21 Haziran 2009 Pazar

Oyun Dergisi'ni çıkarırken, ne büyük zorluklar çektiğimi bilmenizi isterim!


Güncelleme 24 Haziran 2009: Aşağıdaki yazımızı ilgilendiren ve en az bu yazımız denli önemli olan Toprak Karaoğlu'yla karşılıklı yazışmalarımızı, yazımızın altında okuyabilirsiniz. (HB)

***


In yer face; yüzsüzlüğün yüz sanıldığı bir süreçte, yüzsüz bir tiyatro akımının yüzeysel düzeyine, zorunlu olarak yüzeysel bir değerlendirme denemesi!


Hilmi Bulunmaz

21 Haziran 2009

Şu bir kuraldır; her öz, kendi biçimini oluşturur. Her konu, kendi derinliği oranında değerlendirilmeyi hak eder. Derin bir konuya, yüzeysel bir değerlendirme yaptığınızda, bu davranışınız sırıtır yada yüzeysel bir konuya, derinlikli bir değerlendirme yaptığınızda, o da sırıtır.


Yaklaşık bir yıldır, kurucusu ve yöneticisi olduğum Bulunmaz Tiyatro'da, uzun yıllar düşünü kurduğum "yazarlık çalışmaları"nı sürdürüyorum. Böyle bir çalışma sürdürmemin nedeni, emeğin iktidarına giden yolda, ilerici, sosyalist donanımlı yazarların yetişmesine katkıda bulunmak. Ben, sadece "ben" olarak yaşayan sanatçılardan olmadığım için, başka toplumsal görevlerimin yanında, kendime böyle bir görev yükledim. Hiçbir kimseden destek görmediğim yazarlık çalışmasına gelenler oldu; bu çalışmadan gidenler oldu. Ne yazık ki, uzun soluklu bir çalışma yürütemedim. Ancak, üç-beş aydır, düzenli diyebileceğim bir çalışma yürütebiliyorum. Çalışmamızın düzenliliğe evrilmesinde Ozan Akgül, Toprak Karaoğlu ve Leman Koç'un önemli payları var. Zaman zaman Leman Koç, bu sürekliliği sekteye uğratsa da, Akgül ve Karaoğlu, inatçı karakterleriyle bu çalışma sürecini ivmelendiriyorlar.


Ozan Akgül, inatçılığı sayesinde, "Doğum" adlı oyununu kitaplaştırıp, OYUN dergisi ve OYUN sitesindeki yazarlığının yanı sıra, kendi sitesinde de çalışmalarını yayımlıyor.


Toprak Karaoğlu'nun inatçılığı da, beş sayı yayınladıktan sonra kuluçkaya yatan OYUN dergisinin genel yayın yönetmeni olmasına ve bu dergide yazılar yazmasına neden oldu.


Leman Koç, hem OYUN dergisinde ve hem de sitelerimizde yazılar yayımlamaya başladı. Son derecede duyarlı bir yazar olan Koç, gelecekte çok önemli yapıtlara imza atabilecek kanısındayım.


Tabii ki, bu arada, yukarıda adlarını sıraladığımız yazarlar, aynı zamanda oyun yazma çalışmalarını da sürdürüyorlar. Özellikle Ozan Akgül, âdeta bir "oyun yazma makinesi" gibi sürekli olarak oyunlar üretiyor.


Gelelim konumuza…


Ben, OYUN dergisinin sahibi olmama karşın, bazı öneriler dışında, derginin "yayın siyasası"na pek müdahale etmiyorum. Bu tavrımı bilen derginin genel yayın yönetmeni Toprak Karaoğlu, son derecede rahat hareket edebiliyor. Örnekse, yedinci sayıda yayınlanması için "Nedim Saban ve arafta kalmış tarafsızlara!" yazımı önerdiğimde, Toprak, bu yazıyı hiç okumamasına ve Ozan "birazcık" okumasına karşın, bu yazının kişisel olduğunu söyleyip yayınlayamayacaklarını dile getirdiler. Ben de, okumadıkları bir yazıyı yayınlamama tavırlarına karşı çıktığım için, OYUN dergisinin yedinci sayısına hiçbir yazı vermeyeceğimi belirtim. Ancak, daha önce söz vermiş bulunduğum için, in yer face (in your face) hakkında küçük bir yazı yazabileceğimi dile getirdim.


Hiçbir yanını benimsemediğim ve bana, halkıma, emekçilere, gelecekte oluşacak iktidara en küçük bir katkıda bulunacağını sanmadığım yüzeysel bir akım olan in yer face hakkında, yüzeysel ve kısa bir değerlendirme yapacağım.


***


Bazı insanlar vardır; "kargadan başka kuş tanımaz"lar. Ben de o insanlardan biriyim. Benim için tiyatro sanatı, dünyayı değiştirmek ve toplumsal ilişkileri estetize etmek için kullanılan bir araçtır. Ben, dünya hâllerini, bilindik bir tepside sunan tiyatro biçimlerinden pek hoşlanmıyorum. Bilindik sorunsalları, sözde bilinmedik bir biçimde sunan tiyatrolardan da hiç hoşlanmıyorum. Hattâ nefret ediyorum. Bu duygumu gizlemek, okurları kandırmak anlamına gelir. Ben, okurları kandırmayı asla doğru bulmuyorum. Okurla yazar arasındaki en sağlam köprünün, "samimiyet köprüsü" olduğunu düşünüyorum.


In yer face, bence, tiyatro evrenine yenilikler katmayan bir "şey". Tam da sözlük anlamında bir "şey": "Madde, eşya, söz, olay, iş, durum vb.nin yerine kullanılan, belirsiz anlamda bir söz." Oysa "söz": "Bir düşünceyi eksiksiz olarak anlatan kelime dizisi"dir.


Ben, tiyatro sanatını, işçi sınıfının iktidara yürümesi için düşünüp, bu nedenle bu sanata gönül düşürmüş biri olduğumdan, yan ve ikincil yollara saparak bir "şey" yaptığını iddia eden tiyatrolara hiç sıcak bakmıyorum. "Dök içini rahatla" yada "tavernaya gidip birkaç tabak kır" mantığına yakın bir anlayışla yan ve ikincil yollara saptırıcı bir etkiyle insanları yönlendiren akımlardan biri olan in yer face'in Türkiye’deki mümessiline bakıldığında, durum bir biçimde anlaşılır boyut kazanır:


"DOT ya da Tiyatro DOT, İstanbul'da bulunan ve Britanya'da doğmuş olan In-yer-face akımı oyunlarını Türkiye'de ilk kez sahneleyen özel tiyatrodur." (Bakınız: VİKİPEDİ)


İngiltere’de doğup büyümüş olan in yer face'in Türkiye mümessili DOT, işçi sınıfının iktidarı için tiyatro yapmayan bir grup olduğundan, gayet haklı olarak birtakım burjuva akımlarına teslim olacaktı. Hiçbir oyununu izlemediğim, asla izlemek istemediğim halde, bunu nereden anlıyorum? Her şeyden önce, DOT’un Kültür Bakanlığı çanağı yalamasından anlıyorum. DOT'un tam bilet fiyatının 40 TL (asgari ücret 527 TL) olmasından anlıyorum. Ayrıca, kendilerine yada izleyicilerine güvenmek yerine, sponsorlara güvenmesi nedeniyle DOT’un, ta başından beri, kapitalizmin ilelebet muhafaza ve müdafaa edilmesi için çalışan bir anlayışla hareket ettiğinden anlıyorum. DOT’un hiçbir yerde sosyalizm vurgusu yapmamasından anlıyorum.


Peki, her tiyatro topluluğu sosyalist sanat yapmak zorunda mı? Tabii ki böyle bir zorunluluk yok. Kapitalizmin egemen olduğu bir süreç ve coğrafyada, zâten hemen hemen tüm tiyatro toplulukları, yaşamı kendilerine göre tiyatralize ederlerken, aynı zamanda toplumun kapitalize edilmesine katkıda bulunmuş olurlar. Hele, sponsorlara (kapitalistlere) sırtını yaslayan tiyatro toplulukları, ister istemez kapitalizmi kutsamış olurlar. In yer face'in beşinci kolu DOT da bunu yapıyor. Bilsar ve Kültür Bakanlığı'nın sponsorluğuna sırtını yaslayan DOT, bu tutumuyla, ister istemez, ta işin başından, hattâ kurulurken, kapitalist tiyatro yapmaya karar verdiğini açıklamış oluyor.


DOT, hem "ilerici" ve hem de kapitalist işler yapmaya karar vermiş olacak ki, topluma ilericilik yanılsaması aşılayacak bir akımın etkisinde kalıp, bu akımın etki gücüyle, toplumu kapitalize etmeye yönelmiş. İngiltere’de doğup büyümüş in yer face, yüzünü kapitalizme dönmesine karşın, aslında pek de dönmüyormuş gibi yapan bir topluluk için bulunmaz Hint kumaşıdır. In yer face, ikiyüzlülük içerisinde tiyatro yapabilme olanağı bulmak isteyenler için biçilmiş kaftandır. Hem ilericilerle kol kola girip, hem de kapitalistlerin yanında saf tutmak isteyen tiyatro esnafı için, ideal bir örtüdür.


Kuramsal hiçbir altyapısı bulunmayan in yer face, uygulamanın verdiği "yenilik" ve "çeşitlilik"le kitleleri kapitalizme bağımlı kılmak için önemli uyuşturuculardan biridir. Bedensel çıplaklık, erotizm, pornografik imgeler, şiddet, kan, döl ve akla gelebilecek her türden kışkırtıcı ve fışkırtıcılarla kendine tiyatronun ön koltuklarında yer bulan in yer face, bir kelebek ömrü duygusu veren yaşamıyla, topluma hiçbir şey veremeyeceği gibi, toplumun sınıfsal savaşım gücünü örseleyip sündürerek, toplumsal ve toplumcu düşüncenin erozyona uğramasına neden oluyor.


İnsana derinlik duygusu veren kitaplardan çok, yüzeysellik çağrıştıran "gazete kültürü"nü ve tarihsel bilinçten kopuk bir dille kaleme alınmış oyunları piyasaya süren in yer face'istler, bırakınız insanların gerçeklerle yüz yüze gelmelerini, kendileriyle yüz yüze gelmek için bile aynaya bakmaktan ürkebiliyorlar kanısındayım.


In yer face, "yüzümüze karşı söylenmiş sözler ve devinimler" denilebilecek bir söylemle piyasaya sürülse de, bence, tepkiselliği bile yüzüne gözüne bulaştıran yada böyle bir tepkiselliği kerhen kullanan bir akım.


Burjuva, küçük burjuva duyarlılıklara hitâp eden in yer face, kendilerine "küçük sevinçler bulan" tiyatro gruplarının sığınabilecekleri bir kapitalist mağara olarak varlığını koruyor.


Tiyatroya küfürü, argoyu, kan ve dölü boca eden in yer face, tiyatrodaki küfür yayıncılığını bile hoş görmemize neden olabilecek ipuçları içeriyor. Küfrü sıradanlaştıran bu tiyatro anlayışı yasaklanmalı mı? Asla! Hiçbir tiyatro anlayışının yasaklanması doğru olmadığı gibi, bu anlayışın da yasaklanması doğru olmaz. Ancak, in yer face’in, her fırsatta, mutlaka mahkum edilmesi gereken bir anlayış olduğunu vurgulamamız gerekiyor. Bizce, sosyalizme hizmet etmeyen bütün tiyatro akımları, sürekli olarak sorgulanıp yargılanmalı. Özellikle, kendilerine ve izleyicilerine değil; sponsorlara (kapitalistlere) güvenerek tiyatro yapan topluluklar, sol söylem kullansalar bile, kapitalizmi yeniden inşa ettikleri için, onların bu söylemlerine de güvenmemek gerekir. Allah’tan DOT, böyle bir söylem geliştirmeyi bile denemiyor.


Peki, in yer face’in anavatanı İngiltere’deki uygulamalar nasıl? Bilmiyorum. Şimdilik, öğrenmek de pek içimden gelmiyor. Bu konuda merak şeytanı beni dürtüklemiyor!


***

OYUN dergisi genel yayın yönetmeni Toprak Karaoğlu, yukarıdaki yazıyla ilgili olarak bir polemik başlattı. Hiçbir düşüncenin gizli kalmamasına özen gösterdiğimiz gibi, bu polemiğin de, okurlar tarafından bilinmesini arzu ediyoruz. (HB)


Toprak Karaoğlu

24 Haziran 2009

Genel yayın yönetmeninden…

Önemli olan özgürlüktür; ama bunu “sunmak” hiçbir zaman özgürlüğün önüne geçmemelidir.

Gelelim konumuza…

Ben, OYUN dergisinin sahibi olmama karşın, bazı öneriler dışında, derginin “yayın siyasası”na pek müdahale etmiyorum. Bu tavrımı bilen derginin genel yayın yönetmeni Toprak Karaoğlu, son derecede rahat hareket edebiliyor. Örnekse, yedinci sayıda yayınlanması içinNedim Saban ve arafta (Araf’ta) kalmış tarafsızlara! (Hilmi Bulunmaz'a ait yazı başlığında bulunan (Araf'ta) sözcüğü Hilmi Bulunmaz'a değil; Toprak Karaoğlu'na aittir. HB) yazımı önerdiğimde, Toprak, bu yazıyı hiç okumamasına ve Ozan “birazcık” okumasına karşın, bu yazının kişisel olduğunu söyleyip yayınlayamayacaklarını dile getirdiler. Ben de, okumadıkları bir yazıyı yayınlamama tavırlarına karşı çıktığım için, OYUN dergisinin yedinci sayısına hiçbir yazı vermeyeceğimi belirtim. Ancak, daha önce söz vermiş bulunduğum için, in yer face (in your face) hakkında küçük bir yazı yazabileceğimi dile getirdim.


Tiyatro Oyun dergisinin genel yayın yönetmeni olarak, Hilmi Bulunmaz’ın "in yer face”"hakkındaki düşüncelerini kaleme aldığı yazısına -yukarıda alıntısı yaptığım paragrafa- cevap hakkımı kullanma ihtiyacı hissettim.


Evet, Oyun dergisinin sahibi Hilmi Bulunmaz, dergimizin “yayın politikasına” bazı konularda önerilerde bulunmak dışında pek karışmaz. Ve evet, ben, Tiyatro Oyun dergisinin genel yayın yönetmeni olarak son derece rahat hareket edebiliyorum. Fakat! Oyun dergisinin sahibi olan Hilmi Bulunmaz’ın, dergimizin yayın politikasına müdahale etmeyen tavrı, sadece onun bu egosunu aşmış tavrından kaynaklanmadığını da belirtmek isterim. Bulunmaz Tiyatroya ilk gittiğim zamanlarda, Hilmi Bulunmaz’ın daha önceden Oyun dergisini çıkarttığını, ama sonraları dergiciliğe ara verdiğini öğrendim. Ben, Hilmi Bulunmaz’a, Oyun dergisini yayınlamaktan neden vazgeçtiğini sorduğum zaman. Bana, bu iş için ekip lazım yazarlar lazım, dediği zaman. Ben, Ozan Akgül’le beraber bunu yapabileceğimizi ve dergiyi yeniden çıkartabileceğimizi söyledim. Hilmi Bulunmaz, benim bu teklifimi, çok iyi olur, diyerek kabul etti. Başlangıç için az olan yazar kadromuzu ileride genişletebileceğini de, söyledi. Hilmi Bulunmaz, ayrıca, benim Oyun dergisinin genel yayın yönetmeni olmamı teklif etti. Ve bu teklifi memnuniyetle kabul ettim, ama Hilmi Bulunmaz’a bu konuda şartlarım olacağını söyledim. Oyun dergisinin genel yayın yönetmeni olarak, dergide çıkan tüm yazılardan sorumlu olacaktım. Doğal olarak hangi yazıların yayınlanıp-yayınlanmayacağına karar verecek olan kişinin de genel yayın yönetmeninin olması gerektiğini, söyledim. Eğer bir yazıyı yayımlamamak konusunda karar alırsam, bana (Hilmi Bulunmaz’ın) karışmamalısınız, dedim. Buna sizin (Hilmi Bulunmaz’ın) yazılarınız da dâhil, dedim. Tek şartım, çok az insanı ilgilendirecek olan, kişisel ve kısır tartışmalara dönüşecek ve tiyatro ile ilgisinin zayıf ya da olmadığına inandığım yazıları yayımlamamak olacağını, belirttim. (Dergide ismi geçen insanların cevap hakları saklı olmak dışında) Ama siz ısrarla (Hilmi bulunmaz) yine de böyle yazıları yayımlamak isterseniz, genel yayın yönetmenliğini bırakacağımı da söyledim. Ben, Oyun dergisindeki özgürlüğümü bu şekilde “oluşturdum” ve Hilmi Bulunmaz da bu özgürlüğüme saygı duyarak benim genel yayın yönetmeni olmamı kabul etti. Kısaca toparlamak gerekirse, bana tanınan bu özgürlük, Hilmi Bulunmaz’ın, yayın politikasına müdahale etmeyen tavrı kadar, aynı zamanda, benim, Toprak Karaoğlu olarak tek şartımdı. Bulunmaz, bunu olgunlukla kabul etti ve ben bu görevi severek yerine getiriyorum. Yayın politikasındaki bu özgürlük, Bulunmaz’ın tavrı olduğu kadar, benim bu özgürlüğü talep edip belirlememle de çok ilgilidir. Ben, Toprak Karaoğlu olarak, bana özgürlük verileceği zaman kullanacak birisi değilim, ben özgürlüğümü gittiği her yere taşıyan birisiyim. Bana bu özgürlük verilmeseydi zaten Oyun dergisinin genel yönetmenliğini kabul etmezdim. Başkalarının iradesi ve aklıyla bugüne kadar hiç hareket etmedim, bugünden sonrada etmeyeceğim.


Bulunmaz’ın , Nedim Saban ve arafta (Araf’ta) kalmış tarafsızlara! yazısına gelecek olursak. Hilmi Bulunmaz’ın söylediği gibi bu yazıyı hiç okumamış değildim. Bulunmaz’a, yazısına sadece şöyle bir baktığımı söylemiştim ve üstünden sadece şöyle bir baktığım bu yazının tek şartım olan, kişisel tartışmalarla ilgili olduğunu, tiyatrodan ziyade çok kişisel bir konu olduğunu ve bu yazıyı yayımlamayacağımı, söyledim. Bulunmaz, haklı olarak, nasıl bir yazıyı tamamen okumadan bu değerlendirmeyi yapabilirsin? dedi. Haklı bulduğum bu tepkiden sonra, Bulunmaz’a, Nedim Saban ve arafta (Araf’ta) kalmış tarafsızlara! yazısını okuyacağımı ve bir sonraki pazar günü, bu yazıyı tekrar gündeme getireceğimi, dergimizde yayımlayıp-yayımlamayacağımızı o zaman konuşalım, dedim. Kendisi de buna, peki, dedi. Bir sonraki Pazar günü yeniden Bulunmaz Tiyatroda buluştuk. Bu sefer, Bulunmaz’ın, “Nedim Saban ve arafta (Araf’ta) kalmış tarafsızlara! yazısını okumuştum! Bulunmaz’ın yazsıyla ilgili eleştirime şu cümleyi kurarak başladım: Bu yazıyı neden dergimizde yayımlamayacağımı anlatmak istiyorum. Bundan sonra, Hilmi Bulunmaz, bana, yukarıda alıntısı yaptığım paragrafta da, kendisinin de yazdığı gibi bu yazıyı artık dergide yayımlatmaktan vazgeçtiğini söyledi. Ben de kendisine, tamam, diyerek yinede yazısı hakkındaki fikirlerimi dile getirdim. Bir saatin üzerinde bu yazı hakkında konuştuk. Bulunmaz’ın yazısı hakkındaki eleştirilerimi dile getirip, düşüncelerimi kendisiyle paylaştım. Bulunmaz, bazı tespitlerime katılmazken; benim, bu yazıda haklı olduğuma inandığım itirazlarımın bazılarını kabul etti. Sonuç olarak, çok dikkatle okuduğum ve bir saatin üzerinde Bulunmaz ile tartıştığımız Nedim Saban ve arafta (Araf’ta) kalmış tarafsızlara! yazısını neden yayımlamayacağımı sebepleriyle kendisine söyledim. Ama bu yazı, Bulunmaz’ın söylemiş olduğu gibi, kesinlikle hiç okunmadan, reddedilmiş bir yazı değildir. Bu yazı, tarafımdan okunmuş, incelenmiş ve bunun üzerine neden yayımlamak istemediğim gerekçelendirilmiştir. Benim (Toprak Karaoğlu’nun) karar verme özgürlüklerim kısıtlanırsa, Tiyatro Oyun dergisinin genel yayın yönetmenliğini yapmayacağımı en başta kesin bir dille, Bulunmaz’a söylemiştim. Bulunmaz’ın bu yazısını yayımlamak bana göre doğru değildi. Bulunmaz’ın bana özgürlük tanımaya özgürce hakkı olduğu gibi, benim de bu yazıyı özgürce reddetme hakkım var.


Özgürlüğü sunmak lütuf değildir ya da böyle olmamalıdır. Özgürlüğü sunmak bir erdem olmamalıdır. Özgürlüğün olağan ve olması gereken bir şey olduğuna inanıyorum. Özgürlük sunmak bu bağlamda marifet değil bir görevdir. Önemli olan özgürlüktür; ama bunu “sunmak” hiçbir zaman özgürlüğün önüne geçmemelidir.


***


Dergide aynı anda birçok işi yapmaktan hiç gocunmadım, bir dergi çıkarıp yazmak ne kadar keyifliyse, onu taşımak ve dağıtmakta beni gocundurmazdı. Birçok işi Ozan Akgül’le beraber yaptık. Kendi yazılarımızı yazdık, diğer arkadaşlarımızın yazılarına editörlük yaptık. Tüm yazılar tamamlandığı zaman, dergiyi mizanpaj (sayfa düzenlemesi) için Mavi Kare’ye götürdük. Sağ olsunlar, bizden hiçbir ücret talep etmeden dergimizin mizanpajını yaptılar. (Ama mizanpaj işini parayla yapan Mavi Kare’ye hiçbir ücret ödemediğimiz için, onları daha fazla meşgul edemezdik. Ben, daha önceden mizanpajın nasıl yapıldığını bilmememe rağmen, elimden geldiğince bu işi öğrenmeye çalıştım. Mizanpajın nasıl yapıldığını öğrendikten sonra, bu sayının mizanpajını yaptım, Mavi Kare’nin iyi niyetini daha fazla suistimal etmek istemedim.) Mizanpajını yaptırdığımız dergiyi baskı için matbaaya götürdük. Matbaadan çıkan dergilerimizi Ozan’la beraber kitapçılara dağıttık. Ve tekrar başa dönüp yeni sayımızı hazırlamak için işe koyulduk. Aynı anda birçok işi yapmanın “mecburiyeti” beni hiçbir şekilde rahatsız etmedi. Ne genel yayın yönetmeni oldum diye havalara girdim, ne de derginin hamallığını yaptığım için gocundum. Ne sosyal bir çıkar, ne de başka bir menfaat peşinde olmadım, benim için önemli olan tek şey yazmaktı ve ben yazdığım sürece bunları her zaman yapmaya hazırım. Ama bunları yapmaya hazırım demek, yazabilmek için her şeyi yaparım demek de değildir.


(TK)


***

Hilmi Bulunmaz
24 Haziran 2009

Merhaba,

Çalışmalarımızın ve konuşmalarımızın önemli bulduklarımı videoya almak isteğimin amacı budur; "Söz uçar yazı (yada kayıt) kalır." Şimdi ortada ciddi bir durum var; Ben, "okumadım" dediğini duydum. Sen, "okudum" dediğini düşünüyorsun. Hattâ, "Okumadığın konuda nasıl yorum yaparsın?" diye sorduğumda, "İçinde Nedim Saban adı var, demek ki kişisel polemik." anlamına gelen bir şey söyledin. Böyle önemli çalışma ve konuşmaların, mutlaka kayıt altına alınmasında yarar var. Şimdi ben, senin yazını yayımladıktan sonra, "hayır öyle değil böyle, hayır Toprak 'okumadım' dedi" diyeceğim. Ve bu durum nereye dek gider? Bilemem. Tam bir kısır döngü durumu. Yineliyorum, bu tür durumları kayıt altına almak gerekir.

(HB)

 ***

Toprak Karaoğlu
24 Haziran 2009

Merhaba

Okudum demiyorum zaten, "şöle bir üstten baktım diyorum" yine de benim ne söylediğimden bu kadar eminseniz, o cümleyi çıakartabiliriz sorun yok. Benim yazım, Nedim Saban hakkındaki yazınızı okuduktan sonraki değerlendirmelerimle devam edebilir. beni cevap hakkımı kullanmaya iten sebep zaten yazınızın o kısmı değildi. özgürlük meselesiydi.


(TK)