Oyun'un notu: Coşkun Büktel'in "cevapları"nı okumadan önce, aşağıda linkini vermiş olduğumuz yazıları okumanızda yarar var!
***
BÜKTEL'İN GÖKTAŞ'A CEVAPLARI: 10 Şubat 2012
Ah, Erbil, ah! En utanmazca işleri yapmakta ve yalan söylemekte hiç sakınca görmediğiniz halde, şu nezaketi(!) elden bırakmayışınız yok mu, illet ediyor beni... Nezaketle yaptıktan sonra sorun yok, her haltı yiyebilirim sanıyorsunuz. Naziler de sizin gibiydi: Temiz, janti ve kibardılar. Sen herhangi bir filmde ya da belge filmde bir Nazi'nin küfrettiğini gördün mü? Görünüşte, senden bile daha temiz, kibar ve nazikti onlar...
Ben oradaydım. Neler konuştuğumuzu ve ne kadar konuştuğumuzu biliyorum. Süre de belli: 125 dakika. Senin sansürlü yayınladığın şey ise en fazla yarım saatte okunur ve en fazla bir saatte konuşulur. O yüzden, yukarıdaki lafları aslında bana değil, tribünlere söylüyorsun ve açıkça yalan söylüyorsun. Biz ses kaydını deşifre edip yalanını ortaya çıkarana kadar, sen dergini satmış olacağını ve atı alanın Üsküdar'ı geçeceğini düşünüyorsun. Yalanların ortaya çıkınca ne kadar utanç verici bir duruma düşeceğine ise hiç aldırmıyor, günü kurtarmaya, sansürlü dergini satmaya bakıyorsun.
Benden tabii ki talimat almayacaksın! Ben zaten sana talimat vermeye kalkacak antidemokratik bir zorba değilim. Ama ben bir söyleşiye katıldığımda, söylediklerimin budanmasını asla kabul etmem; bu benim en önemli erdemim, varlık nedenim, alameti farikam, markam olmuş, gurur duyduğum bir özelliğimdir. Benim sansür konusunda pire için yorgan yaktığımı, sansür yüzünden Evrensel Kültür dergisini bir açıklama yayınlayarak terk ettiğimi; Papirüs dergisinde birkaç cümlesi eksik yayınlanan bir yazım yüzünden Tuncay Aslan'ı nasıl teşhir ettiğimi; hatta yazımın son paragrafı kesinlikle "kaza" eseri çıkmadığı halde, "Bu 'Oyun'da ben yokum" başlıklı bir yazı yayınlayarak Hilmi Bulunmaz'ın "Oyun" dergisinde bile bir daha yazmadığımı, herkes biliyor. Benim hayatım sansürle boğuşmakla geçti. Sansüre karşı düzinelerce yazı yazıp, düzinelerce slogan ürettim. Sen sanki bunları bilmiyormuş gibi Coşkun Büktel'i sansür edeceksin, onun söylediklerini budayacaksın, sonra da kalkıp birtakım bahaneler imal ederek, bir de üstüne Büktel'den özür isteyeceksin! O da yetmezmiş gibi karşıma çıkıp kahraman yayıncı edalarında, "bana talimat veremezsin" diyerek, yaptığın sansürü savunacaksın! Yahu sen bunun ne kadar utanmazca, ne kadar nezaketsizce, ne kadar küfürden beter bir alçaklık olduğunu gerçekten kavrayamıyor musun, yoksa dergin satılıncaya kadar kavrayamıyor numarasına mı yatıyorsun?
Aslında benim sana Hilmi'yle tek başına yapmanı önerdiğim bu söyleşiye benim de katılmamı kendin istediğine göre ve benim böyle söyleşilere hangi şartla geleceğimi bildiğine ve o zaman da bildirdiğime göre; "söyleşiden haftalar sonra" kalkıp da bana, "şurayı keseceğim, burayı keseceğim" diyemezsin! Diyemedin de zaten. Bunu "söyleşiden haftalar sonra" Hilmi'ye söylemişsin, bana söylememiştin. Ben Hilmi'den duydum ve asla kabul etmeyeceğimi ona da, sana da ben kendim söyledim. Ama sen, "nezaketten kırılan", "yapıcı" Göktaş, arkadaşının ilkelerini ve duygularını ipine bile takmadın! Belli ki, oldu bittiye getiririm, nasılsa iş işten geçtikten sonra biraz mızmızlansa da, hiçbir şey yapamaz, Mustafa'ya ve linççilere koz vermeyi göze alamaz, dedin. Buna o kadar çok güvendin ki, Hilmi'ye söylediğinin bile çok çok ötesinde bir sansüre gittin.
Biz teybi açtıktan ve söyleşiye başladıktan sonra, öyle senin dediğin gibi uzun uzun çay-kahve muhabbeti yapmadık. 125 dakikalık sansürsüz metin yayınlandığında, neleri budadığını kırmızı harflerle vurguladığımızda, göreceğiz bakalım, metin gelincik tarlasına dönüyor mu, dönmüyor mu? Göreceğiz bakalım kırmızı harfle göstereceğimiz o bölümleri çıkarıp sansür etmiş olman, utanç verici mi, gurur verici mi! Ben sana beni sansür edemezsin dediğimde, buna, "bana talimat veremezsin!" diye hamasi bir kılıf uydurup sansürü bal gibi yapabileceğini düşünmüşsün; benim dangalak durumuna düşmemi hiç umursamamışsın. Daha doğrusu gizli bir kinle, bir Salieri kompleksiyle, dangalak durumuna düşmemi bile bile amaçlamışsın. Theope yazarı karşısında Salieri kompleksine düşen ve Theope'nin mükemmelliğini linççilere karşı iddialı biçimde savunmak zorunda kalmasından yararlanarak, aslında dünyanın en mütevazı insanlarından biri olan Büktel'i "megaloman" olarak lanse etmek küçüklüğünden kendini alamayan tek tiyatrocu sen değilsin. Sen kervana son anda bu vesileyle katılmış oldun ama ben bu konuda senin ve eşinin hissiyatından tamamen bihaber değildim, elbette. Theope yazarının sezgileri kuvvetlidir dersem, bu megalomani mi olur sence? Bir insanın kişiliğine sansürden daha vahşice, daha barbarca bir saldırı yapmak için ancak şiddete başvurmak gerekir. Kaba kuvvet kullanmadan yapılabilecek en alçakça, en vahşi, en barbar saldırı sansürdür. "Cinayet sansürün ekstrem biçimidir" cümlesini tesadüfen, laf olsun, ilginçlik olsun diye söylememiş Bernard Shaw. Sizler insan kişiliğine en vahşi, en barbar saldırıyı gerçekleştirdiğiniz halde, bunu sırf Naziler kadar soğukkanlı(!) ve soylu(!) bir üslupla yaptığınız için, hâlâ kalkıp da insanlara nezaket dersi verebiliyorsunuz ya, o iğrenç nezaketiniz kusturuyor beni...
Ben o söyleşimizde, eşini rahatsız edecek bir şey söylemişsem, sen oradaydın, mutlaka müdahale etmişsindir. (Yoksa hazırlıksız yakalanıp müdahale edemedin mi?) "Eşim seninle tartışmak istemiyor" bahanesiyle beni sansür edip, sözlerimi budayıp, beni ne dediği belirsiz bir dangalak durumuna ne hakla düşürebilirsin? Ben eşine hakaret etmedim, beddua etmedim, lafı geldi, eleştirdim. Tartışmak istemiyorsa tartışmaz, olur biter. Başbakan kadar bile demokrat olamıyorsunuz yahu! Başbakan, sizinle tartışmak istemiyorum deyip, medyanın kendisinden bahsetmesini yasaklayabiliyor mu? Hayır, yasaklayamıyor. Medya ondan bahsediyor, onun hakkında çatır çatır yayın yapıyor; "ancak yayınlanmasından sonra" beğenmediği konularda başbakan ya cevap veriyor ya da muhatap olmak istemezse mahkemeye başvuruyor. Eşin ve sen başbakan kadar bile demokrat değilsiniz. Arkadaşınızın eleştirilerini bile "yayınlanmadan" budayıp yok ediyorsunuz.
***
Umarım, şimdi kalkıp da, "Sevgili Büktel, lafların sana dangalakça geldiyse, suçu başkalarında değil, kendinde ara!" biçiminde utanmazlıklara tevessül etmezsin, dedim ama, senin nezaketle ve nazik bir dille yapıldığı takdirde her türlü utanmazlığa tevessül edebileceğini biliyordum elbette... Yani sana göre ben, tartışmada beni sansür etmesen bile dangalaktım, hazırlıksızdım! O zaman keşke sansür etmeseydin de, herkes benim ne kadar hazırlıksız bir dangalak olduğumu daha net görseydi. Hazırlıksız olan ve kendini ifade etmeyi beceremeyen benim, ama hatalarını örtbas etmek için sansürü tercih eden nedense sensin. Okurlar şuna inansın istiyorsun: Coşkun gibi ifadesi yetersiz ve hazırlıksız olanlar tabii ki sansür istemezler; Erbil gibi ifadesi yeterli ve hazırlıklı olanlar elbette sansürü tercih ederler. Bu sence, aklından zoru olmayan herhangi bir okurun yutabileceği bir dolma mı? Keşke beni arkadan vurarak sansür etmek yerine söyleşiyi en başta konuştuğumuz gibi sansürsüz yayınlasaydın da, herkes benim ifade gücünden ne kadar yoksun bir dangalak olduğumu bir an önce ve çok daha net görseydi. Adalet de gecikmeseydi...
Hem adaleti kendin geciktiriyorsun, hem de geciken adalet üstüne hamaset yapmaya kalkıyorsun. Söyleşi sırasında, ben "çok uzun oldu istersen artık bitirelim" mealinde bir cümle kurduğumda, söyleşiyi bitirmek yerine, "Gerekirse, dört bölümde, beş bölümde yayınlarım" mealinde konuştuğunu gayet iyi hatırlıyorum. Ama "gerekirse, sansür yapar budar atarım" biçiminde konuştuğunu hiç hatırlamıyorum. Hazırlıksız olduğum halde, eşini, üstelik kocasının katıldığı bir söyleşide nasıl rahatsız edebilmişim acaba! Herhalde senin yanında ve kendisinin gıyabında karın hakkında asılsız iddialarda bulunmuş ya da ona hakaret etmiş olamam, değil mi! Neyse, Hilmi Bulunmaz sansürsüz ses kaydını 1 Mart'ta* yayınlayınca hepsi çıkacak ortaya tek tek! Ama adalet gecikmişse, geciktiren biz değiliz! Aslında bize haber vermeden bizimle ilgili tek yanlı kararlar alan sensin adaleti geciktiren... 2 saat 5 dakika süren söyleşimizin, resimlerle dolu ve geniş marjlı 11 sayfada bittiğini, Hilmi de tıpkı benim gibi, ancak dün, benim bu haberimden sonra öğrendi ve çok sinirlendi.
"Sansürün gerekçesi olmaz, ancak bahanesi olur." Ben bu cümleyi, bugün senin yüzünden ilk kez kuruyor değilim, yıllardır sürdürdüğüm onurlu sansür karşıtı mücadelemin bana kazandırdığı tecrübelerden damıtarak, çok zaman önce söylemiştim bunu ve tekrarlamakta yarar görüyorum: "Sansürün gerekçesi olmaz, ancak bahanesi olur." Senin söylediğin her şey bahane!... Söyleşi metnini sansürlü yayınlayarak adaleti kendin geciktirdin. O nedenle adaletin gerçekleşmesi için, Hilmi'nin ses kaydını ve metnini sansürsüz yayınlamasını beklemekten başka çare bırakmadın. Hilmi ses kaydını 1 Mart'ta* yayınlayacağını sitesinde ilan etti. Metnin deşifresini de Mart ayı içinde bitirebileceğini bana söyledi. Sansürsüz metinde, senin budadığın yerleri kırmızı harflerle vurgulayarak göstereceğiz. Ak koyun, kara koyun (kırmızı koyun) o zaman, okurların da görebileceği biçimde ortaya çıkacak. Sen, beni dangalak durumuna düşürdüğüne üzülmek yerine derginin satışının etkileneceğini düşünüyor ve münasip yalanlarla günü kurtarmaya çalışıyorsun. Ama ben senin derginin gerçek okurlarına bu dergiyi almayın demiyorum. Bu dergiyi "HİLMİ BULUNMAZ / COŞKUN BÜKTEL VE EDİZ BAYSAL'IN KATILDIĞI BERAAT SÖYLEŞİSİ HATIRINA SATIN ALACAK OLANLAR VARSA SAKIN SATIN ALMASINLAR!" diyorum. Bu ifade, dergine 1100 linççinin teveccüh etmesini sağlayıp satışını arttırabileceği gibi, linççilerin kurumsal ve parasal hamisi Lemi Bilgin ile Ayşenil Şamlıoğlu'nun sana olan güvenlerini sağlamlaştıracaktır. O nedenle sana finansal bir kazık attığımı değil, finansal bir kıyak yaptığımı düşünüyorum. Umarım bu kıyak (katkı), metnin orijinalini yayınlayıp da budadığın yerleri kırmızıya boyadığımızda okurlar önünde düşeceğin utancın tesellisi olmaya yeter.
*Niye 1 Mart? Sansürlenerek de olsa senin derginde yayınlanmış bir söyleşinin ses kaydını senin derginle aynı zamanda yayınlamak senin dergine karşı haksız rekabet olacağı için... Görüyorsun ki, Hilmi hâlâ senin derginin satışı olumsuz etkilenmesin istiyor ve ben de onun bu kararını saygıyla karşılıyorum. Hilmi, metnin deşifre edilmesini de Mart ayı içinde bitireceğini söylüyor.
Ama sen şimdi geciken adalet, adalet değildir diye demagoji yaparak gecikmeden Hilmi'yi veya beni suçlamaya kalkacaksan, hemen şunu da belirteyim: Eğer 1 Mart'ı beklemek istemiyorsan, bunu Hilmi'ye söylediğin anda, Hilmi ses kaydını "anında" yayınlamaya hazır... Yani ses kaydını yayınlamayı, sırf senin menfaatin için, 1 Mart'a erteliyoruz. Tekrar edeyim de, geciken adalet hamaseti yapmaya kalkma: İstersen, Hilmi ses kaydını "istediğin an" yayınlamaya hazır.
NOT: Bana gönderdiğin özel mail'leri açmadım ve açmayı düşünmüyorum. Başka diyeceklerin varsa, onları da okurlar önünde söyle, cevabını okurlar önünde al!
(Kaynak: Coşkun Büktel)
***
Ayrıca bakınız:
Büktel, Erbil Göktaş'ı "gayrıinsani faşist bir sansürcülükle" suçladı!
Yeni Tiyatro Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Erbil Göktaş diyor ki:
***
BÜKTEL'İN GÖKTAŞ'A CEVAPLARI: 10 Şubat 2012
Ah, Erbil, ah! En utanmazca işleri yapmakta ve yalan söylemekte hiç sakınca görmediğiniz halde, şu nezaketi(!) elden bırakmayışınız yok mu, illet ediyor beni... Nezaketle yaptıktan sonra sorun yok, her haltı yiyebilirim sanıyorsunuz. Naziler de sizin gibiydi: Temiz, janti ve kibardılar. Sen herhangi bir filmde ya da belge filmde bir Nazi'nin küfrettiğini gördün mü? Görünüşte, senden bile daha temiz, kibar ve nazikti onlar...
Ben oradaydım. Neler konuştuğumuzu ve ne kadar konuştuğumuzu biliyorum. Süre de belli: 125 dakika. Senin sansürlü yayınladığın şey ise en fazla yarım saatte okunur ve en fazla bir saatte konuşulur. O yüzden, yukarıdaki lafları aslında bana değil, tribünlere söylüyorsun ve açıkça yalan söylüyorsun. Biz ses kaydını deşifre edip yalanını ortaya çıkarana kadar, sen dergini satmış olacağını ve atı alanın Üsküdar'ı geçeceğini düşünüyorsun. Yalanların ortaya çıkınca ne kadar utanç verici bir duruma düşeceğine ise hiç aldırmıyor, günü kurtarmaya, sansürlü dergini satmaya bakıyorsun.
Benden tabii ki talimat almayacaksın! Ben zaten sana talimat vermeye kalkacak antidemokratik bir zorba değilim. Ama ben bir söyleşiye katıldığımda, söylediklerimin budanmasını asla kabul etmem; bu benim en önemli erdemim, varlık nedenim, alameti farikam, markam olmuş, gurur duyduğum bir özelliğimdir. Benim sansür konusunda pire için yorgan yaktığımı, sansür yüzünden Evrensel Kültür dergisini bir açıklama yayınlayarak terk ettiğimi; Papirüs dergisinde birkaç cümlesi eksik yayınlanan bir yazım yüzünden Tuncay Aslan'ı nasıl teşhir ettiğimi; hatta yazımın son paragrafı kesinlikle "kaza" eseri çıkmadığı halde, "Bu 'Oyun'da ben yokum" başlıklı bir yazı yayınlayarak Hilmi Bulunmaz'ın "Oyun" dergisinde bile bir daha yazmadığımı, herkes biliyor. Benim hayatım sansürle boğuşmakla geçti. Sansüre karşı düzinelerce yazı yazıp, düzinelerce slogan ürettim. Sen sanki bunları bilmiyormuş gibi Coşkun Büktel'i sansür edeceksin, onun söylediklerini budayacaksın, sonra da kalkıp birtakım bahaneler imal ederek, bir de üstüne Büktel'den özür isteyeceksin! O da yetmezmiş gibi karşıma çıkıp kahraman yayıncı edalarında, "bana talimat veremezsin" diyerek, yaptığın sansürü savunacaksın! Yahu sen bunun ne kadar utanmazca, ne kadar nezaketsizce, ne kadar küfürden beter bir alçaklık olduğunu gerçekten kavrayamıyor musun, yoksa dergin satılıncaya kadar kavrayamıyor numarasına mı yatıyorsun?
Aslında benim sana Hilmi'yle tek başına yapmanı önerdiğim bu söyleşiye benim de katılmamı kendin istediğine göre ve benim böyle söyleşilere hangi şartla geleceğimi bildiğine ve o zaman da bildirdiğime göre; "söyleşiden haftalar sonra" kalkıp da bana, "şurayı keseceğim, burayı keseceğim" diyemezsin! Diyemedin de zaten. Bunu "söyleşiden haftalar sonra" Hilmi'ye söylemişsin, bana söylememiştin. Ben Hilmi'den duydum ve asla kabul etmeyeceğimi ona da, sana da ben kendim söyledim. Ama sen, "nezaketten kırılan", "yapıcı" Göktaş, arkadaşının ilkelerini ve duygularını ipine bile takmadın! Belli ki, oldu bittiye getiririm, nasılsa iş işten geçtikten sonra biraz mızmızlansa da, hiçbir şey yapamaz, Mustafa'ya ve linççilere koz vermeyi göze alamaz, dedin. Buna o kadar çok güvendin ki, Hilmi'ye söylediğinin bile çok çok ötesinde bir sansüre gittin.
Biz teybi açtıktan ve söyleşiye başladıktan sonra, öyle senin dediğin gibi uzun uzun çay-kahve muhabbeti yapmadık. 125 dakikalık sansürsüz metin yayınlandığında, neleri budadığını kırmızı harflerle vurguladığımızda, göreceğiz bakalım, metin gelincik tarlasına dönüyor mu, dönmüyor mu? Göreceğiz bakalım kırmızı harfle göstereceğimiz o bölümleri çıkarıp sansür etmiş olman, utanç verici mi, gurur verici mi! Ben sana beni sansür edemezsin dediğimde, buna, "bana talimat veremezsin!" diye hamasi bir kılıf uydurup sansürü bal gibi yapabileceğini düşünmüşsün; benim dangalak durumuna düşmemi hiç umursamamışsın. Daha doğrusu gizli bir kinle, bir Salieri kompleksiyle, dangalak durumuna düşmemi bile bile amaçlamışsın. Theope yazarı karşısında Salieri kompleksine düşen ve Theope'nin mükemmelliğini linççilere karşı iddialı biçimde savunmak zorunda kalmasından yararlanarak, aslında dünyanın en mütevazı insanlarından biri olan Büktel'i "megaloman" olarak lanse etmek küçüklüğünden kendini alamayan tek tiyatrocu sen değilsin. Sen kervana son anda bu vesileyle katılmış oldun ama ben bu konuda senin ve eşinin hissiyatından tamamen bihaber değildim, elbette. Theope yazarının sezgileri kuvvetlidir dersem, bu megalomani mi olur sence? Bir insanın kişiliğine sansürden daha vahşice, daha barbarca bir saldırı yapmak için ancak şiddete başvurmak gerekir. Kaba kuvvet kullanmadan yapılabilecek en alçakça, en vahşi, en barbar saldırı sansürdür. "Cinayet sansürün ekstrem biçimidir" cümlesini tesadüfen, laf olsun, ilginçlik olsun diye söylememiş Bernard Shaw. Sizler insan kişiliğine en vahşi, en barbar saldırıyı gerçekleştirdiğiniz halde, bunu sırf Naziler kadar soğukkanlı(!) ve soylu(!) bir üslupla yaptığınız için, hâlâ kalkıp da insanlara nezaket dersi verebiliyorsunuz ya, o iğrenç nezaketiniz kusturuyor beni...
Ben o söyleşimizde, eşini rahatsız edecek bir şey söylemişsem, sen oradaydın, mutlaka müdahale etmişsindir. (Yoksa hazırlıksız yakalanıp müdahale edemedin mi?) "Eşim seninle tartışmak istemiyor" bahanesiyle beni sansür edip, sözlerimi budayıp, beni ne dediği belirsiz bir dangalak durumuna ne hakla düşürebilirsin? Ben eşine hakaret etmedim, beddua etmedim, lafı geldi, eleştirdim. Tartışmak istemiyorsa tartışmaz, olur biter. Başbakan kadar bile demokrat olamıyorsunuz yahu! Başbakan, sizinle tartışmak istemiyorum deyip, medyanın kendisinden bahsetmesini yasaklayabiliyor mu? Hayır, yasaklayamıyor. Medya ondan bahsediyor, onun hakkında çatır çatır yayın yapıyor; "ancak yayınlanmasından sonra" beğenmediği konularda başbakan ya cevap veriyor ya da muhatap olmak istemezse mahkemeye başvuruyor. Eşin ve sen başbakan kadar bile demokrat değilsiniz. Arkadaşınızın eleştirilerini bile "yayınlanmadan" budayıp yok ediyorsunuz.
***
Umarım, şimdi kalkıp da, "Sevgili Büktel, lafların sana dangalakça geldiyse, suçu başkalarında değil, kendinde ara!" biçiminde utanmazlıklara tevessül etmezsin, dedim ama, senin nezaketle ve nazik bir dille yapıldığı takdirde her türlü utanmazlığa tevessül edebileceğini biliyordum elbette... Yani sana göre ben, tartışmada beni sansür etmesen bile dangalaktım, hazırlıksızdım! O zaman keşke sansür etmeseydin de, herkes benim ne kadar hazırlıksız bir dangalak olduğumu daha net görseydi. Hazırlıksız olan ve kendini ifade etmeyi beceremeyen benim, ama hatalarını örtbas etmek için sansürü tercih eden nedense sensin. Okurlar şuna inansın istiyorsun: Coşkun gibi ifadesi yetersiz ve hazırlıksız olanlar tabii ki sansür istemezler; Erbil gibi ifadesi yeterli ve hazırlıklı olanlar elbette sansürü tercih ederler. Bu sence, aklından zoru olmayan herhangi bir okurun yutabileceği bir dolma mı? Keşke beni arkadan vurarak sansür etmek yerine söyleşiyi en başta konuştuğumuz gibi sansürsüz yayınlasaydın da, herkes benim ifade gücünden ne kadar yoksun bir dangalak olduğumu bir an önce ve çok daha net görseydi. Adalet de gecikmeseydi...
Hem adaleti kendin geciktiriyorsun, hem de geciken adalet üstüne hamaset yapmaya kalkıyorsun. Söyleşi sırasında, ben "çok uzun oldu istersen artık bitirelim" mealinde bir cümle kurduğumda, söyleşiyi bitirmek yerine, "Gerekirse, dört bölümde, beş bölümde yayınlarım" mealinde konuştuğunu gayet iyi hatırlıyorum. Ama "gerekirse, sansür yapar budar atarım" biçiminde konuştuğunu hiç hatırlamıyorum. Hazırlıksız olduğum halde, eşini, üstelik kocasının katıldığı bir söyleşide nasıl rahatsız edebilmişim acaba! Herhalde senin yanında ve kendisinin gıyabında karın hakkında asılsız iddialarda bulunmuş ya da ona hakaret etmiş olamam, değil mi! Neyse, Hilmi Bulunmaz sansürsüz ses kaydını 1 Mart'ta* yayınlayınca hepsi çıkacak ortaya tek tek! Ama adalet gecikmişse, geciktiren biz değiliz! Aslında bize haber vermeden bizimle ilgili tek yanlı kararlar alan sensin adaleti geciktiren... 2 saat 5 dakika süren söyleşimizin, resimlerle dolu ve geniş marjlı 11 sayfada bittiğini, Hilmi de tıpkı benim gibi, ancak dün, benim bu haberimden sonra öğrendi ve çok sinirlendi.
"Sansürün gerekçesi olmaz, ancak bahanesi olur." Ben bu cümleyi, bugün senin yüzünden ilk kez kuruyor değilim, yıllardır sürdürdüğüm onurlu sansür karşıtı mücadelemin bana kazandırdığı tecrübelerden damıtarak, çok zaman önce söylemiştim bunu ve tekrarlamakta yarar görüyorum: "Sansürün gerekçesi olmaz, ancak bahanesi olur." Senin söylediğin her şey bahane!... Söyleşi metnini sansürlü yayınlayarak adaleti kendin geciktirdin. O nedenle adaletin gerçekleşmesi için, Hilmi'nin ses kaydını ve metnini sansürsüz yayınlamasını beklemekten başka çare bırakmadın. Hilmi ses kaydını 1 Mart'ta* yayınlayacağını sitesinde ilan etti. Metnin deşifresini de Mart ayı içinde bitirebileceğini bana söyledi. Sansürsüz metinde, senin budadığın yerleri kırmızı harflerle vurgulayarak göstereceğiz. Ak koyun, kara koyun (kırmızı koyun) o zaman, okurların da görebileceği biçimde ortaya çıkacak. Sen, beni dangalak durumuna düşürdüğüne üzülmek yerine derginin satışının etkileneceğini düşünüyor ve münasip yalanlarla günü kurtarmaya çalışıyorsun. Ama ben senin derginin gerçek okurlarına bu dergiyi almayın demiyorum. Bu dergiyi "HİLMİ BULUNMAZ / COŞKUN BÜKTEL VE EDİZ BAYSAL'IN KATILDIĞI BERAAT SÖYLEŞİSİ HATIRINA SATIN ALACAK OLANLAR VARSA SAKIN SATIN ALMASINLAR!" diyorum. Bu ifade, dergine 1100 linççinin teveccüh etmesini sağlayıp satışını arttırabileceği gibi, linççilerin kurumsal ve parasal hamisi Lemi Bilgin ile Ayşenil Şamlıoğlu'nun sana olan güvenlerini sağlamlaştıracaktır. O nedenle sana finansal bir kazık attığımı değil, finansal bir kıyak yaptığımı düşünüyorum. Umarım bu kıyak (katkı), metnin orijinalini yayınlayıp da budadığın yerleri kırmızıya boyadığımızda okurlar önünde düşeceğin utancın tesellisi olmaya yeter.
*Niye 1 Mart? Sansürlenerek de olsa senin derginde yayınlanmış bir söyleşinin ses kaydını senin derginle aynı zamanda yayınlamak senin dergine karşı haksız rekabet olacağı için... Görüyorsun ki, Hilmi hâlâ senin derginin satışı olumsuz etkilenmesin istiyor ve ben de onun bu kararını saygıyla karşılıyorum. Hilmi, metnin deşifre edilmesini de Mart ayı içinde bitireceğini söylüyor.
Ama sen şimdi geciken adalet, adalet değildir diye demagoji yaparak gecikmeden Hilmi'yi veya beni suçlamaya kalkacaksan, hemen şunu da belirteyim: Eğer 1 Mart'ı beklemek istemiyorsan, bunu Hilmi'ye söylediğin anda, Hilmi ses kaydını "anında" yayınlamaya hazır... Yani ses kaydını yayınlamayı, sırf senin menfaatin için, 1 Mart'a erteliyoruz. Tekrar edeyim de, geciken adalet hamaseti yapmaya kalkma: İstersen, Hilmi ses kaydını "istediğin an" yayınlamaya hazır.
NOT: Bana gönderdiğin özel mail'leri açmadım ve açmayı düşünmüyorum. Başka diyeceklerin varsa, onları da okurlar önünde söyle, cevabını okurlar önünde al!
(Kaynak: Coşkun Büktel)
***
Ayrıca bakınız:
Büktel, Erbil Göktaş'ı "gayrıinsani faşist bir sansürcülükle" suçladı!
Yeni Tiyatro Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Erbil Göktaş diyor ki: