31 Ocak 2009 Cumartesi

Fevzi Günenç - Suya Damlalar / 3

Aşağıda yazısını sunduğum Fevzi Günenç'i tanırım. Emekçi ruhlu bir yazardır. Gaziantep'te yaşar.

Günenç'in yazısını okurken, ne denli hüzünlendiğimi anlatamam.

O denli çok küçük salonlar kurdum ve o denli bu salonların dışında kaldım ki! O denli çok oyuncu yetiştirdim ve o denli bu oyuncuların yılgınlığına tanık oldum ki!! O denli büyük umutlarla yola çıktım ve o denli umut kırıklıkları yaşadım ki!!!

Günenç'in aşağıda sunduğum yazısını okurken, hep bu salonlar, yılgınlıklar ve umut kırıklıkları gözümün önüne geldi. Islak gözlerle okuduğum yazıyı, yumuşak yürekli insanlara sunmanın hazzını yaşıyorum. (HB)


Bir zamanlar Gaziantep'te bir Cep Tiyatrosu vardı


Fevzi Günenç
30 Ocak 2009


Kozanlı’da Devlet Hastanesi'nin arkasında yazlık bir sinema var: Renk Sineması. Can arkadaşım Ömer Bilge’nin babası çalıştırırdı sanıyorum. Yoksa ne işimiz vardı her gece onunla Renk Sineması'nda. Daha izleyiciler gelmeye başlamamıştır.

Makinist dairesine çıkan tahta merdivenlerin en üst basamağında yan yana oturmuşuz. Pikaptan sinemaya yayılan şarkıyı dinliyoruz. Hülyalara dalıyoruz şarkıyla birlikte. Ben onun düşlerini süsleyen kızı biliyorum. O benimkini bilmiyor. Canım sağken duyurur muyum aşkımı ben kimseye? Kızın kendisine bile duyurmadım; yıllarca sevdim de…

Bu kez aynı sinemada, aynı tahta merdivende, aynı basamakta başka biriyle oturuyoruz. Kaya Öztaş’la… Sinema, Ömer’in babasının değil artık. Kaya’nın babasının. Konumuz, sevdiğimiz kızlar değil artık. Aşkımız başka: Tiyatro…

Düşlerinden söz ediyor Kaya Öztaş bana: Bir tiyatro kurmaktan, her gece perdeleri açmaktan, sevdiğimiz oyunları oynamaktan…

Kaya, Ticaret Lisesi'nden arkadaşım. Ben ortaokula giderken o lise sonda. Buna karşın aramızda yaş farkı yok. Ben gecikerek katılabildim okuma kervanına. Ders aralarında sık sık buluşur, şiirden, yazından söz ederiz.

Aradan yıllar geçti. Ben evlendim. O yüksekokulu bitirdi; Fransızca Öğretmeni oldu. Yolumuz yine kesişti. Ortak konumuz yine tiyatroydu. Yine bir tiyatro kurmaktan, her gece perdeleri açmaktan, sevdiğimiz oyunları oynamaktan söz ediyorduk.

Yıl kaçtı? Kesin olarak anımsayamıyorum. Yeni evlendiğim yıllarda olduğuna göre 1965-66 diyebilirim.

Bu kez delikanlı değildik. Gerçi başımızda yine kavak yelleri esiyordu; ama bu kez o yelleri zaptedip gerçeğe dönüştürecek güçte hissediyorduk kendimizi.

Karar verdik: Tiyatromuzu kuracağız. Tiyatro için önce bir yer bulmalıydık. Hepimiz yer aramaya koyulduk. Suburcu Caddesi'nden İstasyon'a inen caddenin sol başında bir yer buldum: On sekiz basamakla inilen kırk metrekarelik küçük bir bodrum kattı. Kirası uygundu. Ne var ki içerisi leş gibi kokuyordu. Arkadaşların kabul edeceğini sanmıyordum; ama yine de gösterdim.

Tahmin ettiğim gibi biri hariç hepsi reddetti burayı. "Tiyatro dediğin mis gibi olmalıydı." Reddetmeyen tek kişi Kaya Öztaş’tı. Arkadaşlara, "Kira bedelini sağlayın da mis gibi yeri tutalım" dedi.

Öbürlerinin homurdanmaları arasında orayı kiraladık. Planımıza göre odanın yarısı sahne, gerisi salon olacaktı.

Önce içeriye birkaç kat kireç badana çektik. Kireç bütün pis kokuları alıp götürdü. Kaya, tuvalete üç dört tane birden koku giderici taktı. Şimdi sıra sahneyi oluşturmaya, koltuk edinmeye gelmişti.

Koltuk işini Mustafa Bakkaloğlu üstlendi. Biz daha sahneyi oluşturmaya kalmadan, bir at arabasıyla elli tane tahta sandalye iniverdi tiyatromuza. Elbette ki koltuk gibi rahat olamazdı tahta sandalyeler; ama olsun, bunlar bizim gözümüzde cep tiyatromuzun lüks koltuklarıydı.

Sandalyeleri, Nakıp Ali’nin oğlu, sınıf arkadaşım, Cengiz Nakıpoğlu armağan etmişti tiyatromuza.

Sahne yapımı işine giriştik. İlerde çok kişili oyunlar da oynamayı tasarladığımızdan sağlam bir sahne oluşturmalıydık. Tahta edinimi için Direkçi Pazarı'na, yine sınıf arkadaşım olan Adil Öztahtacı’ya gittim.

Adil hesap çıkarttı. Bizim tiyatro bu masrafı ancak bir yıllık geliriyle karşılayabilirdi. "İndirim yap" falan derken Adil, abisiyle babasına çaktırmadan bir at arabasına üç beş tane kalın kalas attı. "Güle güle Fevzi…" dedi. "Bedeli alınmıştır."

At arabasındaki tahtaların üstüne kuruldum. Keyifle yol almaya başladık Suburcu’ya doğru.

Tahtalar tiyatroya indi. Sahne yapılacak zemine serildi. O zaman yaşadım ilk düş kırıklığını. Bu tahtalar sahnemizin ancak dörtte birini oluşturabilirdi.

Eee, ne yapacaktık şimdi? Fikir kimden geldi anımsayamıyorum ama hemen kabul gördü: İnşaatlardan tahta dilenecektik.

Başımı vurduğum inşaattan boş dönmedim. Babamın arkadaşı Müteahhit Muhtar Atmaz bir kaç kalas verdi. Kalaslar gerçi kullanılmıştı, çimentoya bulanmıştı ama ne beis? Biz onları provalarda, oyunlarda çiğneye çiğneye pırıl pırıl ederdik.

İlk kalası omuzlayıp Başkarakol’dan Suburcu’ya kadar omzumda getirdim. İkinci latayı almaya geldiğimde onları inşaatın kamyonetine yüklenmiş buldum.

"Sen kafayı mı yedin yeğenim," diyordu Muhtar Atmaz. "Omuzla taşınır mı bunlar? Mahmut gideceği yere götürsün onları."

Gerçekten taşınamazdı bu meretlerden bir ikincisi daha. İlk kalası yerine ulaştırıncaya kadar anamdan emdiğim süt burnumdan gelmişti.

Mahmut, küçük kardeşiydi Muhtar Atmaz’ın. Dünya güzeli bir insandı. Kamyonetin sürücülüğünü yapıyordu. Arabamız hareket ederken hala laf yetiştiriyordu arkamızdan Muhtar amca: "Bunlar yetmezse gene gelin…"

Onlar yetti. Çünkü tiyatroya vardığımızda öbür arkadaşların edindiği başka kalaslar da gelmişti.

Kaya boş durmamış bu arada. Gerekli marangoz aletleriyle çivi vb. sağlamıştı. Kolları sıvadık. Her birimiz bir yandan kesiyor, biçiyor, çakıyorduk. Bir gün batımında hazırdı artık sahnemiz. Büyük bir keyifle sırtüstü serildik sahneye. Sanırım bu sahnede oynanacak en güzel oyun, bu mutluluk tablosuydu.

Perdemiz de çok ilginçti. Kaya’nın annesi evdeki perdeyi kesip biçip tiyatromuzun ölçüsüne uygun olarak dikmişti.

Mustafa Bakkaloğlu da bir kıyak yaptı: Evinde dekorlar varmış, onları getirdi. Artık her şeyimiz hazırdı. Çalışmalara başlayabilirdik.

"Önce bir kadro oluşturalım," dedik. Kaya Öztaş, ben, eşim Gülten, Mustafa Bakkaloğlu, Uğur Saraç aklımda kalanlar.

Ardından oyun seçimine geçtik. Karaların Memetleri; Cahit Atay'ın üç perdelik oyunu. Aynı köyde yaşayan üç Memet'in farklı dramatik hikayeleri: Kerpiç Memet, Ermiş Memet, Yangın Memet… Pusuda, Çehov’un "Bir Evlenme Teklifi" oyunu, Aziz Nesin’in "Damda Deli Var"ı başta oynadığımız oyunlardı.

Hemen hemen her oyunun ilginç sahne arkası öyküleri yaşandı aramızda. Sonraları çok güldüğümüz bu olayları o sıralarda öylesine ciddiye almıştık ki…

Oyunları da saptayınca çalışmalara başladık. "Bir Evlenme Teklifi" üç kişiliktir: Evde kalmış kız (Natalya), evde kalmış damat adayı (Lomof), kızın babası (Çubukof). Lomof ben oldum. Natalya'yı Gülten hanım üstlendi. Çubukof da Kaya Öztaş…

Bu oyunda çok başarılı olduğumuz söyleniyordu. O kadar ki, bir gece oyun sonrası izleyicilerden bir karı koca bizimle konuştu. Aynı oyunu "Kenterler’den izlediklerini ama o oyundan bu akşamki kadar tat almadıklarını" söylüyorlardı.

Keyiflendik elbette. Teşekkür üstüne teşekkür ettik. Ama haddimizi biliyorduk. Kenterler kim, biz kim?..

İlginç anılarımızdan biri: Aziz Nesin’in bir öyküsünden oyunlaştırdığım "Damda Deli var"ı oyunuyouz. Ben şifayı kapmışım. O gece sahneye çıktığımda griptim. Otuz bilmem kaç derede ateşler içinde yanıyorum. Burnum oluk gibi akıyor. Durmadan uşağım rolündeki Uğur Saraç’a "Burnumu sil uşaaak!" diye bağırıyordum. Bu replik mahsus yapılıyormuş gibi izleyicileri gülmekten kırıp geçiriyor. Onların gülmekten gözlerinden yaş geliyordu; benimse acıdan.

Bir anımız da Mustafa Bakkaloğlu dostumla ilgili:

Haftalarca çalışıldı Pusuda oyununa. Bakkaloğlu Dursun rolünü oynuyor, Kaya ise Öğretmen rolünde… Son güne kadar düşündüklerini içine atan Bakkaloğlu o gece, açılmasına birkaç dakika kalan perdenin ardında parlayıverdi.

"Ben Dursun rolünü oynamayacağım. Ben öğretmen rolünü oynayacağım."

Aynı zamanda genel yönetmenimiz olan Kaya Öztaş sabırla onu yatıştırmaya çalışıyor:

"Arkadaşım, günlerdir bu role hazırlanıyorsun. Öğretmen rolü ne ki? Sıradan bir rol. Kim olsa oynar. Asıl önemli olan Dursun’un rolüdür. Burada harika bir tip çiziliyor. Bunu da içimizde ancak sen başarabilirsin."

"Nuh" diyor "peygamber" demiyor Bakkaloğlu. "Öğretmeni oynayacağım da öğretmeni oynayacağım."

"Dostum, önceden söyleseydin bir şeyler yapardık. Bak, seyirciler gelmiş, yerlerine oturmuşlar. Şu anda yapılabilir mi böyle bir değişiklik? Hem hazır değiliz bu rol değişimine."

"Ben hazırım. Öğretmeni de ezberledim" diyor Bakkaloğlu.

"Ama ben hazır değilim." diyor Kaya.

"Anlamam. Ya bu rol değişikliği yapılır ya da…"

"Ya de ne?"

"Ya de ben hiç oynamam."

Tepesi atıyor Kaya’nın.

"Eee… Oynamazsan oynama be!"

Araya giriyorum: "Bu saatten sonra olacak iş mi bu?"

İkisine de laf anlatamıyorum.

"Ben gidiyorum" diyor Bakkaloğlu.

"Git…" diyor Kaya.

"Verin benim dekorlarımı da, öyle gideyim."

Dekorları ertesi gün vermeye zorla razı ettik Bakkaloğlu’nu. Rezilliğimizi seyretmek için salona indi, çıkış merdiveninin alt basamağına oturdu. Biz kapalı perdenin ardında kalakaldık.

"Ne olacak şimdi?" diye kaygıyla sordum Kaya’ya. O benim kadar kaygılı değildi.

"Rolü sen oynayacaksın," dedi gülümseyerek.

"Nasıl olur! hiç çalışmadım ki."

"Provaları izledin ya…"

"Prova izlemeyle olur mu? Ezber gerek."

Elindeki cep kitabı halindeki tekstini uzattı oyunun.

"Okuyarak oynayacaksın."

Bu yöntem çok ilginç geldi bana. Denemeye karar verdim.

Denedik. Oldu. Çok da güzel oldu. İzleyici bu çaresizliğimizi artık okuma tiyatrosu örneği mi saydı, modern tiyatro mu sandı, bilmiyorum. Bildiğim olağandan fazla alkış aldığımızdı.

Ertesi gün sular durulmuştu. Bakkaloğlu’yla uzlaştık. Aklımda kalmamış, artık o Dursun rolüne mi razı oldu; yoksa Kaya, Öğretmen rolünü mü verdi kendisine… Oyun bir ay aralıksız sürdü.

Her gece dolu oynuyorduk. Bilet ücretlerini çok uygun tutmuştuk. O yılarda sinema bileti üç liraydı. Bizim tiyatroya giriş ise sadece bir lira. Amacımız para kazanmak değildi ki…

Kısa soluklu oyunlardan uzun soluklu oyunlara geçebilirdik artık. Örneğin kadrosunda nerdeyse bizim salondaki sandalye sayısı kadar oyuncu kadrosu bulunan Gogol’un Müfettiş’ine…

Uzun soluklu oyunlara Cep Tiyatrosu'nun soluğu yetmedi. Dağıldık. Bizden sonra Kaya Öztaş kendi çevirdiği bir oyunu: Richard Nash’ın Yağmurcu’sunu oynadı Site Sineması'nda. Sanırım Fransızca öğretmenliği yaptığı okulun öğrencileriyle…

Sonradan filmi de yapılan bu oyunu, filmindekinden daha büyük tatlar alarak izlediğimi, arkadaşımla gururlandığımı anımsarım.

Bu oyunun filmini izlerken Kaya ile arkadaşlarının performansını gözümün önüne getirince bizlerin, toprağımıza düşmemiş çiçekler olduğumuzu düşünerek üzüldüm. Çünkü o film eğer bir Oscar almışsa, Kaya ile arkadaşlarının oynadığı oyun iki Oscar alırdı.

Bizden sonra tiyatronun yeri baklavacılara depo oldu. Şu aralar ise genel tuvalet olarak kullanılıyor. Büyük 500, küçük 250 kuruş… Bir zamanlar beş gece tiyatro seyredilebilecek parayla şimdi aynı yerde ancak beş dakikalık ihtiyaç giderilebiliyor. Buyurun kıyaslayın artık siz, ülkemizdeki şu tiyatro aşkını.

Bir gün bir tuvaletin bozulup yerine tiyatro yapıldığını görürsem, kahrolmayacağım.

***

Oyun'un notu: bakınız;
"Fevzi Günenç - Suya Damlalar / 1"
"Fevzi Günenç - Suya Damlalar / 2"
"Fevzi Günenç - Suya Damlalar / 3"