9 Haziran 2011 Perşembe

Okumadan yayınladığımız yazıyı, daha sonra değerlendireceğiz!

Oyun'un notu: Bize "yanıt hakkı" olarak gönderildiğini düşündüğümüz yazıları, anında yayınlıyoruz. Çünkü biz, "sıfır sansür" yanlısı bir anlayışla yayıncılık yapıyoruz. Erbil Göktaş tarafından bize gönderilen aşağıdaki yazıyı, henüz okumamamıza karşın, hemen yayınlamamızın nedeni, "sıfır sansür" yanlısı oluşumuzdur.

Yazıdaki linkleri biz verdik!


***


GECEYARISI DERSLERİ: (HİLMİ BULUNMAZ'I KINAMAK!)

OĞUZCAN ÖNVER, TARTIŞMA ADABI VE "KARANLIK BİR SÖYLEM"E DAİR…


Erbil Göktaş
9 Haziran 2011


Hilmi (Bulunmaz) bravo!... Bana sonunda "bunu da yaptırdın", seni, senin deyiminle "esefle, hiddetle ve şiddetle" kınamam gerek ama bunu yapmayacağım; istersen sen kendini de, öğrencilerini de kınayabilirsin, bu sizin sorununuz… Çünkü; sitende yer alan Oğuzcan Önver'in salya sümük, kalemlerden ve klavyeden adeta "öç" alırcasına höykürdüğü 8 Haziran 2011 tarihli "Bizim, sizin karanlık derslerinize ihtiyacımız yok!" başlıklı saldırı, bir "yanıt yazısı" değildir; seni bunun için tekrar kınamam gerek ama kınamayacağım, isterseniz siz kendinizi kınayın, bu sizin sorununuz… Bu kesinlikle "düşünce özgürlüğü", "sosyalist" ya da "demokrat" bir tavır falan değil, Erbil Göktaş üzerinden "kendisini kanıtlamaya" çalışan, 18 yaşını bitirmediği için değil, gerçekten "reşit" olamamış bir "yeniyetme"nin nemalanma çabalarıdır; buna izin verdiğin için seni bir kez daha kınamam gerek ama bunu yapmayacağım, bu sizin sorununuz, yüreğiniz yetiyorsa siz KENDİNİZİ KINAYIN; çünkü tekrar ediyorum, bu, Erbil Göktaş'a ve Yeni Tiyatro Dergisi'ne yapılan “saldırı”nın “yanıt hakkı”yla hiçbir ilgisi yoktur; yetiştirmelerinden Oğuzcan Önver'le de bir ilgisi yoktur; çünkü benim yazımda Önver'in adı bir kez geçmektedir ve sadece "geçmiş olsun" dileklerimi iletmek için… "Geçmiş olsun" dileklerinde bulunan ve "bu tür olayların" tekrarlanmaması için uyarıda bulunan bir yazıya, böylesine "saldırı"yla karşılık verilmesi nasıl bir ruh halinin sonucudur? "Yanıt hakkı" burada, nerede Hilmi? Bu "çocuk" nereden çıktı?... O'na "asıl" söyleyeceklerimi telefonda ya da yüz yüze söyleyeceğim; şu an muhatabım sensin, çünkü bu çocuğu sen yetiştirdin ve en önemlisi bana ve Yeni Tiyatro Dergisi'ne olan saldırısını "senin sitende" yaptı.

Bu noktada aklıma 1977 yılında ODTÜ’de katledilen Ertuğrul Karakaya için yakılan bir ağıtın dörtlüğü geliyor; katleden kişinin adını değiştirerek aktarıyorum:

"Oğuzcan seni Oğuzcan seni / Yoz eğitmiş ustan seni
Arkasından vururlar mı / Sizde ‘arkadaş’ diyeni?"

Daha düne kadar benim de değer verdiğim, her şeyleriyle “hoş” gördüğüm, bu yetiştirdiğin hempaların önce kendini bilecek, sonra haddini bilecek!... Bilmiyorsa bildireceksin, bildiremiyorsan ben bundan seni sorumlu tutacağım ve faturayı sana keseceğim!... “Öderim, ne var canım?” diyorsan, ödeyemezsin Hilmi!... Ne sen, ne de başkaları bu kez keseceğim “faturaları” ödeyemezsiniz… “Başka yerde gider yayınlarlar” diyorsan, başkaları hiç ödeyemez; çünkü bu faturaların “maddi” karşılığı yoktur; “insan” olan, kendisine “geçmiş olsun” diyen birisine böyle davranamaz; “insan olan”, kendisiyle “bir kavle ortak” olana bu biçimde saldırılmasına izin veremez… İnsan olan kendisiyle “ortak bir kaderi” paylaşmak için “pek çok şeyi” elinin tersiyle iten birisini böyle arkadan vuramaz; geçmişte bunu bana Mustafa Demirkanlı yapmıştı, şimdi sen yapıyorsun; Demirkanlı'nın 2003’de, kendi deyimiyle "80 milyar tutan borçlarının ödenmesi” için üç yıl gecemi gündüzüme katarak “borçlarını ödemesi” için, aydın sorumluluğuyla nasıl çalıştıysam, Demirkanlı'nın seni ve Coşkun Büktel'i "linç" etmemesi için gecemi gündüzüme katarak ve her şeyi göze alarak karşı çıktım; "Gece Dersleri" böylesi bir iyi niyetin sonucudur; bunlara "Karanlık" diyenin yüreği karanlıktır, senin bunu söyletmemen gerekirdi; Ö. Faruk Kurhan'ın "Gece Sayıklamaları" söylemiyle aynı noktaya düştüğünüzün farkında mısın? "Gece Dersleri" için ne bedeller ödediğimi sen bilmiyor musun?...

1) Çalıştığım kuruma ve akademisyen arkadaşlarıma bana saldıran imzasız mektuplar gönderildi; amaç benim hakkımda soruşturma açtırtmak ve beni işten attırtmaktı. Eşimle aram bile bozulmak istendi…

2) Öğrencilerime çengel atılıp bana karşı kışkırtıldı; neyse ki o kadar "sağduyulu" öğrenciler yetiştirmişiz ki "bir-iki" istisna dışında bu "oyuna" gelen olmadı.

3) Ama bu "olay" dolayısıyla ama "başka" nedenlerle milyarlarca lira "maddi" kayba uğradım.

4) Her iki durumda da harcadığım mesaiyi "akademik yükselme" için gerekli olan "yabancı dili" geliştirmeye harcasaydım bugün adımın önünde başka ünvanlar olurdu; ama bundan sonra öyle yapacağım herhalde… Siz, "hepiniz" bana da saldırmaya, saldırılmasına izin vermeye devam edebilirsiniz… Ama yaşamımla bütünleşen, okuduğum binlerce kitabın bir sonucu olan "akademik kimliğime" laf edeni ve buna aracı olanları anasından doğduğuna bin pişman edeceğimi sana da bildiriyorum. O yanındaki "çocuk" bunları bilmiyorsa öğret; önce okumasını öğret; ona "Gece Dersleri" de yetmez, o yüzden "Geceyarısı Dersleri" de koydum, gecenin en koyu karanlığında, kararan ruhların bu derslere çok ihtiyacı var; Genel Yayın Yönetmeni yaptığın o çocuk, önce on fırın ekmek yiyecek, on kütüphane dolusu kitap okuyacak, 14 yaşından beri harçlığımdan keserek, maaşımdan artırarak, çoluk çocuğumun "rızkından keserek" aldığım ve bazılarını binlerce kez okuduğum yaklaşık yüz milyar harcayarak edindiğim on bin kitaba, bu kitapların ardındaki birikime saygı gösterecek; (param yetmediği için eşten dosttan aldığım ve kütüphanelerde okuduğum kitapları saymıyorum bile…) Saygı göstermiyorsa, "hakça" davranacak; biraz gecikerek de olsa kendisine "geçmiş olsun" diyen ve "savunan" birisine böylesine "köpekçe" saldırmayacak…. Bu nasıl bir söylemdir ya?... “Yanıt hakkı” bunun neresinde?... "Bir köpek, zincirinin sağladığı olanak kadar özgürdür!"… Bu ne demek Hilmi?... Birisi de kalkıp “sen böyle köpekçe davranırsan daha çok dayak yersin” derse ne olacak?... Kaldı ki “köpeklere” de haksızlık etmeyelim, köpeklerin çoğu “haksız” yere, durup dururken ve “kendisini seven” kimseyi ısırmaz.

5) "Kampanya" sürecinde bugün internette "google" arama motorunda Ö. Faruk Kurhan, A. Ertuğrul Timur, Mustafa Demirkanlı ve başkalarının yazdığı bir sürü “insafsız, izansız” yazı bulunmakta "Erbil Göktaş"la ilgili… Oysa ben hepsini seviyor ve kazanmak istiyordum, tıpkı Coşkun Büktel'i, Feridun Çetinkaya'yı ve seni de sevdiğim gibi… Ben en başta hümanistim, benim yüreğim geniş; eleştiri, tartışma ayrı; onu sonuna kadar yaparız; ama senin hempaların benim 30 yıldır “sevdiğim” Özdemir Nutku'ya olan “sevgimi” sorgulamaya kalkıp saldırmaya yelteniyorlar… Buna asla izin vermem; ben ne diyorum, Özdemir Hoca'ya eleştirilerinizi sağlam temellere oturtun; kaldı ki ben "kampanya" döneminde çok sevdiğim Özdemir Hoca'yı bile karşıma almaktan çekinmedim. Senin bu “çocuğa” ne oluyor? O kim oluyor? Senin yetiştirmelerin bunları, bu ödenen bedelleri görmemiş, okumamış olabilirler, çünkü okumuyorlar; iki-üç kitap, üç-beş dergi okuyup “ahkam” kesmeye kalkıyorlar; saldırınca bir “halt” olacaklarını sanıp kısa yoldan “şöhret” olmaya kalkıyorlar… Yazısının altındaki fotoğrafta “oyuncağını göğsüne koyup baak bunu ben yazdım” toyluğundan, çiğliğinden kurtulmasına bu “dersler” umarım vesile olur…

Evet, ben sadece “sizinle” ilgili olarak bu “bedelleri” ödedim; senin “çocuğun” diğer ödeyip ödemediğimi söylediği bedellere birazdan geleceğim… Yani Hilmi, karşılıklı harcanan bu enerjiler senin deyiminle “Türkiye Tiyatrosu” için harcansaydı, tiyatromuz bugün şaha kalkardı, Atatürk Kültür Merkezi, dört sahnesiyle birlikte ve Taksim Sahnesi çürümeye terk edilemezdi; ne Yeni Sahne ne de Harbiye Muhsin Ertuğrul yıkılamazdı; neyse ki “o cılız” muhalefete rağmen Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin “iyi kötü” “yenisi” yapılabildi; Üstün Akmen kendisini “dozerlerin önüne” atamadığı halde kurtarılabildi. Eğer o “kampanyadaki güçler” Türkiye Tiyatrosu’nun yapısal ve fiziksel sorunları için “bir araya” gelebilselerdi bugün tiyatromuz varolan sorunların girdabında boğulmamak için çırpınmazdı; bundan sen de sorumlusun; hiç “o konularda bilgisizim” savunmasına sığınma, sırf çok bariz bir örnek olduğu için hep AKM’yi örnek veriyorum, söyler misin AKM için kaç yazı yazdın, çektiğin “binlerce” videodan kaçında bu soruna değindin?...

Türkiye Tiyatrosu’nda “bu çocukların” yaşadığı “nahoş” duruma benden başka kim sahip çıktı?... Senin kızını sitesinde “malzeme” yaptı diye Burak Caney'i Yeni Tiyatro Dergisi'nde benden başka “binlerce kez” kim lanetledi?... Büktel'le Çetinkaya da lanetlemiş ya da eleştirmiş olabilirler, ama doğrudan senin kızın bağlamında ele alıp almadıklarını anımsayamadığım için öyle yazdım, bunu da belirteyim. "facebook" sana göre "bir bataklık" olabilir; ben "facebook hesabımı Coşkun Büktel'in önerisiyle” açtım; kendisine teşekkür ediyorum, çünkü bu “ortamı” bizler de kendi amaçlarımız için kullanabiliriz; nitekim ben de öyle yapıyorum, şarkılarımızı, oyunlarımızı, videolarımızı ve yazılarımızı paylaşıyorum; çünkü "facebook bir paylaşım sitesidir"… Senin “çocuk” (O.Ö.) hızını alamamış Can Yücel’e de saldırmış; "gerici duygular yayan 66. Sone’yi" ve bu sonenin Berliner Ensemble’da Robert Wilson ve diğer yorumları paylaşmamdan dolayı Can Yücel’e de saldırmış… Can Yücel yaşasaydı ne derdi biliyor musun, "gerici sensin, 66. Sone de…" diye bir devam ederdi ki anasından emdiği sütü burnundan getirirdi; O, kim ki yaşamını toplumcu mücadeleye koymuş Can Yücel’e "gerici" diyor? Başka yerde açıklamış olabilir, bu “sone”nin niçin “gerici” olduğunu açıklaması gerekmez mi … Okuyanların bu saldırısında “66. Sone”nin neden “gerici” olduğunu o anda öğrenmeleri gerekmiyor mu? Vay be, Can Yücel gerici, Robert Wilson, Ezginin Günlüğü gerici, bir tek senin “çocuk” “ilerici” öyle mi? Bir tek O, devrimci!... Ayrıca Mustafa Kemal’e de laf etmiş, o konuya girmeyeceğim, Kemalizm’in “sosyal devlet” projesiyle “kendine özgü sosyalizme” açıkken bunun nasıl önünün kesildiğini de anlatmayacağım. Ama ben, İşçi Partisi’ne üye falan olmadım, Ankara’ya falan gidip de partiye katılmadım; sadece Emperyalizm’e karşı projeleri için destek verdim ve “destek verenler” olarak adım yazılmıştır; bunu bile yanlış okumuşsunuz ya, helal olsun size… Ayrıca bu çocuğa söyle İşçi Partisi’nin programını okusun, bir zamanlar sen de İşçi Partiliydin. Aynı zaman da Grup Yorum da dinlemiyor muydun? Senin çocuğun deyimiyle, sen de mi “ikiyüzlüydün”? Bu çocuk kaç yüzlü?... Vay be Hilmi, “senin ki” binmiş bir külüstür kamyona, şehir içinde basıyor gaza, “devirmediği”, ezmediği kimse kalmamış; ağır ol evlat, biraz yavaş gel!... Biraz Sait Faik oku; “Bir İnsanı sevmekle başlar her şey”… İnsanları sev, doğayı sev, hayvanları da!

Evet Hilmi, bu mantıkla gidersen, "facebook bir bataklık" diye “yer almak istemiyorum” dersen, ben de “kapitalist düzen ne peki?” diye sorarım; “yaşamayın o zaman” dersem haksız mı olurum?... Kaldı ki sen de “kapitalist düzenden” 50 yaşından sonra da olsa, çektiğin onca sıkıntıdan sonra da olsa, kendi isterlerin doğrultusunda yararlanmıyor musun? Onu “değiştirip dönüştürmeyi düşündüğün gibi, "facebook"u da niye aynı biçimde düşünmüyorsun?... Bu senin “çocuk”, kusura bakma ikide bir “senin çocuk” diyorum çünkü bu çocuk, senin yaşadığın “acıları” sanki kendisi yaşamış gibi, düşünce özgürlüğü adına, benim yaşayıp yaşamadığımı soruyor; maddeler halinde yazmış, ben de maddeler halinde anlatayım:

1. "Senin kurmuş olduğun tiyatro mekânları, polis tarafından hiç basılıp mühürlendi mi?" Diyor, evet, benim kurduğum değil ama benim çalıştığım dernekler, bürolar 1980 öncesinde taşlı sopalı saldırıya uğrayıp bombalandı bile… Sevgili Türkiz arkadaşım, İzmir -Menemen’de olayı seyreden polislere “görevinizi yapın” diye bağırırken, ben de protesto edenlerin içindeydim, 15 yaşımda… Yine Şirinyer’de çalıştığımız dernek bombalanmıştı da, olay sonrası her şeye inat onlarca kişi toplanıp Muğlalı Tufan Doğu’nun seminerine katılmıştık, kelle koltukta… Çünkü ağabeylerimiz ablalarımız “tekrar saldırı olur” diye kendileri “güvenlik önlemleri” almışlardı. 18 Mayıs 1984’de Menemen Halk Eğitimi Merkezi’nde sahnelediğim Ferhan Şensoy’un “Şahları da Vururlar” oyunu Sıkıyönetim Komutanlığı’nca yasaklandı ve benim işime son verildi. Oysa Ferhan Şensoy, İstanbul’da bu oyunu oynuyordu; üstelik İlçe Milli Eğitim Müdürü, Halk Eğitimi Müdürü bana “iş” verdikleri gibi bu oyun için izin de vermişlerdi. Ancak ilk gece Sıkıyönetim Komutanı, askeri ve mülki erkan 1. Perde’yi izleyip 2. Perde için “siyasi ve argo sözleri” çıkarmamı isteyip ben çıkarmayınca oyunun tüm gösterimlerini yasaklamakla kalmadılar, işime bile son verdiler. Milli Eğitim ve Halk Eğitimi müdürleri beni savunmasalardı, sorguya bile çekilmem işten bile değildi; bu sorguyu yaşayamadığım için özür dilerim, o zaman “devrimci” olurdum herhalde?... Yine 1987 yılında “Sema Uyanınca” adlı tek kişilik oyunumu oynarken salonu basmadılar ama seyircilerin yarısı polisti; arkada sivil bir polis de suflörlük yapar gibi teksti takip ediyordu; doğaçlama yaptığım yerlerde “hışır hışır” kağıtları karıştırmasını, “nereyi oynuyor bu ya” seslerini salondaki seyirciler bile duyup laf atarak oyuna katılmışlardı.

2. "Senin yayınladığın herhangi bir dergi, polis baskısına uğrayıp, bu nedenle hiç basın savcısının ve/ya yargıç karşısına çıktın mı?" Savcının ya da yargıcın karşısına çıksak gene iyi; 12 Eylül 1980’den hemen sonra sanırım 3 Ekim 1980 Cuma akşamı Sıkıyönetim Komutanlarının karşısına çıktım; beni neyle suçladılar 3 gün boyunca biliyor musun? Menemen ve köylerinde gazete, dergi, bildiri dağıtmak, afiş asmak ve duvarlara yazı yazmakla… Kanıtlayamadılar. Kaldı ki bu “eylemlerin” hiç biri “yasak” değildi 12 Eylül öncesinde, sadece duvarları “kirletmenin” para cezası vardı.

3. "Sen, hem de ücretsiz olarak dağıttığın dergin nedeniyle, Ayşenil Şamlıoğlu'nun adamları tarafından hiç taciz, tedirgin, darp edildin mi, bu nedenle hiç somut fiziksel saldırıya uğradın mı?" Kusura bakılmasın o zaman Ayşenil hanımı tanımıyordum. Bu konuyla ilgili düşüncelerimi Mesut Alptekin için yazdığım önceki yazımda açıkladım; artık bu konuda konuşmak içimden gelmiyor… Ama sözü edildiği gibi İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden “her ay” reklam almıyoruz, bu sezon beş ay reklam aldık; yani yedi ay alamadık; bu sadece Genel Sanat Yönetmeni’ne bağlı değil; o darp ettiklerini söylediğiniz “adamlar” da Ayşenil hanımın adamları değil; Genel Sanat Yönetmeni, sanatsal işlerden sorumlu kişidir; “idari işlerle” de ilişkisi vardır ancak sizin “olayınızdaki” muhatabınız İBBŞT Müdürlüğü’dür; orası da doğrudan Belediye’ye bağlıdır. Bizim bu “kurumla” işlerimiz yasal prosedürlere uygun olduğu için, bir işimiz, etkinliğimiz, eylemimiz olacaksa “sözel” olarak söyler ya da “dilekçeyle” başvururuz. “Şiddet” her zaman yanlıştır ama biz böyle bir şey olmasına da mahal vermeyiz; olursa da yasal yollardan haklarımızı arar, hesabını da sorarız. Şimdi gelelim yaşadığım başka bir olaya: 1979 yılında Menemen’de, Perşembe Pazarı’nda sattığımız/dağıttığımız dergi, gazete ve broşürler “SAĞ’lıcaklı” kişilerin bıçaklı, silahlı saldırısına uğramıştı da Şenol arkadaşım karnından bıçakla yaralanmıştı. Yine bir gece “SAĞ’lıcaklı” kişiler gazete ve dergi dağıtırken bıçak ve sopalarla saldırmışlardı, Şenol ve ben artık akıllandığımız için artık bıçaklıların değil, sopalıların üzerine atılıp sopalarını almıştık da, hepsini bir güzel sopalamıştık… “Taciz, tedirgin” edilmeye gelince, her yer sivil polis, “Sağ’lıcaklı”larla dolu olduğu halde bahsedilen duyguları yaşadığımı anımsamıyorum; biz “korku nedir?” bilmezdik ki?... Hâlâ da bilmem, korkunun ecele faydası yok çünkü ya da ne bileyim, “pilavdan korkanın kaşığı kırılsın…” Senin ki, beni “Sen, bu cahil, bu genç insanlarla uğraşmasan da, bu cahil, bu genç insanlar seninle (de) uğraşmayı sürdürecekler! Bunu aklından hiçbir zaman için asla çıkarma!!!” diye tehdit ediyor ya, O.’dan korkan O’nun gibi olsun!... Ama bu söylem çok kötü be Hilmi; insanda bir adap, edep olur, nezaket, saygı olur; “geçmiş olsun” diyene önce “sağol” denir… Birisi selam verdiği zaman alınır, ondan sonra bir hesabı varsa “usulünce” kesilir; seninkiler racon da bilmiyorlar… Eksik eğitiyorsun bu çocukları be Hilmi eksik!...

4. "Sen, kurmuş olduğun sanatsal mekânlar, dergiler vb. nedeniyle, hiç gözaltına alınıp işkence gördün mü?" Bu soruya 2. Maddede yanıt vermiştim, senin ki soru sormasını da bilmiyor ya Hilmi!... Dediğim gibi 3 Ekim 1980… 3 gün 3 gece… Sorgu sual… Ha bir de Ağustos 1980’de sanatsal-siyasal bütün mekanlarımız Sıkıyönetim tarafından kapatıldığı için mahallemizdeki boş arsada gazete-dergi okuyup tartışırken devriye gezen jandarmalar tarafından Sıkıyönetim Komutanlığı’na götürülmüştük… Bu “gözaltı” sayılır herhalde? Ama “fiziksel” işkenceden söz ediyorsa senin ki, benimle birlikte bir öğrenci arkadaşımı daha dövmemişlerdi, çok çelimsizim ve küçüğüm diye herhalde; ama diğer benden büyük arkadaşlarımı döverken gelen jop ve sopa seslerini bugün gibi hatırlıyorum…. Bu da bir nevi işkence sayılır mı acaba?...

5. "Sen, yaptığın sanatsal etkinlikler için hiç tehdit edildin mi?" Çoooook!... Hangi birini anlatayım ki?... Anlatsam da anlamazsın ki… Bazılarına yukarda değindim zaten… Ben en iyisi Coşkun Büktel'in "coskunbuktel.com" sitesindeki “tehdit sayfası”na bir bakmanı önereyim de, hiç olmazsa yakın tarihi okumaya başla… Daha doğrusu okumaya başla; “kitapsız yazar seni!...”

Eee evlat, yeterli mi?... Bunlar yetmediyse, “boşan da semeri ye” diyebilirim ama demeyeceğim. Bir de kalkmış bana vereceğim yanıt konusunda önerilerde bulunmaya çalışıyorsun… Zahmet etme, benim yazı yazmak için kimsenin önerilerine gereksinmem yok; ama 3. önerindeki “İngilizce öğren de gel!” sloganı atabileceğimi söylemen var ya, tam evlere şenlik!... Ben Fransızca öğrenmeni ve alıntı yaparken, sözlükten bakarken “namuslu” davranmanı önereceğim… Mesut Alptekin'in “editör”, kendinin “Genel Yayın Yönetmeni” olduğunu kanıtlamak için Türkçe sözlükten alıntı yapıyorsun ya; bu konuda bana saldırmak için “1.Yayımcı” anlamını görmezden gelip hemen 2. anlama can simidi gibi sarılıyorsun ya… Olmuyor evlat, olmuyor koçum, “alıntı namusunu” kirletiyorsun; her zaman her sözlükte 1. anlama bakmalısın, o karşılamıyorsa 2. anlama geçebilirsin… O yüzden Fransızca yanında, çünkü “editör” dilimize Fransızca’dan geçmiştir, Türkçe’yi de öğrenmen gerekiyor… Hilmi’nin yaptığı gibi yazım yanlışlarına değinmeyeceğim bile, çünkü niyetin yanlış, niyetin bozuk… Niyet bozuk olunca hiçbir şey düzgün olamaz… Tıpkı insani olarak söylenmiş “sağlıcakla kalın” sözünü “SAĞ’lıcakla”ya çevirdiğin gibi; bilmeni isterim, çok sevimsiz oluyorsun, kötücülleşiyorsun, yazık oluyor sana; içtenliğini, duyarlığını böyle kötü sözcük oyunlarıyla harcama, küçük hesaplarla kendini küçültme; içten ol, dürüst ol, istersen de olma… Sen de öyle Hilmi… "Bulunmaz Efsanesi" gözümde bitmiştir. Daha ne diyeyim?.. Bu kadar…


***


Ayrıca bakınız:

Ayşenil Şamlıoğlu ve Tolga Yeter’e çok açık mektup!

Ayşenil Şamlıoğlu'nun yönetimindeki Şehir Tiyatroları, Bulunmaz Tiyatro sanatçılarına saldırı düzenledi!


Ayşenil'in suçu ne?

TUTKAL yazarı Oğuzcan Önver, çok tartışılacak bir yazı yazdı!

Bulunmaz Kültür Merkezi Yayın Organı Sosyalist OYUN Dergisi Editörü, işçi, oyuncu, ressam, sinemacı, şair, yazar Mesut Alptekin ciddi bir yazı yazdı!

Yeni Tiyatro Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Erbil Göktaş'tan Mesut Alptekin'in "'Düşünce özgürlüğüne yapılmış yoğun bir saldırı' (mı?)" yazısına yanıt!