışında, tüm profesyonel tiyatrolar, oyuncularını televizyona pazarlamak için âdeta yarış hâlindeler!...

Başta Özdemir Nutku olmak üzere, burjuvazinin tiyatro egemenlerine karşı çıkmadan, Marksist tiyatroya kan taşımak olası değil. Başta Kültür Bakanlığı Çanağı'nı kırmak üzere, tüm sunulan havuçlara hayır demeden, halktan yana tiyatro yapmak olası değil. Tüm ödülleri kırıp tarihin çöplüğüne atmadan devrimci tiyatronun kilometre taşlarını inşa etmek olası değil...