Oyun'un notu: Sayın Semih Çelenk'in "Sınırda Dergisi"nde yayınlanan: internette tiyatro üzerine kayıkçı kavgaları ya da hilmi bulunmaz'a açık mektup başlıklı yazısını, sitemizde yayınlar yayınlamaz, Coşkun Büktel (kendisiyle ilgili bölümleri) ânında yanıtladı: Coşkun Büktel'in "kayıkçı kavgalarını" okumak, Çelenk'in yaptığı tiyatroyu seyretmekten çok daha yararlı ve zihin açıcı bir tiyatral etkinliktir!
Şimdi de ben (Hilmi Bulunmaz), Semih Çelenk'in yazısını yanıtlıyorum:
Uzun yazı yazma alışkanlığım yok…
Bu yazının hangi uzunlukta olacağını kestirememenin sancısını yaşıyorum…
30 Mart 2007 tarihinde, Semih Çelenk; "KÂRHANECİLER, SANAL DÜNYA, ŞİZOFRENİ VE TİYATR…" başlığıyla bir yazı yazdı. Ben de, hemen ardından, bu yazıya müdahale eden bir yazı yazdım: "Semih Çelenk ile Veda Hutbesi Diyalogu". Semih Çelenk, İnternet sitesindeki (Gölge Tiyatro), yazısına yeni bir eklentiyle durumu özetledi:
BU YAZININ OKURLARINA ZORUNLU BİR NOT: Aşağıda okuyacağınız yazı ile, bir süreliğine de olsa İnternet ortamında tiyatro ile ilgili olmak üzere hiçbir yazı yazmayacağımı ve tartışmalara katılmayacağımı belirtmiştim. Aşağıdaki yazının bu sayfada yayınlanmasının hemen ardından, Hilmi Bulunmaz www.tiyatroyun.com adlı sitesinde, bu yazının her cümlesi ile ilgili notlar düşerek "Semih Çelenk ile Veda Hutbesi Diyalogu" başlıklı bir yazı yazdı. (Sayın Semih Çelenk, yüzlerce yazının bulunduğu sitemizin adını vermiş. Ne yazık ki, ilgili yazıya link vermemiş. Biz, görüşlerimizin okunmasını arzu ettiğimizden, link veriyoruz: Semih Çelenk ile Veda Hutbesi Diyalogu - OYUN) Yukarıda belirttiğim kararımı bozmamak adına bu yazıyı İnternet üzerinden yanıtlamayacağım. Bu yazıya verdiğim mecburi yanıt SINIRDA dergisinin mayıs sonunda çıkacak yeni sayısında yayınlanacaktır. Yanıtın muhatabına ve bu yazının okurlarına bildirmeyi bir zorunluluk sayıyorum. (semih çelenk)
Yukarıdaki "NOT" yazısını okuduktan sonra, "Sınırda Dergisi"ni arama macerasına girdik… İstanbul'un "seçkin kitapçıları" tek tek tarandı. Ne yazık ki, hiçbir yerde bulamadık. Kadim dostumuz, Berfin Yayınları ve Berfin Bahar dergisi sahibi İsmet Arslan'a sorduk; böyle bir dergiyi duymadığını söyledi… Ortak tanıdığımız Özgün Enver Bulut adlı şairin de bu dergide yapıtlar yayımladığını belirtince, ona sorma kararı aldı. İsmet Arslan ile defalarca telefon görüşmesi yaptık ve bir türlü dergiye ulaşamadık. Her seferinde bizi "aydınlatan" İsmet, bir türlü "işe" yaramadı. Mephisto Kitabevi'nde ısrar edince, Özgün Enver Bulut'un telefonunu rica ettik ve kendisiyle görüştük. O da "Mephisto" dedi. Ve biz yine bulamadık… Neyse, dört ayda bir yayınlanan ve anarşizan bir yayın siyasası taşıyan derginin "her yerde" bulunmamasını doğal karşıladık. Çözüm üretmeye çalışırken, "dört aylığı bir arada" yayınlanan (Mayıs / Haziran / Temmuz /Ağustos) sayısını Mephisto Kitabevi'nde "yakaladık". Tiyatrodan bir gence 5 YTL verip, dergiyi almaya yolladım. Genç, 5 dakika sonra döndü ve derginin 7 YTL olduğunu söylediklerini aktardı ve bu kez 7.5 YTL verdim. Genci tekrar yolladım. Genç, 7 dakika sonra döndü ve "Sınırda Dergisi'nin sınırlı olanaklarını yansıtan bir durumu aktardı: "Dergi 10 YTL imiş." Bu kez, ne olur ne olmaz diye 20 YTL verip, genci tekrar Mephisto yollarına saldım. Genç 10 dakika sonra geldi ve (mucize) elinde sımsıkı tuttuğu "Sınırda Dergisi"ni, 4 çarpı 4 bayrak yarışçısı gibi, hızla elime tutuşturdu…
Mayıs ayının son pazarı, tiyatroda tüm işleri erteledim ve "Sınırda Dergisi'ni bir sınıra çekilip, sindire sindire okudum. Ne de olsa, "okuduklarımın çoğunu yanlış anlayan bir okur" olduğumdan, hızlı ve hızla okumak yerine, hazlı ve hazla okumak gerektiğini anlamaya başladım…
Hiçbir düşünsel bütünlük sunmayan dergi, tamamıyla eklektik ve amatör bir "ruh" ile hazırlanmış…
Sonra ne oldu?
Sonra, benim kişiliğimle ilgili ve ilintili olan yazıyı, OYUN dergisinin İnternet sitesinde yayımlamaya ve ardından yanıt vermeye niyetlendim. Her paragrafı, anlamak ve içselleştirmek için, tek tek yazarak yayınlamaya başladım. Oysa, tarayıp da yayınlamak çok daha kolay olurdu. Tek tek yazmak, konuya vakıf olmama ve paragraf paragraf yayınlamak da okura heyecan katmaya yarayabilirdi…
Arada bir e-postalara bakarken, Semih Çelenk'in ricasına rastladım:
Sayın Hilmi Bulunmaz,
SINIRDA dergisinde yayınlanan son yazımı www.tiyatroyun.com'da yayınladığınızı gördüm. Lütfen bu yazımı İnternetten kaldırınız. Eğer yazımı İnternet'te yayınlamak istesem bunu pekala kendim yapabilirdim. "Özellikle" İnternet'te yayınlamadığım ve bunu da vurgulayarak belirttiğim bir yazıyı nasıl İnternet ortamına koyabildiğinizi anlayabilmiş değilim.
Benim rızam dışında bundan böyle sayfanızda, "paragraf", "cümle" vb. şeklinde de olsa başka yazılarımı da yayınlanmanızı istemiyorum. Umarım bu isteğime saygı duyarsınız.
Şimdiden teşekkür eder, saygılar sunarım...
Semih Çelenk
Hemen yanıt yazdım:
Sayın Semih Çelenk,
e-postayı şimdi (13.27) gördüm ve yanıtlıyorum:
İnternet'ten kaldırmamın tek bir koşulu var: Bu yazıya vereceğim yanıtı "Sınırda Dergisi"nde, hiçbir müdahalede bulunmadan ve benim (önceden) okumamı garanti etmeniz hâlinde, hemen yazıyı kaldırabilirim...
Çünkü, Türkiye selülozik ortamı bana tüm kapılarını sıkı sıkı kapattı. Tek olanağım sentetik, sanal ortam olan İnternet...
Şimdiden teşekkür eder, saygılar sunarım...
Hilmi Bulunmaz
Sayın Semih Çelenk'ten bir e-posta daha geldi:
Sayın Hilmi Bulunmaz,
Yazıya vereceğiniz yanıtın SINIRDA'da yayınlanıp yayınlanmaması benimle ilgili bir konu değildir. Bu konuyla ilgili olarak SINIRDA Dergisi Yayın Yönetmeni Hüsamettin Çetinkaya husamcet@ttnet.net.tr ile görüşebilirsiniz. İnanıyorum ki cevap hakkına saygı gösteren bir dergi olarak SINIRDA yanıtınızı yayınlayacaktır.
Sanırım yanlış anladığınız bir konu var. Ben kendi yazımın İnternet ortamında yayınlanmasını istemiyorum. Bu bir kişisel hak ve tercihtir. Siz bu yazıya vereceğiniz cevabı tabii ki hem SINIRDA'da hem de İnternet'te yayınlayabilirsiniz. Buna nasıl bir itirazım olabilir ki?
Saygılar sunar, iyi çalışmalar dilerim.
Durum böyle oluşunca, Çelenk'e yazdığımız e-postayı Hüsamettin Çetinkaya'ya da yönlendirdik. Ne var ki, Semih Çelenk'in; İnanıyorum ki cevap hakkına saygı gösteren bir dergi SINIRDA yanıtınızı yayınlayacaktır." demesine karşın, kısacık bir e-postayı (hem de kendisini ve SINIRDA'yı yakından ilgilendiren yazıyı) bile yanıtlama gereksinimi duymadı Hüsamettin Çetinkaya.
Görmediğini, ayrımsayamadığını varsayıp, telefon ettim. Önce tanımaz, bilmez, vurdumduymaz gibi rol yaptı ve ardından; "Ha, blogunuza baktım. Yazıyı yayımlamaya başlamışsınız. Kaç yaşındasınız? 'Devrim, halk, tiyatro' diyorsunuz, neden böyle bir şey yapıyorsunuz?" sözlerini söyledi. Bunları yazılı hâle getirip, e-posta atmasını, sözün uçup, sorumsuzluğa evrildiğini, yazının kalıcı olduğunu, uygun bir dille anlattık… Ne var ki, Hüsamettin Bey, kendisini tanıyıp tanımadığımızla daha çok ilgilendi…
e-postamızı okuyup, beğenmeyen ve "hiçbir koşul kabul etmeyen" Hüsamettin Bey, yanıt konusunda ısrarımız karşısında, koşullar sıralamaya başladı: "Magazinel olmama, bel altı olmama, kişisel olmama…" Baktık ki, koşullar uzayıp gidiyor, kendisine "iyi günler" dileyip, İstanbul-İzmir hattını görüşmeye kapattık…
Ve bilgilendirmenin gerekliliğine inandığımızdan, Semih Çelenk'e bir e-posta daha yolladık:
Sayın Semih Çelenk,
Herkesin bir yöntemi var... Ben, herhangi bir konu hakkında yazı yazarken, o konuyu içeren yazının, okurlarım tarafından bilinmesini isterim...
Sizden bir "garanti" istedim... Aynı "garanti"yi Hüsamettin Çetinkaya'ya da yönlendirdim... Yanıt yazma gereği duymadı... Telefon ettim ve yanıt yazmayacağını söyledi...
Hüsamettin Bey; "magazinel olmama, bel altı olmama, kişisel olmama..." koşuluyla, yanıtımın yayınlanabileceğini söyledi. Tamamıyla, benimle ve benim görüşlerimle ilintili bir yazıya (örnekse "çocukça... Biraz daha zeki ve yaratıcı olmanızı beklerdim... 'esnaf'... 'mahalle' Türkçesi..." gibi sözcüklerle 'süslenmiş') karşı bir yazı yazarken, "magazinel olmama, bel altı olmama, kişisel olmama..." ölçütlerini nasıl tutturabileceğimi bilemiyorum!
Benden koşul isteyen Hüsamettin Bey, "bizden koşul isteme, bize ne yapacağımızı söyleme" diyebiliyor...
Son olarak; beni ikna eden bir yanıt alamadığımdan, "Bu bir kişisel hak ve tercihtir." sözüne karşıtlık olsun diye değil, okurlarımın, size vereceğim yanıtın öncülünü bilmesi adına yayınlamak zorundayım...
Benimle ilgili bir yazı yazacağınız zaman, lütfen, bunun yanıtının verileceğini ve sizin yazınızın da bizim sitemizde yayınlanacağını göz önünde bulundurarak yazın...
Saygılar sunar, iyi çalışmalar dilerim...
Sınırda dergisinin periyot tutturamaması, geniş okur kitlesine ulaşma çabası içerisinde olmaması, dünya görüşümü lâyıkıyla yansıtabilme olasılığı bulunmaması, en önemlisi; dergi sahibi Hüsamettin Çetinkaya'nın inandırıcı olamaması nedeniyle, Semih Çelenk'i İnternet ortamında yanıtlamaya çabalıyorum…
Okurlara şunu da itiraf edeyim; Sınırda Dergisi, ilk elinize aldığınızda, sizi "korkutuyor". Hemen kitaplığınıza sığınıp, hummalı okuma sürecine girmenizi "buyrukluyor". Ben, dergiyi elime alır almaz böyle bir ruh durumuna girdim. İşlerimin yoğunluğu ve "okuduğumu yanlış anlama" düşüncesiyle, hummalı okuma sürecine girmedim!
Bir itirafta daha bulunayım; Sayın Semih Çelenk'in yazısı, hakkımda yazılan en uzun yazı. Bu anlamda sevindiğimi, gerçekten sevindiğimi belirtmek ve kendisine teşekkür etmek istiyorum…
Şimdi gelelim, Çelenk'in yazısına:
Semih - Biraz daha zeki ve yaratıcı olmanızı beklerdim.
Hilmi – Benim bildiğim; zeka doğuştan gelen, kalıtsal bir şey. Akıllı olabilirim, bu benim elimde. Ancak, zeki olmam sanırım zor. "Yaratıcı" sözünden nefret ettiğimi belirtmeliyim. Yaratıcı olmaya, Tanrı olmaya hiç niyetim yok.
Semih – Coşkun Büktel'e öykündüğünüzü anlıyorum, ama onun yaptığını yapmanız için en az onun kadar "mükemmeliyetçi" ve kılı kırk yaran bir yapıya sahip olmanız gerekir.
Hilmi – "Taklit" anlamında ne Büktel'e, ne Lenin'e, ne de Nâzım'a öykünen biriyim. Onlar gibi olmaya özen gösteriyorum. Özeniyorum…
Semih – Yoksa, kadim felsefe diyaloglarına yaslanan bu yazım tarzının, sizin kadar savruk, çok fazla "esnaf" ve "mahalle" Türkçesine sahip, okuduklarının çoğunu yanlış anlayan birine göre olmadığı açık.
Hilmi – Savruk olduğumu kabul ediyorum. Tırnak işaretine tutsak edilen "esnaf" ve "mahalle" sözcüklerini hangi bağlamda kullandığınızı "okuduklarının çoğunu yanlış anlayan biri" olduğumdan tam olarak anlayamadım. Her şeye karşın, belirtmekte yarar var: Akademik sözcüklere göre "esnaf" ve "mahalle" Türkçe'si ile yazmayı yeğleyen biriyim…
Semih – Bizim tek bir amacımız var; Semih Çelenk'in yazısını "fırsat" bilip, kendi düşüncelerimizi açıklamaya çalışmak! Buyurmuşsunuz. Ama benim yazımı aradan çıkarttığınızda ne yazık ki geriye çocukça karalanmış notlar kalıyor. Keşke tek başına mükellef bir yazı yazsaydınız.
Hilmi – Akademisyen olmanın verdiği dayanılmaz hafiflikle, bizden yaptığınız alıntı için tırnak işareti kullanmamanız, sizin ne denli "savruk olmayan" biri olduğunuzu kanıtlıyor. Sizin yazınız için yazı yazmayı düşündüğümden, sizin yazınızı aradan çıkarttığımda, çocukça bile olmayan bir durumla karşılaşırız: Satranç oynayan kişilerden birinin, "benim oyunumu aradan çıkarttığında, ne yazık ki geriye çocukça bir satranç oyunu kalır" demeye benziyor yaklaşımınız…
Semih – Tiyatromuzun büyük yabancılaşma yaşadığının, bir çöküş yaşadığının sadece sizin sitelerinizde ya da yayınlarınız ile Coşkun Büktel'in yazılarında ve kitaplarında mı belirtildiğini sanıyorsunuz?
Hilmi – Sanmıyorum. Biliyorum. Küçük bir fark var; bizim dışımızdakiler; toplumsal, siyasal, kültürel, hatta tiyatral öneri götürmekten çok, "dök içini rahatla" mantığıyla hareket ediyorlar…
Semih – Bu konuda yüzlerce yazı yazıldı, kitap yayınlandı.
Hilmi – Biliyorum. Tümü birbirine benzeyen şeyler…
Semih – Ben de 1989 yılından beri, önce Yeni İnsan'da, daha sonraları Edebiyat Eleştiri, Agon, Tiyatora, Evrensel Kültür, Yeni Politika, Siyah Beyaz, Gölge Tiyatro, Sınırda gibi dergi, gazetelerdeki yazılarımla ve Sokaktaki Tiyatro (1992), Barbarlar Mutludur Çünkü Tiyatroları Yoktur (2000) ve Postmodern Zamanlarda Tiyatro (2007) kitaplarımda, tamamen toplumla tiyatro sanatının bağının kopması, tiyatro sanatçılarının topluma yabancılaşması ve piyasanın bir aktörü olması odaklı binlerce satır yazdım.
Hilmi – Sanırım, tebrik etmek zorundayız!
Semih – O zamanlardan yazılarınızı görmemişsem benim bilgisizliğimdir.
Hilmi – Tersinleme yapmayı seviyorsunuz anlaşılan. "Neden yazdıklarımı okumadınız?!" demek istediğinizi anlayacak denli zeki ve "yaratıcı" sayılırım!
Semih – Coşkun Büktel'in Theope'yi 1993'te yayınladığını, Theope merkezde olmak üzere Türk Tiyatrosu eleştirilerine 1995-96 yıllarında başladığını biliyorum.
Not: Burada bir alıntı yapmamız gerekiyor:
Semih Çelenk yanlış biliyor ve "savruk, çok fazla 'esnaf' ve 'mahalle' Türkçesine sahip, okuduklarının çoğunu yanlış anlayan biri" olarak nitelediği Hilmi Bulunmaz gibi, kendisi de araştırma yapmayı hiç gereksinmeden, "çalakalem" yazıyor. Oysa fazla araştırmasına gerek yoktu: "eleştirilerine 1995-96 yıllarında başladığını biliyorum" gibi kesin ve iddialı bir cümle kurmadan önce, "Türk Tiyatrosundan İnsan Manzaraları" adlı eleştiri kitabıma birkaç dakika göz atması, Çelenk'in yanılmasını ve okurları yanıltmasını önlemeye yetecekti.
Ben düzenli olarak tiyatro eleştirisi yazmaya 1995-96'da değil, Mart 1992'de, "Türk Tiyatrosundan İnsan Manzaraları –1" başlıklı yazımla başladım ve 1995-96'ya gelinceye dek yüzlerce sayfa tutan bir sürü eleştiri yazısı yazdım. Bu düzeltmeyi yaptıktan sonra, şunu da belirtmem gerek: Eleştiri yazılarımın Çelenk tarafından "Theope merkezli" diye nitelenmesi bana hiç de masum görünmüyor. Benim bugüne dek yazdığım yazıların hiçbiri ("Theope" hakkında kasıtlı bir yazıya cevap olarak kaleme aldığım "Theope Savunması" –Bakınız, "Türk Tiyatrosundan İnsan Manzaraları", Dramatik Yayınlar, 1998, sayfa 171-202–. dışında) "Theope merkezli" değildi. Ben, yazılarımda "Theope"yi önemli bir ölçüt, bir mihenk taşı olarak kullanmama ve "Theope"nin başına gelenleri Türk tiyatrosundaki çürümenin en önemli göstergesi saymama rağmen, "Theope Savunması" dışında, "Theope merkezli" herhangi bir yazı yazmadım. Yazılarım için yapılan "Theope merkezli" türünden yakıştırmalar, daha çok, vandallar tarafından uydurulmuşlardır; eleştiri yazılarımla yumruk yemişe döndükleri için yazılarımı hafifsemeye ve o yazıları benim "Theope" takıntımın hastalıklı ürünleri olarak görmeye ve göstermeye çalışan vandallar tarafından... Semih Çelenk, o vandal terminolojiden uzak durmaya çalışmalıydı.
Tıklayınız: Coşkun Büktel'in "kayıkçı kavgalarını" okumak Çelenk'in yaptığı tiyatroyu seyretmekten çok daha yararlı ve zihin açıcı bir tiyatral etkinliktir!
Semih – Üstelik bu "sen dillendirdin, ben dillendirdim" meselesi değil ki, "dillendirilmeye başlandı" deniyor yazıda.
Hilmi – "Okuduklarımın çoğunu yanlış anladığımdan", bunu da yanlış anlamışım!
Semih – Önemli olan bunun söylenmesi ya da giderek daha sık telaffuz edilmesidir.
Hilmi – Ben de bunu yapmaya çalışıyorum. Daha sık söylemeye çalışıyorum. Örnekse, "Özdemir Nutku skandalı"nın halkı tiyatrodan uzaklaştıran etmenlerden biri olduğunu vurguluyorum.
Semih –Bu türden çarpıtmaları yazınız boyunca yapmışsınız. Ama niye?
Hilmi – Niyetim, sizin gibi akademisyenlerin anlaşılmadığını vurgulamaktı. Ne yazık ki, ben de anlaşılmaz bir durumdaymışım! Sizin gibi akademisyenlerin, birer Özdemir Nutku olma olasılğını irdelemekti.
Semih – Sürekli karşınızdakine çamur atmak zorunda mısınız?
Hilmi – Sürekli olarak çamur atmak yerine, sürekli olarak tokat atmayı yeğlerim…
Semih – Niye illa da bir laf sokuşturmaya çalışıyorsunuz?
Hilmi – Türkiye tiyatrosunu çürüten insanlardan biri olan Özdemir Nutku'yu eleştirmediğiniz, koruduğunuz için "laf sokuşturmaya çalışıyor"um…
Semih – "Tiyatro sanatı bir çöküş yaşıyor" diyorum. Ne dediğimi biliyorum. Sayın Bulunmaz, 22 yıldır gece gündüz tiyatro okuyan, öğreten, yazan, çeviren, uyarlayan, yöneten bir adamım.
Hilmi – Bu somut duruma itiraz eden mi var? Özdemir Nutku, daha uzun zamandır tiyatro okuyor, öğretiyor, yazıyor, çeviriyor, uyarlıyor, yönetiyor ve üstüne üstlük iftira atıyor!
Semih – Sakın ha burada belirtilen "nicelik"e takmayasınız.
Hilmi – Olur, takmam!
Semih – Ya da takın.
Hilmi – Olur, takarım!
Semih – Ne de olsa siz benden daha eski tiyatro adamısınız.
Hilmi – Eskilik yıllarla ölçüldüğüne göre, bir "nicelik" durumu söz konusu olan. Sakın ha burada belirtilen "nicelik"e takmayasınız.
Semih - …
Hilmi – Ya da takın.
Semih – Öyle ya, lütfen siz "çöküş" yaşamayan, salonlar ya da alanlar dolusu seyirciye oynayan, tiyatroyu da sanat haline getirmiş ve aynı zamanda da yarı feodal yarı kapitalist olmayan birkaç tiyatro ismi verin de hatalı olan ben olayım.
Hilmi – Vereyim: Yenikapı Tiyatrosu, Özgür Tiyatro, Bulunmaz Tiyatro… Tabii, yukarıdaki tarife uymayan öğeleri saptayarak itiraz etme hakkına sahipsiniz!
Semih – "Tiyatro sanatı ile halkın arasındaki bağın zayıflaması.." diyorum siz de "halkla tiyatro arasında kopukluk var" diyorsunuz. Ha "Kasap Osman", ha "Osman Kasap".
Hilmi – Siz, "Kasap Osman" dediğinizde, Osman'ın kasaplık yaptığı hemen anlaşılır. Ne var ki, "Osman Kasap" dediğinizde, yine hemen, Osman'ın soyadının Kasap olduğu anlaşılır!
Semih – Niye kendi zamanınıza da benim zamanıma da yazık ediyorsunuz.
Hilmi – Burada tamamıyla bir hakaret var: Ben sizin zamanınızı almıyorum. Siz bana yanıt yazarak zamanınızı veriyorsunuz. Ancak, o denli "savruk" düşünceye sahipsiniz ki, "okuduklarınızın çoğunu yanlış anlıyorsunuz." Ben, ne denli "savruk" ve "çala kalem" de yazsam, niyet olarak, iyi niyetliyim. Tiyatronun daha iyi bir yere gelmesini, daha iyi anlaşılmasını istiyorum. Salt size yazarken değil, yaşamımın her alanındaki zamanımı tiyatro sanatına vermek istiyorum. Sizin temsil ettiğiniz aristokrat tiyatro anlayışına karşı da zamanımı seve seve veriyorum. Lütfen benim hakkımda karar verirken, biraz daha dikkatli olun. Ben, zaman kaybı olarak görmüyorum durumu. Siz de, bana yanıt vermeyerek, (nasıl ki Coşkun Büktel'e vermiyorsunuz!) zamanınızı sizin için daha değerli olan işlerde kullanabilirsiniz!
Semih – "Kapitalist anlayışa hizmet edecek tiyatro esnafı yetiştirmek için üniversitelere de görev düşüyor" buyurmuşsunuz.
Hilmi – Buyurmadım. Yazdım…
Semih – Bunu laf sokmak için söyleseniz bile, yüzde yüz haklısınız.
Hilmi – Özdemir Nutku'ya toz kondurmayan biri, beni "yüzde yüz" haklı bulursa; sevineyim mi üzüleyim mi? Bilmiyorum doğrusu…
Semih – Kendi sanatına yabancılaşan "tiyatro esnafı" konusunda üniversitelerin de, hocaların da bilinçli ya da bilinçsiz büyük günahları var.
Hilmi – Onların daha ne günahları var! Hepsini zamanla anlatacağız…
Semih – Bunları hiç konuşmadığımızı mı, acısını hiç çekmediğimizi mi sanıyorsunuz?
Hilmi – Öyle sanıyorum. Örnekse "Özdemir Nutku skandalı" konusunda ne düşündüğünüzü çok merak ediyorum.
Semih – Ben kendi payına bununla ilgili yeterince sıkıntı çekiyor fakat hiç yılmadan bu gidişi engellemek adına, öğrencilerime okula başladıklarında, "sektörde işçi, pazarda esnaf olmak" ile "sanatçı olma"nın farklı şeyler olduğunu anlatıyor ve bunu dört yıl boyunca her fırsatta yineliyorum.
Hilmi – İnanıyorum… Ancak, ülkemizde tiyatro esnafı "sektörde işçi, pazarda esnaf"tan daha berbat ve aptal durumunda. Biz de bunu vurgulamaya çalışıyoruz.
Semih – Ne kadar başarılı oluyorum / oluyoruz? Başarıdan ne anlaşıldığına bağlı.
Hilmi – Doğru. Tüm sorun "başarı" sözcüğüne yüklediğimiz anlamda. Ben, emeğin iktidarına giden yolda savaşım vermeyi ölçüt olarak alıyorum…
Semih – "Kar getirmeyen hiçbir şey gerekli değildir.' Şiarından hareket eden bu azgın liberalizm, 'tüketici birey'i her şeyin merkezine koymaktadır." Diyorum. Siz, "Tıpkı, 12 Eylül Faşizmi'nin hemen ardından (1982 yılında) kurulan 9 Eylül Üniversitesi'nin sağladığı toplumsal saygınlıktan yararlanan Özdemir Nutku'nun düşünce yapısı gibi…" diyorsunuz. Hilmi bey, "tıpkı" dediğiniz "şey"lerin aynı kategoride olması ve birbirini tutması gerekir. Elma ile armut kadar bile birbirine benzemiyor söyledikleriniz. 1982 yılı 12 Eylül faşizmi'nin ardı değil tam göbeğiydi, danışma meclisi vardı, Kenan Evren'in de cumhurbaşkanı seçildiği oylama Kasım 1982'de yapıldı. Dokuz Eylül Üniversitesi'nin kurulması Bundan 4 ay öncedir. Fakültelerin ve yüksek okulların çoğu (Güzel Sanatlar Fakültesi ve dolayısıyla Tiyatro Bölümü de) Ege Üniversitesi'nden devralınmıştır. Prof. Dr. Özdemir Nutku, Prof. Dr. Alim Şerif Onaran ve Prof. Dr. Gültekin Oransay öncülüğünde kurulan Güzel Sanatlar Fakültesi'nin ve dolayısıyla Tiyatro Bölümü'nün kuruluş tarihi 1976, kurulma kararının tarihi ise 1975 yılıdır. İlk mezunlarını 1981 yılında vermiştir. İlk mezunlarımız, provalarını süngü, dipçik nezaretinde yapmışlardır. Ben 1984'te öğrenci olduğumda, üniversitedeki gerici kadrolaşmadan ötürü üst sınıflarımız, üniversiteyi "Dokuz Işık Üniversitesi" diye anıyorlardı. Dokuz Eylül Üniversitesi, ancak son iki-üç dönemdir, o eski çizgisinden kurtulmuş ve ilerici bir çizgiye gelmiştir. Seksenli yıllar boyunca, DEÜ GSF Tiyatro Bölümü, İzmir'deki tiyatro hayatının önemli bir merkezi olmuş, yaptığımız kısa oyunlar (öğrenci oyunları) içeri giremeyen seyircilerin fuayede beklemesi ve talepleri üzerine, aynı günde iki, üç seans oynamak durumunda kalınmıştır. Suat Taşer sahnesi bu yıllarda çok önemli tartışmalara, panellere, misafir oyunlara ev sahipliği yapmıştır. Ezcümle, 80'li yıllarlarda, İzmir'de Tiyatro Bölümü bir vahadır. Dokuz Eylül'e saygınlık kazandırmıştır, yoksa sizin söylediğiniz gibi değil. Sizin söylediklerinizi gerçeklerle harmanladığımızda şöyle bir sonuç çıkıyor: 1976'da kurulmuş bir bölüm, 1982'de kurulan bir üniversiteye dahil ediliyor ve bu üniversite (ve 12 eylül faşizmi) o bölüme saygınlık kazandırıyor. O saygınlığı da Prof. Dr. Özdemir Nutku kullanıyor. Komik değil mi? Siz 12 eylül rejiminden saygınlık kazanmanın mümkün olduğunu mu savunuyorsunuz?
Hilmi – Uzun uzun durum değerlendirmesi yapıp, bizi "aydınlattığınız" için teşekkür ederim. Bazı insanlar vardır; sustuğu an düşecekmiş izlenimi verir. Sizin bu uzun paragrafınızı yazarken, sanki; "Konu "Özdemir Nutku skandalı"na gelmesin de, nereye gelirse gelsin, sürekli konuşayım, düşüp bir yerimi kırmayayım" düşüncesi var gibi geldi bana. Saygınlığa gelince, evet, "12 eylül rejiminden saygınlık kazanmanın mümkün olduğunu savunuyor"um. Örnekse, Özdemir Nutku, 12 Eylül Faşizmi'ni protesto edip, üniversiteden ayrılabilirdi. Böyle bir eylem yaptı mı? Yaptı da biz duymadık mı? Her kim ki, 12 Eylül'e tepki göstermemiştir, o faşizmin sağladığı "saygınlık"tan yararlanmıştır. Bu arada yineleyelim; Coşkun Büktel'in teşhir ettiği "Özdemir Nutku skandalı" hakkında ne düşünüyorsunuz?
Semih – Öte yandan "Bu resmin arkasında ne var?" soruma, "bu resmin arkasında 12 Eylül faşizmi ve oligarşik dikta var" diyorsunuz.
Hilmi – Evet, doğru… Beni, bizi, halkımızı köle yerine koymak isteyen tüm faşist hareketleri ve 12 Eylül Faşizmi'ni yaşamım boyunca unutmayacağım!
Semih – Bunun böyle olduğunu yadsıyan bir ifadem olmadığı gibi Evrensel Kültür'ün Ekim 1993 sayısında "12 Eylül ve Tiyatro" adlı dosyasında bu konuyla ilgili soruşturma cevabım Türkçe bilmek koşuluyla yeterli bir yanıttır.
Hilmi – İtirafımdır: Türkçe bildiğimi sanmama karşın, Türkçe bildiğini sanmadığım Evrensel Kültür'ü okumuyorum…
Semih – Ama ben "şu an"dan bahsediyorum. Biliyorsunuz insanın ölmesinin en büyük nedeni de doğmasıdır.
Hilmi - Canlılar; doğar, büyür ve ölür!
Semih – Ama genellikle ölüm nedenleri arasında 'doğmuş olması' gibi bir neden yer almaz.
Hilmi – Bunu herkes bildiği için, üzerinde durulma gereği duyulmaz!
Semih – 12 Eylül misyonu, işlevi olan bir darbeydi.
Hilmi – Tüm darbeler öyledir!
Semih – Faşist uygulamaları, idamları, işkenceleri, hapisleriyle toplumumuz üzerinde onulmaz acılar bıraktı, sürekli bir korku ve siniklik hali yarattı.
Hilmi – Nasıl ki, 12 Eylül'ün "marifetlerini" konuşuyorsak, "Özdemir Nutku'nun Theope marifeti"ni de konuşmamız gerekiyor. İşin açıkçası, ben daha çok bu konunun üzerinde duruyorum…
Semih – Ve bugün de etkisi değişik biçimlerde sürmektedir. Yine de 12 Eylül ve hemen onun arkasından gelen Özal hükümeti, tüm müdahaleleri bir yana, örneğin Devlet Tiyatrosu'nu kapatmayı düşünmediler.
Hilmi – Devlet Tiyatroları'nın içindeki insanların beyinlerini öldürdüklerinden, kapatmalarına gerek kalmadı…
Semih – (Üstelik dönemin Devlet Tiyatrosu Müdürü Turgut Özakman'ın ağırlıklı olarak DEÜ GSF ve DTCF Tiyatro Bölümleri'nin mezunlarından oluşturduğu ve bir anlamda da o dönemki DT'nin oyuncu kaynağı konusundaki konservatuar tekelini kırdığı Çocuk ve Gençlik Tiyatrosu deneyimi kayda değerdir.)
Hilmi – Demek ki, Turgut Özakman da 12 Eylül Generalleri ile çalışmayı yeğleyerek, karşı çıkmayarak, idamları onaylamış anlamına geliyor.
Semih – Çünkü, yine, niteliği bir yana, devlet merkezli bir "politika" egemendi.
Hilmi – Bu "devlet" sözü, nedense bana hep işkence ve zulüm sözcüğünü çağrıştırıyor…
Semih – Oysa ki bugün tüm dünyada tröstlerin, çok uluslu şirketlerin hakim olduğu, devletlerin ve ülkelerin yeni pazar haritalarına göre şekillendirilmeye çalışıldığı bir süreç yaşanıyor.
Hilmi – Saptaman doğru. Buna bir şey söylemiyorum… Kafamda hep "Özdemir Nutku skandalı" var.
Semih – Sosyalist sol da bir yanı "kamusal"ı korumak adına, "ulusalcılık" ya da "vatanseverlik" kutbuna öte yanı da "liberalizm"e doğru kayıyor.
Hilmi – Sizde ad vermeme hastalığı var! Örnekse Türkiye Komünist Partisi, İşçi Partisi gibi "sosyalist sol" olduğunu iddia eden partiler "kamusal"ı korumak adına "ulusalcılık" yada "vatanseverlik" kutbuna kayıyor. Örnekse, Özgürlük ve Dayanışma Partisi "liberalizm"e kayıyor, denilebilir. Ad verirsek, anlattıklarımız daha anlaşılır boyut kazanır… Okurlarımız da, "okuduklarının çoğunu yanlış anlayan biri"leri olmaz…
Semih – Küresel Liberalizm de "liberalizm" paydasında buluştuğu bu solu giderek daha çok bağrına basıyor.
Hilmi – Tamamıyla uzlaştığımız bir tümce… Zaten yukarıdaki gibi bir tümce kurulduğunda, "kırıcı" olmayabiliyor. Küresel Liberalizm yerine "emperyalizm" ve liberalizm yerine "kapitalizm" denildiğinde, "kırıcı" olabiliyor. Bence, örnekse; TKP, İP, ÖDP'nin politikaları, emperyalizme ve kapitalizme zarar vermiyor…
Semih – AKP hükümeti de yukarda andığımız küresel liberal, (kapitalist sözcüğü toplumu daha çok üretim tarzından, liberal sözcüğü ise yönetim tarzından ve onun politik ideolojisinden okuyan kavramlardır. Konumuz ekonomi değil sanat olduğuna göre derdimizi daha çok zihniyetlere ve yönetim tarzına gönderme yapan bir terminoloji ifade eder, yani liberal) politikaların bir uzantısı olarak, "kamusal" olan her şeye "haç görmüş şeytan" gibi davranıyor.
Hilmi – Olabilir… Devletçi mantıkla emperyalizmin işine yaradıklarını bildiklerinde de, farklı davranır kapitalistler. Önemli olan aydınların, net olması. Örnekse "Özdemir Nutku skandalı" konusunda netleşmeleri.
Semih – İstanbul'da en güzel binaların, en büyük yeşil alanların tröstlere verildiğini, Arap ya da Yahudi sermayesine peşkeş çekildiğini biliyorsunuz (bunlar neo-liberal politik tercihlerdir).
Hilmi – Bizce tercihten öte, kapitalist üretim ilişkilerinin dayatmasıdır.
Semih – Haydarpaşa kurtarılabildi mi? Henüz bilmiyoruz.
Hilmi – Emperyalistler, demiryolunu Bağdat'a dek örerken, Haydarpaşa'yı "imar ve ihya" ettiler. Şimdi de "imar ve imha" etmek istiyorlar. Kapitalist yöntemle yönetilen ülkeler, emperyalizmin dümen suyundan gitmek zorunda…
Semih – Sizin o eskiden bildiğiniz yönetimlerin yerel kapitalist tercihleriyle bugünün küresel neoliberal reflekslerinin oldukça farklı şeyler olduğunu kabul etmelisiniz.
Hilmi – Diyalektik bir durum. Ben kabul etmesem de, yaşam farklılaşıyor…
Semih – Bugün Türkiye'de kendini solda konumlandırmanın gereği, dünyadaki "küresel neoliberal" politikaları ve onun Türkiye'deki uzantılarını görmek, bunları açığa çıkartmak ve buna karşı mücadele etmek olsa gerek. Yani ben böyle düşünüyorum.
Hilmi – Böyle düşünüyorsanız, sizinle fazla bir çelişkimiz yok demektir. Ancak… "Özdemir Nutku skandalı" konusunda da çelişkimiz olmasa iyi olur kanısındayım…
Semih – Benim "ilerici-gerici kavgası" diye anlatmaya çalıştığım şey, sizin de şikayetçi olduğunuz türden, "folklorik protesto" gösterileri, hamasi bildiriler, "tören-rozet Atatürkçülüğü"nden hareket eden, edilgin ve teslimiyetçi aydının sözde politik duruşudur. Sonuçta gericilik (teslimiyet) de ilericilik (mücadele) de kişisel etik ve politik seçimdir, ötesi boş.
Hilmi – Doğru… Yineliyorum: "kişisel etik ve politik seçim" olarak, "Özdemir Nutku skandalı" konusunda ne düşünüyorsunuz?...
Semih – "Tüketmeyen, yoksul, işsiz, aç insanları sistem dışı kabul etmekte; büyük kitleleri sadece bir 'güvenlik' sorununa indirgemektedir." Yazmışım. "Tam tersine, sistem içi kabul etmekte ve onları, çalışanlar üzerinde bir tehdit ögesi olarak kullanmaktadır… Yanlış bir sosyoloji yolundasın Semih Çelenk…" buyurmuşsunuz. Sosyolojinin yolu, bu yolun yanlışı doğrusu olmayacağı bir yana, bahsettiğiniz "işsizliğin ve işsiz kitlenin ücretler ve çalışma şartları üzerinde bir Demokles kılıcı türü sallanması meselesi değil anlatmak istediğim, cumhuriyetin temelinde yatan "yurttaşlık" ortak paydasının söylem düzeyinde de kaybolduğu, tıpkı Osmanlı'da olduğu gibi kitlelerin, "kul-köle" olarak ve net bir biçimde izole edildiği, artık söylem düzeyinde bile, "yurttaşlık"ın kalmadığıdır. Kimi teorisyenlerin bu çağa "Yeni Ortaçağ" demesi de belki bu yüzdendir.
Hilmi – Ben, yine de "Özdemir Nutku skandalı" üzerinde durmayı yeğliyorum…
Semih – Kendini bilen aynı zamanda maddi açlık içerisinde olan birçok insan tanıyorum; "karhane düzeninden yana" değiller, "basit bir 'güvenlik' sorunu ögesi de değiller!..demişsiniz. Ben mi insanları güvenlik sorunu olarak görüyorum? Bu insanlar mı kendilerini güvenlik sorunu olarak görüyorlar? Bir daha, ağır ağır okuyun.
Hilmi – Ağır ağır ve heceleyerek okuyorum: "Öz-de-mir Nut-ku skan-da-lı"
Semih – Ben sistemin bu insanları bir "güvenlik" sorunu olarak gördüğünü söylüyorum. "Güvenlik" sorunu ne demektir?
Hilmi – Ağır ağır ve heceleyerek mi söyleyeyim?
Semih – Devletin hiçbir hak tanımadığı ve sadece güvenlik gücü aracılığıyla muhatap olduğu kitle demektir.
Hilmi – Kapitalist devletin hiçbir hak tanımadığı ve sadece resmi faşizm aracılığıyla muhatap olduğu emekçi kitle…
Semih – Coşkun Büktel'e yanıt verme ya da Özdemir Nutku'nun iftiracı olduğunu irdeleme yerine, sosyolojik irdelemelerde bulunmayı yeğliyorsun…demişsiniz. Hilmi bey, siz bana ne yazıp ne yazamayacağımı dikte edemezsiniz.
Hilmi – Böyle bir niyetim yok! Ben, sadece "Özdemir Nutku skandalı" konusundaki görüşünüzü, bir okur duyarlılığı içinde merak ediyorum…
Semih – Coşkun bana verdiği yanıtın sonunda iki seçenek vererek sizden daha demokrat olduğunu göstermişti.
Hilmi – O konuda haklısın. Coşkun Büktel, benden daha demokrat biridir. Hatta ben pek demokrat sayılmam.
Semih – Hatırlayacaksınız ki, bu "skandal"a yer vermeyeceksem en azından "edebimle (başka bir yerde de) uslu uslu oturmamı" tavsiye etmişti.
Hilmi – Ben de, "Özdemir Nutku skandalı" konusunda görüş belirtmenizi tavsiye ederim.
Semih – Sizin ona nazaran faşizan olduğunuz anlaşılıyor.
Hilmi – Ben ona nazaran komünizanım…
Semih – Coşkun Büktel'in kendisi dahi kendisine niye ikinci bir yanıt yazmadığımın hesabını sormamışken sizin böyle bir şeyi sormanızın altında güreşçileri kızıştıran cazgır benzeri bir eda seziyorum.
Hilmi – Sezgileriniz sizi yanıltıyor. Ben Coşkun ile güreş yapmanızı değil, benimle güreş yapmanızı istiyorum! Bu arada, ABD Dışişleri Bakanı Rice'a, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün, neden yanıt vermediğini de sorma hakkına sahibim...
Semih – Bravo size Sosyalist Hilmi Bulunmaz!
Hilmi – Size de bravo "Özdemir Nutku skandalı" körü Semih Çelenk!
Semih – İnsanlara ne yazacağını mı dikte ediyorsunuz?
Hilmi – Dikte etmiyorum, arzu ediyorum!
Semih – Şu konuda yaz!
Hilmi – Hangi konuda?
Semih – Hayır önce şu konuda fikrini belirt sonra öbür konuyu yaz!
Hilmi – Hangisi?
Semih – Hadi bakalım, "iki pehlivan çıktı meydane…"
Hilmi – Bu denli mizahi yazılarınızı, dilerseniz Ankara Ekin Tiyatrosu için kullanın ve nice 92.000 YTL'lere ulaşın…
Semih – Coşkun'un forum tartışmasındaki sert üslubuna sinirlenerek ona yazdığım yanıtta öfkeyle yanlış anlamalara sebep olacak ifadeler kullandığımı biliyorum.
Hilmi – Bence, onlar samimi görüşleriniz. Benim bildiğim bir şey var; insan sinirlendiği zaman daha gerçekçi şeyler yazıyor.
Semih – Coşkun'un da bana verdiği yanıtın benzer bir sinirlilik ve öfke taşıdığını görebiliyorum.
Hilmi – Ben göremiyorum.
Semih – Öyle ki, benim yirmi yıllık emeğimi, kendisinin de çok yakından bildiği, olabildiğince dürüst olmaya çalışan, "eyvallah"sız kişiliğimi yere çalmayı "meşru" görmesi ve ağzına gelen her şeyi bir bir sıralamasını kızgınlığımın bir ifadesi olarak görüyorum.
Hilmi – Coşkun Büktel'in, bizim için yazdığı: "Böyle bir OYUN'da yokum" yazısı da çok ağır yazıydı. Ne var ki, ben hiç sinirlenmedim. Ayrıca "eyvallah"sız olabilmeniz için "Özdemir Nutku skandalı" hakkında görüş belirtmeniz gerekir.
Semih – Yanıt vermeyişimin tek bir sebebi var.
Hilmi – Ne?
Semih – O da kırgınlığım.
Hilmi – OYUN dergisiyle ilgili beni yerden yere vurmasına karşın, ben hiç kırgınlık yaşamadım.
Semih – Tuhafınıza gitmemiştir umarım.
Hilmi – Gitmedi.
Semih – Ben sadece "gerçekler" ve "doğrular"dan ibaret bir "android" değilim ve bundan da çok mutluyum.
Hilmi – Ben de sadece "gerçekler" ve "doğrular"dan ibaret olduğum için çok mutluyum.
Semih – Hata yapabiliyorum, haksızlık edebiliyorum, kırılabiliyorum.
Hilmi – Ben hata yaptığımda özür diliyorum, haksızlık ettiğimde özür diliyorum, hiçbir zaman kırılmıyorum.
Semih – Ya da yerinde "uslu uslu oturmaya" karar verebiliyorum.
Hilmi – Özdemir Nutku da aynısını yapıyor.
Semih – Üzgünüm ama sizden izin almayı düşünmüyorum.
Hilmi – Üzgünüm ama size izin vermeyi düşünmüyorum.
Semih – Liberalizm'le ilgili "azgın" sıfatını kullanıyorum, onu oradan kaldırıp, "demek ki liberalizm azgın olmasa her şey kendiliğinden düzeliverecek" gibi bir sonuç çıkarıyorsunuz.
Hilmi – Evet…
Semih – Pes!
Hilmi – Hemen pes etmeyin canım.
Semih – Hem bizim hem okurların zekasına hakaret saymak gerekiyor.
Hilmi – Coşkun Büktel'e öykündüğünüzü anlayabiliyorum!
Semih – Özetlemeye çalışayım, "Liberalizm" tanımı eskiden, kapitalizmin özgürlükleri ön plana koyan, 'sosyal refah devleti' biçimini tarif etmek için kullanılıyordu.
Hilmi – Hım… Marksizm'den korkması sonucu!
Semih – Oysa ki bugün, "tüketen birey"i yani 'müşteri'yi merkeze koyan, yeni bir dünya düzeninin içinde yaşıyoruz ve bu düzende artık tröstler ve çok uluslu şirketler, sınırları ve devletleri yerle bir ederek yeni pazar haritaları yapıyorlar.
Hilmi – Her zaman yaptıkları gibi...
Semih – Bunun kapitalizmin geçen yüzyıldaki görünümünden farklı olduğunu, görünüşte insan haklarına, özgürlüklere 'saygı' gösteren ama özünde daha da vahşileşen yeni bir stratejinin uygulandığını görmemiz gerekmektedir.
Hilmi – Görebilirsiniz… Emperyalizm, kapitalizm şirin görünmek için her türlü kılığa bürünür.
Semih – İşte bunun adı da, kimine göre "Neo-liberalizm", kimine göre "Küresel Liberalizm"dir.
Hilmi – Bize göre emperyalizmin, kapitalizmin kaporta değiştirmiş halidir…
Semih – AKP'lilerin aşırı liberal olduklarını ve bu yüzden de dinin artık onlar için bir referans oluşturmayacağını kastediyorum. Siz bunun altına Karl Marks "Din afyondur" demiş buyuruyorsunuz.
Hilmi – Evet, din afyondur…
Semih – Evet, ben de bu lafı 1979 senesinde lise öğrencisiyken, lise devrimcisiyken mi demeliyim acaba, arkadaşlarımdan duyduğum şekliyle, gelir evdekilere söylerdim.
Hilmi – Ben 52 yaşımda olmama karşın, hala söylemeyi sürdürüyorum.
Semih – Sonra bu lafın sadece bir özdeyiş olmadığını bir paragrafın sonu olduğunu öğrendim.
Hilmi – Allah Allah!...
Semih – Karl Markx'ın 1841 yılında Bruno Bauer tarafından yapılan benzetmeyi kullanarak 1844 yılında söylediği bir sözdür.
Hilmi – Marksçı birinden daha Marksçı görünüme sahipsiniz…
Semih – Önce İngilizcesi,
Hilmi – Anlamam zor olur!
Semih – " (…) religious suffering is, at one and the same time, the expression of real suffering and a protest against real suffering, religion is the sigh of the oppressed creature, the heart of a heartless world, and the soul of soulless conditions. İt is the opium of the people. (…)"
Hilmi – Your English is very good!
Semih – Sonra da Türkçesi,
Hilmi – What do you think about "Özdemir Nutku skandalı"?
Semih – " (…) dinsel ızdırap hem gerçek ızdıraptır hem de gerçek ızdıraba karşı çıkışın bir ifadesidir. Din, ezilmiş mahlukun (insanın) iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ve ayni zamanda ruhsuz hallerin (durumların) ruhudur. Din halkın afyonudur. (…)
Hilmi – Demek hemfikiriz…
Semih – Her ne kadar konumuz dışı olsa da,
Hilmi – Konu dışına çıkmayalım.
Semih – Sovyetler Birliği'nin çözülüşünde dinin rolünü, aynı zamanda Pinochet Şili'sinde bir direniş alanı olarak kiliselerin üstlendiği rolü, (yani her iki örnekte de gerçek ızdırap olduğu kadar 'gerçek ızdıraba karşı çıkışın bir ifadesi' olmasını da) yukardaki laflarla üst üste koyup düşünmekte fayda var.
Hilmi – Fayda varsa, siz de öyle düşünün.
Semih – Yoksa öyle 'din afyondur' kolaycılığıyla işin içinden çıkılsaydı, günümüze ayrıca bir de "dinlerin yükselişi çağı" demezlerdi her halde.
Hilmi – Milletin ağzı torba değil ki, büzesin!
Semih – Hem ne de olsa tiyatroyla uğraşıyoruz ve hayatı formüllerle, şemalarla algılamanın bize yakışmayacağını düşünüyorum.
Hilmi – Hayatı formüller ve şemalarla daha kolay anlayabiliriz. Matematik olmasaydı; iki kere iki dört yerine, iki kere iki beş yada on sekiz diyebilme kurnazlığına başvurabilirdik!
Semih – Uğraştığımız "dramatik sanat" açmazların ve çelişkilerin sahne üzerindeki mücadelesidir.
Hilmi – Sahnemiz yoksa, mücadeleyi bırakalım mı?
Semih – Bu asgaride buluşuyoruz ki, oturmuş yanıt veriyorum.
Hilmi – "Özdemir Nutku skandalı" konusunda tavır geliştirmedikçe, yanıt vermiş olmuyorsunuz.
Semih – Yazdıklarımı tek tek tekrar etmek ve baştan mı anlatmak zorundayım?
Hilmi – Hayır! Sadece "Özdemir Nutku skandalı" konusu bana yetiyor!
Semih – Belki sıkmadan, kısaca.
Hilmi – Peki…
Semih – Bugün dünyanın her köşesindeki iktidarların 'azgın liberalizmin' acentesi oldukları, her ülkenin giderek bir 'küresel kapitalizm' markasının, 'franshising' işletmesi olduğunu kabul etmemiz gerekiyor."demişim.
Hilmi – Latin Amerika'nın birçok ülkesinde emperyalizme karşı iktidarlar işbaşında. Nepal'de Maocu gerillalar hükümet ortağı. Uruguay'da silahlı gerillalar işbaşı yaptı. Küba'yı anlatmaya gerek yok. Kuzey Kore malum. İran bile, bir biçimde anti-emperyalist politikalar geliştirme derdinde. Çin, ne denli "küresel kapitalizm"den nasibini alsa da Komünist Parti tarafından yönetiliyor. Ukrayna'da ilericiler başa baş gidiyor. Rusya'da bile, her an her şey değişebilir. Ve daha bir sürü…
Semih – Siz de buradan "teslimiyetçilik" çıkartıyorsunuz.
Hilmi – Tüm dünyaya kapitalist don biçenlere tavrımdan kaynaklanıyor.
Semih – AKP'nin sadece bir "aracı" olduğu, ekonomik planda IMF'nin, Dünya Bankası'nın ve çok uluslu şirketlerin, siyasal palanda da ABD'nin ve AB'nin belirleyici olduğuna mı karşı çıkıyorsunuz?
Hilmi – Hayır! Akademisyenlerin toptancı bakış açılarına karşı çıkıyorum!
Semih – Sizin teziniz ne?
Hilmi – Benim tezim sosyalizm…
Semih – Yukarıdaki laflarımdan teslimiyetçilik mi çıkar? Yoksa mücadele ettiğiniz düşmanı doğru tarif etmek mi? Benimle ve okurların zekasıyla dalga mı geçiyorsunuz anlayamıyorum.
Hilmi – Coşkun Büktel’e öykündüğünüzü anlayabiliyorum.
Semih – “Yaptıkları aykırı bir şey değil” derken “plan neyse onu uyguluyorlar” demek istiyorum.
Hilmi – Demek istemeyin, deyin.
Semih – Siz buradan “ne yani AKP’ye karşı savaşmayalım mı?” çıkarımında bulunuyorsunuz.
Hilmi – Evet!
Semih – (konuyla ilgili olarak, Viyana’da mukim felsefe doktoru, şair, yazar Oktay Taftalı’nın Yeni Harman ve Kaçak Yayın’da yazdığı ve sonra da kitaplaştırdığı yazılarını tavsiye ediyorum.)
Hilmi – Şıracının şahidi bozacı…
Semih – Doğru anladığınız bir şeyi yazsam daha az zaman kaybederim diye düşünüyorum. Öyle ki neredeyse yazıyı baştan aşağı çarpıtmalarla okuyorsunuz. Bu kadar basit bir yazıyı bile anlamakta zorlanıyorsunuz.
Hilmi – Düzenin okullarında eğitilmediğimden olsa gerek.
Semih – Bence, Coşkun Büktel’in her sıkıştığınızda, ya da özgün fikir üretmeye üşendiğinizde “kopyala-yapıştır” yaptığınız ya da link verdiğiniz yazıları yerine kendiniz, özgün yazılar üretmeyi deneyin.
Hilmi – Emredersin komutanım!
Semih – Bana yaptığınız gibi, başkalarının yazılarına parazit olarak asılmak yerine düzgün cümleler kurarak baştan sona bir yazı yazmayı deneyin.
Hilmi – Emredersin komutanım!
Semih – Alın bir örnek daha: Yeni Kapitalizm’in eskiden kültür ve sanatı çokça desteklediğini ama şimdi buna gerek görmediğini, örnekleriyle anlatmaya çalışıyorum. Bizde çokça anlatılan, abartılan, batının sanatla ilişkisinin değiştiğini, bizde hala batı masalları anlatan “sanatçı” bozuntularına açıklamaya çalışıyorum.
Hilmi – Birkaç ad rica edeyim…
Semih – Devletten destek beklemiyorum, bu desteği övmüyorum, sadece durum tespiti yapıyorum.
Hilmi – Tüm burjuva aydınlarının yaptığı gibi…
Semih – Bu topyekun bir savaştır ve kaynağı, adresi bellidir diyorum.
Hilmi – Adresi alalım…
Semih – Sizin buna düştüğünüz nota bakın: Komşumuz karısını dövüyor diye, biz de karımızı dövmek zorunda mıyız?!...Hilmi – Evet…
Semih – Ne yani, yoksa siz kapınızı mühürleyen, oyuncularınıza ve seyircilerinize işkence yaptığını söylediğiniz devletten ulufe ve yardım mı bekliyorsunuz?
Hilmi – Yardım bekleyerek alınmaz. Dilekçe verip, Kültür Bakanlığı’nın koridorlarını arşınlayarak ve halkın istemlerine karşıt tiyatro yaparak alınır. Bakınız: Ankara Ekin Tiyatrosu…
Semih – Ne yapmamı istersiniz?
Hilmi – "Özdemir Nutku skandalı" konusunda görüş belirtmenizi!
Semih – Sizin gibi esnaf ağzıyla mı yanıt vereyim?
Hilmi – Olabilir…
Semih – Yoksa sabrımın sınırlarını zorlayıp notların sonuna kadar gideyim mi?
Hilmi – Zaten “Sınırda”sınız. Dikkatli olun!
Semih – “Klavyenin başında kendisi olmayan bir tiyatro üzerine sanal tartışmalar yapıyoruz.”demişim. Bence, yapmıyor/yapamıyorsunuz!...deyip, Coşkun’la yazışmamıza link veriyorsunuz.
Hilmi – Coşkun Büktel, benden daha iyi yazıp, kendini daha anlaşılır ifade ettiğinden, zaman zaman bu yola başvuruyorum.
Semih – Evet, ben bu dediğimi yapamıyorum, beceremiyorum.
Hilmi – İnanmıyorum!
Semih – Provada olmak, derste olmak, yeni bir oyun yazmak, çevirmek, yönetmek, dekor taşımak bana daha önemli geliyor. (Siz bunu yenilmek, tartışmadan kaçmak diye de tercüme edebilirsiniz.) tıkla: Coşkun Büktel'in "kayıkçı kavgalarını" okumak, Çelenk'in yaptığı tiyatroyu seyretmekten çok daha yararlı ve zihin açıcı bir tiyatral etkinliktir!
Hilmi – No, I don’t translate…
Semih – İşte bunu daha iyi gördüğümden belki, o çekilme yazısını yazmış bulunuyorum. Sizin ise itiraflarınızdan bu işi yaptığınız ve oldukça iyi yaptığınız anlaşılıyor.
Hilmi – Elime aldığım her işi, layıkıyla yapmaya çalışıyorum. Teşekkür ederim.
Semih – Mübarek olsun,
Hilmi – Allah razı olsun.
Semih – kutlu olsun,
Hilmi – Cem-i cümlemize.
Semih – maşallah.
Hilmi – İnşallah.
Semih – Ülkemizde tiyatro etkinliğinin azaldığını söylüyorum. Sizin aklınıza tiyatro etkinliği deyince sadece kendi tiyatronuz geliyor ve savunmaya geçiyorsunuz.
Hilmi – Aklıma gelmiyor. Aklımdan çıkmıyor.
Semih – Bulunmaz Tiyatro’nun tüm salonları resmi faşizm tarafından mühürlendi,Hilmi – Doğru.
Semih – tiyatromuz baskına uğradı,Hilmi – Evet.
Semih – karakol kuruldu,
Hilmi – Sürekli olarak.
Semih – bize ve izleyicilerimize baskı ve işkence yapıldı,
Hilmi – Evet.
Semih – sürekli olarak “şüpeli şahıs” (karakoldaki kayıtlarda şüpheli yerine, “şüpeli” yazılıyordu) muamelesi gördük…
Hilmi – Ne yazık ki, öyle oldu…
Semih – Hilmi bey, yaşadıklarınızın korkunç şeyler olduğunu tahmin edebiliyorum. Ancak, tiyatrolara yapılan baskılar Bulunmaz Tiyatro ile başlamadı.
Hilmi – Biliyorum.
Semih – Sizinle de bitmeyecek.
Hilmi – Ben bitmesi için savaşım veriyorum.
Semih – Yakından bildiğim bir örnekle yetineyim. 1993 yılından bu yana çalıştığım Ankara Ekin Tiyatrosu (hani şu 92.000 YTL sadaka alan tiyatro – HB) da şimdiye dek Batman’da yok edilme tehditleri de dahil, birçok engelleme ile karşılaştı.
Hilmi – Kim yada kimler tehdit etti. Örnekse bizi “şüpeli şahıs” olarak Beyoğlu Emniyet Müdürlüğü gözaltına aldı. Daha yerinde bir deyişle, Terörle Mücadele tiyatromuzu bastı ve Beyoğlu Emniyet Müdürlüğü’ne “teslim” etti…
Semih – Devlete karşı, 47 yerde yasaklanan oyunları için 47 dava açtı ve davaların sonucunda hem tazminat kazandı hem de bu yerlerde tek tek oyunlarını oynadı.
Hilmi – Devlet bize başka yollarla saldırdı. Örnekse, salonumuz bulunan Aznavur Pasajı’nın iskanı (oturma izni) olmadığından, onlarca kez basıldı. Oysa 10 katlı binada, birçok işyeri bulunmasına karşın, sürekli olarak bizi taciz ettiler. Yasalara baktığımızda, devlet haklı: İskanı (oturma izni) olmayan binada bulunmak suçtur. Bilinen bir gerçek var: İstanbul’daki binaların çoğunun iskanı yoktur. Ne var ki, ne zaman kapitalizme aykırı bir iş yaparsınız, devlet başınıza çullanır. Devlete, Anayasa’ya ve yasalara güven duymadığımızdan dava açmadık. Açmayı da düşünmüyoruz. İnsanların “hücre evleri”nde keklik gibi avlandığı, F Tipi cezaevlerinde süründürüldüğü, "Hayata Dönüş" palavralarıyla katledildiği bir ülkede yasalara ve hukuka güvenmemi kimse istemesin benden.
Semih – Siz, büyüğümüzsünüz, “toplumcu tiyatro” yapmanın zorluklarını bizden iyi biliyorsunuz.
Hilmi – Orası doğru. Ankara Ekin Tiyatrosu, bilecek değil ya!...
Semih – Yukarıdaki sözlerinizden anladığım, büyük bir heyecanla tiyatro yapmak istiyorsunuz ama engellemeler yüzünden yapamıyor ve bu yüzden zamanınızı internette “olmayan tiyatro”nun tartışmasını yaparak geçirmek zorunda kalıyorsunuz.
Hilmi – Resmi faşizmin yaptırmadığı tiyatromu, yaşatmak için savaşım veriyorum.
Semih – Size bir tavsiyem var, Sırbistan’da internet üzerinden tiyatro yapan birkaç grup var. Belki başka yerlerde de var, sadece bildiğim bu gruplardır. Oyuncular farklı mekanlarda klavyenin başındalar, seyirciler de ekran başında spontane olarak yazılanları izliyorlar. Bir tanesinin adı da sanıyorum Hamlet’ten galat, “Hamnet”. Madem bundan sonra bu işi internet üzerinden sürdüreceksiniz, bu konuyu da araştırmanızı tavsiye ederim.
Hilmi – Faşizmin bana uygun gördükleriyle, sizin uygun gördükleriniz çakışıyor. Ancak, salt
Internet ortamına “tutsak” kalarak yaşamayı düşünmüyorum. Bu arada, İstanbul’da küçük de olsa bir tiyatro salonumuz var ve tiyatral etkinliklerimiz sürüyor. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Efes Pilsen’in parantezine sığınmadığımızdan, adımızı basında göremediğiniz için, bu tür sanal önerilerde bulunmanızı anlayabiliyorum… Ayrıca, Sırplarla fazla hasbihal edersem, bir gün, elde silah Bosnalı'ları katledip, ırzlarına geçme olasılığım var...
Semih – Gelelim internet konusuna…
Hilmi – Buyurun…
Semih – Bu konuda da bana yine Coşkun’un aklını kullanarak ders vermeye çalışıyorsunuz. “Internet canlı bir şey değil. Bir araç… Tıpkı uçak gibi, tıpkı araba gibi…” Evet, internet canlı değil. Beni yemesinden falan korkmuyorum. Tıpkı internet gibi, top da tüfek de, atom bombası da canlı değil. Siyanür de… Eroin de… Nükleer santraller de… Keşke biraz sabrım kalmış olsaydı da, sizinle biraz “E-Devlet” ve “E-Faşizm” konusunda da hasbihal etseydik.
Hilmi – Keşke!
Semih – Kapınızı mühürleyen sizin deyişinizle “resmi faşizm”in sizi internetten uçuramayacağını mı düşünüyorsunuz?
Hilmi – Öyle düşünmüyorum. İnsanları keklik gibi avlayan devlet, her türlü caniliği yapabilir.
Semih – Geçtiğimiz yıl Gölge Tiyatro heklendiğinde, tekrar toparlanmamızın altı ayı bulduğunu belki takip etmişsinizdir.
Hilmi – Biz baskı, baskın, mühür, gözaltı, işkence… yaşadıktan sonra, uzun yıllardır hala toparlanamıyoruz.
Semih – Yüzlerce fotoğrafımızın, yazımızın da kaybolduğunu da belirtmek isterim.
Hilmi – Gözaltında bunca insanın kaybolduğu bir ülkede, sizin de nasiplenmeniz doğal bir şey!
Semih – Bütün bunlar bir yana, benim kastettiğim, internetin insanı dönüştürdüğünü, bizim de buna karşı uyanık olmamız gerektiğidir.
Hilmi – Üniversiteler de insanı dönüştürür, bizim de buna karşı uyanık olmamız gerekir.
Semih – Kullandığı aletin insanı dönüştürmediğini mi düşünüyorsunuz?
Hilmi – Hayır. Örnekse Özdemir Nutku, kapitalizmin tapınaklarından biri olan üniversite aletini kullandıkça dönüştü ve iftira atmaya başladı.
Semih – Asıl adı Peter Lamborn Wilson olan Amerikalı yazar Hakim Bey’in şu satırları umarım sizin için bir şey ifade eder: “Bugünlerde Net/Web’i bir tür toplumsal iç patlama ya da felaket olarak görüyorum. Ondan bir tür uç yabancılaşmanın simgesel motoru ve küresel sermayenin mükemmel bir aynası olarak nefret ediyorum ve korkuyorum. Anarşistler Net’in çekiciliğine kapıldı, çünkü Net’te sınırların varolmadığı görülüyordu. Ancak neo-liberalizmin “Serbest Pazarları” için de aynı şeyler söylenebilirdi. Sınırları olmayan bir dünya, eski modele nazaran kimi bakımlardan daha da baskıcı olmaya başlıyor. Bob Dylan’ın dediği gibi, “herkes, sizin tıpkı onlar gibi olmanızı istiyor.” Ve şimdi, postmodern teknolojinin harikaları sayesinde, onlar olacaksınız. (Hakim BEY, Geçici Otonom Bölgeler (T.A.Z), Çev: Rahmi G. ÖĞDÜL, Stüdyo İmge İstanbul 2002,s8.)
Hilmi – Hakim Bey’in Irak Savaşı üzerine olan görüşlerini de okumak isterim…
Semih – Evet, doğru algılamış olmanıza seviniyor, irademi kullanıyorum ve internetten en azından bir süreliğine ve tiyatro ile ilgili olmak kaydıyla uzaklaşıyorum. Evet, ne mutlu bir fareyim ve dağa küsüyorum.
Hilmi – "Özdemir Nutku skandalı" konusunda da irade kullandığınızı biliyorum.
Semih – Evet, gelelim tiyatro yapma fikrine…
Hilmi – Gelelim…
Semih – Olabilir… Coşkun Büktel’in THEOPE adlı oyununu sahneye koyarak işe başlayabiliriz… Bizim tiyatroda olmaz… Çünkü resmi faşizm, tüm salonlarımızı mühürlüyor ve tüm oyunlarımızı yasaklıyor… diyorsunuz.
Hilmi – Evet, doğru…
Semih –Obsessive tabir edilen bir ruh hali var, bildiğinizi sanıyorum. Yani, tiyatro yapılacaksa da işe, Theope ile başlayacağız diyorsunuz.
Hilmi – Mümkünse…
Semih – Orada da şartınız var. Ne söyleyeceğimizi, ne sahneleyeceğimizi belirliyorsunuz.
Hilmi – Haklısınız. Öyle bir huyum var.
Semih – Açıkça söylesenize ödeneksiz tiyatro yapan bir topluluğun Theope gibi büyük bir prodüksiyona soyunması ile intihar etmesi aynı anlama gelir diye.
Hilmi – Neden düşünmediğim şeyleri, salt sizin paşa gönlünüz hoş olsun diye, kendimi zorlayarak söyleyeyim ki?! Yalnız şu denli söylemek istiyorum: Ödenekli tiyatrolar, Theope’yi oynamayarak intihar etmiş oluyorlar!
Semih – Üstelik oyunun yazarının da, bir “yoksul tiyatro” yapımına razı olacağını sanmıyorum.
Hilmi – Doğru.
Semih – Az bir prodüksiyon değil.
Hilmi – Biz (emekçiler) iktidara geldiğimizde, ilk işlerimizden biri Theope’yi sahnelemek olacak.
Semih – Onlarca profesyonel, iyi oyuncuya gereksinmeniz var.
Hilmi – Theope yazılmamış olsaydı da bunlara gereksinmemiz olacaktı.
Semih – Ancak ödenekli tiyatronun altından hakkıyla kalkabileceği bir oyun.
Hilmi – İstanbul Şehir Tiyatroları’nın Ali Taygun uygulamasını biliyoruz!
Semih – Yani, yine sizin “resmi faşizm” dediğiniz devletin tiyatrosuna mahkumuz bu konuda.
Hilmi – Hayır, asla. Biz (sosyalistler) iktidara gelince, resmi faşizmden öcümüzü alırcasına bu oyunu sahneleyeceğiz.
Semih – Zaten Coşkun’un da ilk gösterimin Ankara Devlet Tiyatrosu tarafından ve Büyük Sahne’de yapılması ile ilgili bir şartı var.
Hilmi – Coşkun Büktel’in şartına saygı gösteren bir iktidar, Büyük Sahne’de bu oyunu, hem de Coşkun Büktel’in istediği bir yönetmene sahnelettirecek.
Semih – Fikrimi öğrenmek istiyor musunuz?
Hilmi – Evet. "Özdemir Nutku skandalı" konusunda...
Semih – "Theope"yi bana kalırsa iddialı bir yönetmen, Coşkun'un söylediği şartlarda Ulus'ta Büyük Sahne, eğer orası olmazsa da Taksim’de Büyük Sahne'de (tabii yıkılmazsa) yapmalıdır.
Hilmi – Gayet mantıklı.
Semih – Bu oyuna yakışan budur.
Hilmi – Teveccühünüz!
Semih – Devlet Tiyatroları "Theope"yi oynamama utancından kurtulmalıdır.
Hilmi – Kendileri bilir… Devlet Tiyatroları'nda utanç duygusunun zerresi yok.
Semih – Evet, Coşkun Büktel'in de dediği gibi, bizim vergilerimizle icra-i sanat eden "Devlet" tiyatromuz "Theope" gibi bir oyunu mutlaka sahnelemelidir.
Hilmi – Paşa gönülleri bilir. Tuncer Cücenoğlu'nun zırvaları varken, "Theope"ye sıcak bakmazlar.
Semih – Coşkun tersini söylüyor ama, ben oyununu, benim savunmama ihtiyacı olmadığını bilmeme rağmen, her yerde savunuyor, derslerimde de zaman zaman işliyor, öğrencilerime okutuyorum.
Hilmi – Coşkun Büktel'in oyunu "Theope"nin savunulmaya gereksinimi olmayabilir. Ancak ben, kendimi savunmak için "Theope"ye gereksinim duyuyorum. Ayrıca, "Theope"yi bilmeyen insanların dezenformasyon edilmelerine karşı savaşım veriyorum...
Semih – İsterseniz gelin bu işi Devlet Tiyatrosu'na bırakalım, kendimiz daha mütevazı metinlerle uğraşalım. Ama yine ve hep tiyatro yapalım.
Hilmi – Bana tiyatro yapma olanağı verilmeyen bir ülke ve durumda, bu öneri komik geliyor. Ayrıca, sanat söz konusu olunca, mütevazı olmayı düşünmüyorum.
Semih – Sayın Hilmi Bulunmaz, bitiriyorum.
Hilmi – Daha yeni başlamıştık!
Semih – Yıllar önce, Beyoğlu’nda, İstiklal Caddesi'nde yürürken, "Haydi Tiyatroya" diye bir genç kolumdan çekmişti beni. Bir iş hanının ikinci ya da üçüncü katıydı tam hatırlamıyorum, "Nâzım Hikmet Sahnesi" yazan bir yerden içeri girdik. Bir apartman dairesinin salonu büyüklüğünde bir yerdi. Plastik sandalyeler, tahta yükseltiler ve yastıklar hatırlıyorum. Sahnede çok heyecanlı, çok amatör, çok sahici oyuncular vardı. Belki yeterince eğitilmemişlerdi, diksiyonları, artikülasyonları çok iyi değildi, ama gösteri bittiğinde oradan mutlu ayrıldığımı anımsıyorum. Biri Çekhov'un olmak üzere, iki kısa oyun izlemiştim sanırım. Çıkarken de diğer seyircilerle birlikte, önümüze uzatılan tepsinin içine gönlümüzden ne koparsa koymuştuk.
Hilmi – İşte o küçücük salon resmi faşizmi korkuttu! Ve daha sonraki tüm salonlarımız da…
Semih – Hep orada olmanızı, aynı sahicilikte kalmanızı dilerim.
Hilmi – Faşizm izin vermiyor.
Semih – Sevgi ve saygıyla…
Hilmi – Sevgi ve saygı bizden efendim… Özdemir Nutku'ya selam söyleyin...
Şimdi de ben (Hilmi Bulunmaz), Semih Çelenk'in yazısını yanıtlıyorum:
Uzun yazı yazma alışkanlığım yok…
Bu yazının hangi uzunlukta olacağını kestirememenin sancısını yaşıyorum…
30 Mart 2007 tarihinde, Semih Çelenk; "KÂRHANECİLER, SANAL DÜNYA, ŞİZOFRENİ VE TİYATR…" başlığıyla bir yazı yazdı. Ben de, hemen ardından, bu yazıya müdahale eden bir yazı yazdım: "Semih Çelenk ile Veda Hutbesi Diyalogu". Semih Çelenk, İnternet sitesindeki (Gölge Tiyatro), yazısına yeni bir eklentiyle durumu özetledi:
BU YAZININ OKURLARINA ZORUNLU BİR NOT: Aşağıda okuyacağınız yazı ile, bir süreliğine de olsa İnternet ortamında tiyatro ile ilgili olmak üzere hiçbir yazı yazmayacağımı ve tartışmalara katılmayacağımı belirtmiştim. Aşağıdaki yazının bu sayfada yayınlanmasının hemen ardından, Hilmi Bulunmaz www.tiyatroyun.com adlı sitesinde, bu yazının her cümlesi ile ilgili notlar düşerek "Semih Çelenk ile Veda Hutbesi Diyalogu" başlıklı bir yazı yazdı. (Sayın Semih Çelenk, yüzlerce yazının bulunduğu sitemizin adını vermiş. Ne yazık ki, ilgili yazıya link vermemiş. Biz, görüşlerimizin okunmasını arzu ettiğimizden, link veriyoruz: Semih Çelenk ile Veda Hutbesi Diyalogu - OYUN) Yukarıda belirttiğim kararımı bozmamak adına bu yazıyı İnternet üzerinden yanıtlamayacağım. Bu yazıya verdiğim mecburi yanıt SINIRDA dergisinin mayıs sonunda çıkacak yeni sayısında yayınlanacaktır. Yanıtın muhatabına ve bu yazının okurlarına bildirmeyi bir zorunluluk sayıyorum. (semih çelenk)
Yukarıdaki "NOT" yazısını okuduktan sonra, "Sınırda Dergisi"ni arama macerasına girdik… İstanbul'un "seçkin kitapçıları" tek tek tarandı. Ne yazık ki, hiçbir yerde bulamadık. Kadim dostumuz, Berfin Yayınları ve Berfin Bahar dergisi sahibi İsmet Arslan'a sorduk; böyle bir dergiyi duymadığını söyledi… Ortak tanıdığımız Özgün Enver Bulut adlı şairin de bu dergide yapıtlar yayımladığını belirtince, ona sorma kararı aldı. İsmet Arslan ile defalarca telefon görüşmesi yaptık ve bir türlü dergiye ulaşamadık. Her seferinde bizi "aydınlatan" İsmet, bir türlü "işe" yaramadı. Mephisto Kitabevi'nde ısrar edince, Özgün Enver Bulut'un telefonunu rica ettik ve kendisiyle görüştük. O da "Mephisto" dedi. Ve biz yine bulamadık… Neyse, dört ayda bir yayınlanan ve anarşizan bir yayın siyasası taşıyan derginin "her yerde" bulunmamasını doğal karşıladık. Çözüm üretmeye çalışırken, "dört aylığı bir arada" yayınlanan (Mayıs / Haziran / Temmuz /Ağustos) sayısını Mephisto Kitabevi'nde "yakaladık". Tiyatrodan bir gence 5 YTL verip, dergiyi almaya yolladım. Genç, 5 dakika sonra döndü ve derginin 7 YTL olduğunu söylediklerini aktardı ve bu kez 7.5 YTL verdim. Genci tekrar yolladım. Genç, 7 dakika sonra döndü ve "Sınırda Dergisi'nin sınırlı olanaklarını yansıtan bir durumu aktardı: "Dergi 10 YTL imiş." Bu kez, ne olur ne olmaz diye 20 YTL verip, genci tekrar Mephisto yollarına saldım. Genç 10 dakika sonra geldi ve (mucize) elinde sımsıkı tuttuğu "Sınırda Dergisi"ni, 4 çarpı 4 bayrak yarışçısı gibi, hızla elime tutuşturdu…
Mayıs ayının son pazarı, tiyatroda tüm işleri erteledim ve "Sınırda Dergisi'ni bir sınıra çekilip, sindire sindire okudum. Ne de olsa, "okuduklarımın çoğunu yanlış anlayan bir okur" olduğumdan, hızlı ve hızla okumak yerine, hazlı ve hazla okumak gerektiğini anlamaya başladım…
Hiçbir düşünsel bütünlük sunmayan dergi, tamamıyla eklektik ve amatör bir "ruh" ile hazırlanmış…
Sonra ne oldu?
Sonra, benim kişiliğimle ilgili ve ilintili olan yazıyı, OYUN dergisinin İnternet sitesinde yayımlamaya ve ardından yanıt vermeye niyetlendim. Her paragrafı, anlamak ve içselleştirmek için, tek tek yazarak yayınlamaya başladım. Oysa, tarayıp da yayınlamak çok daha kolay olurdu. Tek tek yazmak, konuya vakıf olmama ve paragraf paragraf yayınlamak da okura heyecan katmaya yarayabilirdi…
Arada bir e-postalara bakarken, Semih Çelenk'in ricasına rastladım:
Sayın Hilmi Bulunmaz,
SINIRDA dergisinde yayınlanan son yazımı www.tiyatroyun.com'da yayınladığınızı gördüm. Lütfen bu yazımı İnternetten kaldırınız. Eğer yazımı İnternet'te yayınlamak istesem bunu pekala kendim yapabilirdim. "Özellikle" İnternet'te yayınlamadığım ve bunu da vurgulayarak belirttiğim bir yazıyı nasıl İnternet ortamına koyabildiğinizi anlayabilmiş değilim.
Benim rızam dışında bundan böyle sayfanızda, "paragraf", "cümle" vb. şeklinde de olsa başka yazılarımı da yayınlanmanızı istemiyorum. Umarım bu isteğime saygı duyarsınız.
Şimdiden teşekkür eder, saygılar sunarım...
Semih Çelenk
Hemen yanıt yazdım:
Sayın Semih Çelenk,
e-postayı şimdi (13.27) gördüm ve yanıtlıyorum:
İnternet'ten kaldırmamın tek bir koşulu var: Bu yazıya vereceğim yanıtı "Sınırda Dergisi"nde, hiçbir müdahalede bulunmadan ve benim (önceden) okumamı garanti etmeniz hâlinde, hemen yazıyı kaldırabilirim...
Çünkü, Türkiye selülozik ortamı bana tüm kapılarını sıkı sıkı kapattı. Tek olanağım sentetik, sanal ortam olan İnternet...
Şimdiden teşekkür eder, saygılar sunarım...
Hilmi Bulunmaz
Sayın Semih Çelenk'ten bir e-posta daha geldi:
Sayın Hilmi Bulunmaz,
Yazıya vereceğiniz yanıtın SINIRDA'da yayınlanıp yayınlanmaması benimle ilgili bir konu değildir. Bu konuyla ilgili olarak SINIRDA Dergisi Yayın Yönetmeni Hüsamettin Çetinkaya husamcet@ttnet.net.tr ile görüşebilirsiniz. İnanıyorum ki cevap hakkına saygı gösteren bir dergi olarak SINIRDA yanıtınızı yayınlayacaktır.
Sanırım yanlış anladığınız bir konu var. Ben kendi yazımın İnternet ortamında yayınlanmasını istemiyorum. Bu bir kişisel hak ve tercihtir. Siz bu yazıya vereceğiniz cevabı tabii ki hem SINIRDA'da hem de İnternet'te yayınlayabilirsiniz. Buna nasıl bir itirazım olabilir ki?
Saygılar sunar, iyi çalışmalar dilerim.
Durum böyle oluşunca, Çelenk'e yazdığımız e-postayı Hüsamettin Çetinkaya'ya da yönlendirdik. Ne var ki, Semih Çelenk'in; İnanıyorum ki cevap hakkına saygı gösteren bir dergi SINIRDA yanıtınızı yayınlayacaktır." demesine karşın, kısacık bir e-postayı (hem de kendisini ve SINIRDA'yı yakından ilgilendiren yazıyı) bile yanıtlama gereksinimi duymadı Hüsamettin Çetinkaya.
Görmediğini, ayrımsayamadığını varsayıp, telefon ettim. Önce tanımaz, bilmez, vurdumduymaz gibi rol yaptı ve ardından; "Ha, blogunuza baktım. Yazıyı yayımlamaya başlamışsınız. Kaç yaşındasınız? 'Devrim, halk, tiyatro' diyorsunuz, neden böyle bir şey yapıyorsunuz?" sözlerini söyledi. Bunları yazılı hâle getirip, e-posta atmasını, sözün uçup, sorumsuzluğa evrildiğini, yazının kalıcı olduğunu, uygun bir dille anlattık… Ne var ki, Hüsamettin Bey, kendisini tanıyıp tanımadığımızla daha çok ilgilendi…
e-postamızı okuyup, beğenmeyen ve "hiçbir koşul kabul etmeyen" Hüsamettin Bey, yanıt konusunda ısrarımız karşısında, koşullar sıralamaya başladı: "Magazinel olmama, bel altı olmama, kişisel olmama…" Baktık ki, koşullar uzayıp gidiyor, kendisine "iyi günler" dileyip, İstanbul-İzmir hattını görüşmeye kapattık…
Ve bilgilendirmenin gerekliliğine inandığımızdan, Semih Çelenk'e bir e-posta daha yolladık:
Sayın Semih Çelenk,
Herkesin bir yöntemi var... Ben, herhangi bir konu hakkında yazı yazarken, o konuyu içeren yazının, okurlarım tarafından bilinmesini isterim...
Sizden bir "garanti" istedim... Aynı "garanti"yi Hüsamettin Çetinkaya'ya da yönlendirdim... Yanıt yazma gereği duymadı... Telefon ettim ve yanıt yazmayacağını söyledi...
Hüsamettin Bey; "magazinel olmama, bel altı olmama, kişisel olmama..." koşuluyla, yanıtımın yayınlanabileceğini söyledi. Tamamıyla, benimle ve benim görüşlerimle ilintili bir yazıya (örnekse "çocukça... Biraz daha zeki ve yaratıcı olmanızı beklerdim... 'esnaf'... 'mahalle' Türkçesi..." gibi sözcüklerle 'süslenmiş') karşı bir yazı yazarken, "magazinel olmama, bel altı olmama, kişisel olmama..." ölçütlerini nasıl tutturabileceğimi bilemiyorum!
Benden koşul isteyen Hüsamettin Bey, "bizden koşul isteme, bize ne yapacağımızı söyleme" diyebiliyor...
Son olarak; beni ikna eden bir yanıt alamadığımdan, "Bu bir kişisel hak ve tercihtir." sözüne karşıtlık olsun diye değil, okurlarımın, size vereceğim yanıtın öncülünü bilmesi adına yayınlamak zorundayım...
Benimle ilgili bir yazı yazacağınız zaman, lütfen, bunun yanıtının verileceğini ve sizin yazınızın da bizim sitemizde yayınlanacağını göz önünde bulundurarak yazın...
Saygılar sunar, iyi çalışmalar dilerim...
Sınırda dergisinin periyot tutturamaması, geniş okur kitlesine ulaşma çabası içerisinde olmaması, dünya görüşümü lâyıkıyla yansıtabilme olasılığı bulunmaması, en önemlisi; dergi sahibi Hüsamettin Çetinkaya'nın inandırıcı olamaması nedeniyle, Semih Çelenk'i İnternet ortamında yanıtlamaya çabalıyorum…
Okurlara şunu da itiraf edeyim; Sınırda Dergisi, ilk elinize aldığınızda, sizi "korkutuyor". Hemen kitaplığınıza sığınıp, hummalı okuma sürecine girmenizi "buyrukluyor". Ben, dergiyi elime alır almaz böyle bir ruh durumuna girdim. İşlerimin yoğunluğu ve "okuduğumu yanlış anlama" düşüncesiyle, hummalı okuma sürecine girmedim!
Bir itirafta daha bulunayım; Sayın Semih Çelenk'in yazısı, hakkımda yazılan en uzun yazı. Bu anlamda sevindiğimi, gerçekten sevindiğimi belirtmek ve kendisine teşekkür etmek istiyorum…
Şimdi gelelim, Çelenk'in yazısına:
Semih - Biraz daha zeki ve yaratıcı olmanızı beklerdim.
Hilmi – Benim bildiğim; zeka doğuştan gelen, kalıtsal bir şey. Akıllı olabilirim, bu benim elimde. Ancak, zeki olmam sanırım zor. "Yaratıcı" sözünden nefret ettiğimi belirtmeliyim. Yaratıcı olmaya, Tanrı olmaya hiç niyetim yok.
Semih – Coşkun Büktel'e öykündüğünüzü anlıyorum, ama onun yaptığını yapmanız için en az onun kadar "mükemmeliyetçi" ve kılı kırk yaran bir yapıya sahip olmanız gerekir.
Hilmi – "Taklit" anlamında ne Büktel'e, ne Lenin'e, ne de Nâzım'a öykünen biriyim. Onlar gibi olmaya özen gösteriyorum. Özeniyorum…
Semih – Yoksa, kadim felsefe diyaloglarına yaslanan bu yazım tarzının, sizin kadar savruk, çok fazla "esnaf" ve "mahalle" Türkçesine sahip, okuduklarının çoğunu yanlış anlayan birine göre olmadığı açık.
Hilmi – Savruk olduğumu kabul ediyorum. Tırnak işaretine tutsak edilen "esnaf" ve "mahalle" sözcüklerini hangi bağlamda kullandığınızı "okuduklarının çoğunu yanlış anlayan biri" olduğumdan tam olarak anlayamadım. Her şeye karşın, belirtmekte yarar var: Akademik sözcüklere göre "esnaf" ve "mahalle" Türkçe'si ile yazmayı yeğleyen biriyim…
Semih – Bizim tek bir amacımız var; Semih Çelenk'in yazısını "fırsat" bilip, kendi düşüncelerimizi açıklamaya çalışmak! Buyurmuşsunuz. Ama benim yazımı aradan çıkarttığınızda ne yazık ki geriye çocukça karalanmış notlar kalıyor. Keşke tek başına mükellef bir yazı yazsaydınız.
Hilmi – Akademisyen olmanın verdiği dayanılmaz hafiflikle, bizden yaptığınız alıntı için tırnak işareti kullanmamanız, sizin ne denli "savruk olmayan" biri olduğunuzu kanıtlıyor. Sizin yazınız için yazı yazmayı düşündüğümden, sizin yazınızı aradan çıkarttığımda, çocukça bile olmayan bir durumla karşılaşırız: Satranç oynayan kişilerden birinin, "benim oyunumu aradan çıkarttığında, ne yazık ki geriye çocukça bir satranç oyunu kalır" demeye benziyor yaklaşımınız…
Semih – Tiyatromuzun büyük yabancılaşma yaşadığının, bir çöküş yaşadığının sadece sizin sitelerinizde ya da yayınlarınız ile Coşkun Büktel'in yazılarında ve kitaplarında mı belirtildiğini sanıyorsunuz?
Hilmi – Sanmıyorum. Biliyorum. Küçük bir fark var; bizim dışımızdakiler; toplumsal, siyasal, kültürel, hatta tiyatral öneri götürmekten çok, "dök içini rahatla" mantığıyla hareket ediyorlar…
Semih – Bu konuda yüzlerce yazı yazıldı, kitap yayınlandı.
Hilmi – Biliyorum. Tümü birbirine benzeyen şeyler…
Semih – Ben de 1989 yılından beri, önce Yeni İnsan'da, daha sonraları Edebiyat Eleştiri, Agon, Tiyatora, Evrensel Kültür, Yeni Politika, Siyah Beyaz, Gölge Tiyatro, Sınırda gibi dergi, gazetelerdeki yazılarımla ve Sokaktaki Tiyatro (1992), Barbarlar Mutludur Çünkü Tiyatroları Yoktur (2000) ve Postmodern Zamanlarda Tiyatro (2007) kitaplarımda, tamamen toplumla tiyatro sanatının bağının kopması, tiyatro sanatçılarının topluma yabancılaşması ve piyasanın bir aktörü olması odaklı binlerce satır yazdım.
Hilmi – Sanırım, tebrik etmek zorundayız!
Semih – O zamanlardan yazılarınızı görmemişsem benim bilgisizliğimdir.
Hilmi – Tersinleme yapmayı seviyorsunuz anlaşılan. "Neden yazdıklarımı okumadınız?!" demek istediğinizi anlayacak denli zeki ve "yaratıcı" sayılırım!
Semih – Coşkun Büktel'in Theope'yi 1993'te yayınladığını, Theope merkezde olmak üzere Türk Tiyatrosu eleştirilerine 1995-96 yıllarında başladığını biliyorum.
Not: Burada bir alıntı yapmamız gerekiyor:
Semih Çelenk yanlış biliyor ve "savruk, çok fazla 'esnaf' ve 'mahalle' Türkçesine sahip, okuduklarının çoğunu yanlış anlayan biri" olarak nitelediği Hilmi Bulunmaz gibi, kendisi de araştırma yapmayı hiç gereksinmeden, "çalakalem" yazıyor. Oysa fazla araştırmasına gerek yoktu: "eleştirilerine 1995-96 yıllarında başladığını biliyorum" gibi kesin ve iddialı bir cümle kurmadan önce, "Türk Tiyatrosundan İnsan Manzaraları" adlı eleştiri kitabıma birkaç dakika göz atması, Çelenk'in yanılmasını ve okurları yanıltmasını önlemeye yetecekti.
Ben düzenli olarak tiyatro eleştirisi yazmaya 1995-96'da değil, Mart 1992'de, "Türk Tiyatrosundan İnsan Manzaraları –1" başlıklı yazımla başladım ve 1995-96'ya gelinceye dek yüzlerce sayfa tutan bir sürü eleştiri yazısı yazdım. Bu düzeltmeyi yaptıktan sonra, şunu da belirtmem gerek: Eleştiri yazılarımın Çelenk tarafından "Theope merkezli" diye nitelenmesi bana hiç de masum görünmüyor. Benim bugüne dek yazdığım yazıların hiçbiri ("Theope" hakkında kasıtlı bir yazıya cevap olarak kaleme aldığım "Theope Savunması" –Bakınız, "Türk Tiyatrosundan İnsan Manzaraları", Dramatik Yayınlar, 1998, sayfa 171-202–. dışında) "Theope merkezli" değildi. Ben, yazılarımda "Theope"yi önemli bir ölçüt, bir mihenk taşı olarak kullanmama ve "Theope"nin başına gelenleri Türk tiyatrosundaki çürümenin en önemli göstergesi saymama rağmen, "Theope Savunması" dışında, "Theope merkezli" herhangi bir yazı yazmadım. Yazılarım için yapılan "Theope merkezli" türünden yakıştırmalar, daha çok, vandallar tarafından uydurulmuşlardır; eleştiri yazılarımla yumruk yemişe döndükleri için yazılarımı hafifsemeye ve o yazıları benim "Theope" takıntımın hastalıklı ürünleri olarak görmeye ve göstermeye çalışan vandallar tarafından... Semih Çelenk, o vandal terminolojiden uzak durmaya çalışmalıydı.
Tıklayınız: Coşkun Büktel'in "kayıkçı kavgalarını" okumak Çelenk'in yaptığı tiyatroyu seyretmekten çok daha yararlı ve zihin açıcı bir tiyatral etkinliktir!
Semih – Üstelik bu "sen dillendirdin, ben dillendirdim" meselesi değil ki, "dillendirilmeye başlandı" deniyor yazıda.
Hilmi – "Okuduklarımın çoğunu yanlış anladığımdan", bunu da yanlış anlamışım!
Semih – Önemli olan bunun söylenmesi ya da giderek daha sık telaffuz edilmesidir.
Hilmi – Ben de bunu yapmaya çalışıyorum. Daha sık söylemeye çalışıyorum. Örnekse, "Özdemir Nutku skandalı"nın halkı tiyatrodan uzaklaştıran etmenlerden biri olduğunu vurguluyorum.
Semih –Bu türden çarpıtmaları yazınız boyunca yapmışsınız. Ama niye?
Hilmi – Niyetim, sizin gibi akademisyenlerin anlaşılmadığını vurgulamaktı. Ne yazık ki, ben de anlaşılmaz bir durumdaymışım! Sizin gibi akademisyenlerin, birer Özdemir Nutku olma olasılğını irdelemekti.
Semih – Sürekli karşınızdakine çamur atmak zorunda mısınız?
Hilmi – Sürekli olarak çamur atmak yerine, sürekli olarak tokat atmayı yeğlerim…
Semih – Niye illa da bir laf sokuşturmaya çalışıyorsunuz?
Hilmi – Türkiye tiyatrosunu çürüten insanlardan biri olan Özdemir Nutku'yu eleştirmediğiniz, koruduğunuz için "laf sokuşturmaya çalışıyor"um…
Semih – "Tiyatro sanatı bir çöküş yaşıyor" diyorum. Ne dediğimi biliyorum. Sayın Bulunmaz, 22 yıldır gece gündüz tiyatro okuyan, öğreten, yazan, çeviren, uyarlayan, yöneten bir adamım.
Hilmi – Bu somut duruma itiraz eden mi var? Özdemir Nutku, daha uzun zamandır tiyatro okuyor, öğretiyor, yazıyor, çeviriyor, uyarlıyor, yönetiyor ve üstüne üstlük iftira atıyor!
Semih – Sakın ha burada belirtilen "nicelik"e takmayasınız.
Hilmi – Olur, takmam!
Semih – Ya da takın.
Hilmi – Olur, takarım!
Semih – Ne de olsa siz benden daha eski tiyatro adamısınız.
Hilmi – Eskilik yıllarla ölçüldüğüne göre, bir "nicelik" durumu söz konusu olan. Sakın ha burada belirtilen "nicelik"e takmayasınız.
Semih - …
Hilmi – Ya da takın.
Semih – Öyle ya, lütfen siz "çöküş" yaşamayan, salonlar ya da alanlar dolusu seyirciye oynayan, tiyatroyu da sanat haline getirmiş ve aynı zamanda da yarı feodal yarı kapitalist olmayan birkaç tiyatro ismi verin de hatalı olan ben olayım.
Hilmi – Vereyim: Yenikapı Tiyatrosu, Özgür Tiyatro, Bulunmaz Tiyatro… Tabii, yukarıdaki tarife uymayan öğeleri saptayarak itiraz etme hakkına sahipsiniz!
Semih – "Tiyatro sanatı ile halkın arasındaki bağın zayıflaması.." diyorum siz de "halkla tiyatro arasında kopukluk var" diyorsunuz. Ha "Kasap Osman", ha "Osman Kasap".
Hilmi – Siz, "Kasap Osman" dediğinizde, Osman'ın kasaplık yaptığı hemen anlaşılır. Ne var ki, "Osman Kasap" dediğinizde, yine hemen, Osman'ın soyadının Kasap olduğu anlaşılır!
Semih – Niye kendi zamanınıza da benim zamanıma da yazık ediyorsunuz.
Hilmi – Burada tamamıyla bir hakaret var: Ben sizin zamanınızı almıyorum. Siz bana yanıt yazarak zamanınızı veriyorsunuz. Ancak, o denli "savruk" düşünceye sahipsiniz ki, "okuduklarınızın çoğunu yanlış anlıyorsunuz." Ben, ne denli "savruk" ve "çala kalem" de yazsam, niyet olarak, iyi niyetliyim. Tiyatronun daha iyi bir yere gelmesini, daha iyi anlaşılmasını istiyorum. Salt size yazarken değil, yaşamımın her alanındaki zamanımı tiyatro sanatına vermek istiyorum. Sizin temsil ettiğiniz aristokrat tiyatro anlayışına karşı da zamanımı seve seve veriyorum. Lütfen benim hakkımda karar verirken, biraz daha dikkatli olun. Ben, zaman kaybı olarak görmüyorum durumu. Siz de, bana yanıt vermeyerek, (nasıl ki Coşkun Büktel'e vermiyorsunuz!) zamanınızı sizin için daha değerli olan işlerde kullanabilirsiniz!
Semih – "Kapitalist anlayışa hizmet edecek tiyatro esnafı yetiştirmek için üniversitelere de görev düşüyor" buyurmuşsunuz.
Hilmi – Buyurmadım. Yazdım…
Semih – Bunu laf sokmak için söyleseniz bile, yüzde yüz haklısınız.
Hilmi – Özdemir Nutku'ya toz kondurmayan biri, beni "yüzde yüz" haklı bulursa; sevineyim mi üzüleyim mi? Bilmiyorum doğrusu…
Semih – Kendi sanatına yabancılaşan "tiyatro esnafı" konusunda üniversitelerin de, hocaların da bilinçli ya da bilinçsiz büyük günahları var.
Hilmi – Onların daha ne günahları var! Hepsini zamanla anlatacağız…
Semih – Bunları hiç konuşmadığımızı mı, acısını hiç çekmediğimizi mi sanıyorsunuz?
Hilmi – Öyle sanıyorum. Örnekse "Özdemir Nutku skandalı" konusunda ne düşündüğünüzü çok merak ediyorum.
Semih – Ben kendi payına bununla ilgili yeterince sıkıntı çekiyor fakat hiç yılmadan bu gidişi engellemek adına, öğrencilerime okula başladıklarında, "sektörde işçi, pazarda esnaf olmak" ile "sanatçı olma"nın farklı şeyler olduğunu anlatıyor ve bunu dört yıl boyunca her fırsatta yineliyorum.
Hilmi – İnanıyorum… Ancak, ülkemizde tiyatro esnafı "sektörde işçi, pazarda esnaf"tan daha berbat ve aptal durumunda. Biz de bunu vurgulamaya çalışıyoruz.
Semih – Ne kadar başarılı oluyorum / oluyoruz? Başarıdan ne anlaşıldığına bağlı.
Hilmi – Doğru. Tüm sorun "başarı" sözcüğüne yüklediğimiz anlamda. Ben, emeğin iktidarına giden yolda savaşım vermeyi ölçüt olarak alıyorum…
Semih – "Kar getirmeyen hiçbir şey gerekli değildir.' Şiarından hareket eden bu azgın liberalizm, 'tüketici birey'i her şeyin merkezine koymaktadır." Diyorum. Siz, "Tıpkı, 12 Eylül Faşizmi'nin hemen ardından (1982 yılında) kurulan 9 Eylül Üniversitesi'nin sağladığı toplumsal saygınlıktan yararlanan Özdemir Nutku'nun düşünce yapısı gibi…" diyorsunuz. Hilmi bey, "tıpkı" dediğiniz "şey"lerin aynı kategoride olması ve birbirini tutması gerekir. Elma ile armut kadar bile birbirine benzemiyor söyledikleriniz. 1982 yılı 12 Eylül faşizmi'nin ardı değil tam göbeğiydi, danışma meclisi vardı, Kenan Evren'in de cumhurbaşkanı seçildiği oylama Kasım 1982'de yapıldı. Dokuz Eylül Üniversitesi'nin kurulması Bundan 4 ay öncedir. Fakültelerin ve yüksek okulların çoğu (Güzel Sanatlar Fakültesi ve dolayısıyla Tiyatro Bölümü de) Ege Üniversitesi'nden devralınmıştır. Prof. Dr. Özdemir Nutku, Prof. Dr. Alim Şerif Onaran ve Prof. Dr. Gültekin Oransay öncülüğünde kurulan Güzel Sanatlar Fakültesi'nin ve dolayısıyla Tiyatro Bölümü'nün kuruluş tarihi 1976, kurulma kararının tarihi ise 1975 yılıdır. İlk mezunlarını 1981 yılında vermiştir. İlk mezunlarımız, provalarını süngü, dipçik nezaretinde yapmışlardır. Ben 1984'te öğrenci olduğumda, üniversitedeki gerici kadrolaşmadan ötürü üst sınıflarımız, üniversiteyi "Dokuz Işık Üniversitesi" diye anıyorlardı. Dokuz Eylül Üniversitesi, ancak son iki-üç dönemdir, o eski çizgisinden kurtulmuş ve ilerici bir çizgiye gelmiştir. Seksenli yıllar boyunca, DEÜ GSF Tiyatro Bölümü, İzmir'deki tiyatro hayatının önemli bir merkezi olmuş, yaptığımız kısa oyunlar (öğrenci oyunları) içeri giremeyen seyircilerin fuayede beklemesi ve talepleri üzerine, aynı günde iki, üç seans oynamak durumunda kalınmıştır. Suat Taşer sahnesi bu yıllarda çok önemli tartışmalara, panellere, misafir oyunlara ev sahipliği yapmıştır. Ezcümle, 80'li yıllarlarda, İzmir'de Tiyatro Bölümü bir vahadır. Dokuz Eylül'e saygınlık kazandırmıştır, yoksa sizin söylediğiniz gibi değil. Sizin söylediklerinizi gerçeklerle harmanladığımızda şöyle bir sonuç çıkıyor: 1976'da kurulmuş bir bölüm, 1982'de kurulan bir üniversiteye dahil ediliyor ve bu üniversite (ve 12 eylül faşizmi) o bölüme saygınlık kazandırıyor. O saygınlığı da Prof. Dr. Özdemir Nutku kullanıyor. Komik değil mi? Siz 12 eylül rejiminden saygınlık kazanmanın mümkün olduğunu mu savunuyorsunuz?
Hilmi – Uzun uzun durum değerlendirmesi yapıp, bizi "aydınlattığınız" için teşekkür ederim. Bazı insanlar vardır; sustuğu an düşecekmiş izlenimi verir. Sizin bu uzun paragrafınızı yazarken, sanki; "Konu "Özdemir Nutku skandalı"na gelmesin de, nereye gelirse gelsin, sürekli konuşayım, düşüp bir yerimi kırmayayım" düşüncesi var gibi geldi bana. Saygınlığa gelince, evet, "12 eylül rejiminden saygınlık kazanmanın mümkün olduğunu savunuyor"um. Örnekse, Özdemir Nutku, 12 Eylül Faşizmi'ni protesto edip, üniversiteden ayrılabilirdi. Böyle bir eylem yaptı mı? Yaptı da biz duymadık mı? Her kim ki, 12 Eylül'e tepki göstermemiştir, o faşizmin sağladığı "saygınlık"tan yararlanmıştır. Bu arada yineleyelim; Coşkun Büktel'in teşhir ettiği "Özdemir Nutku skandalı" hakkında ne düşünüyorsunuz?
Semih – Öte yandan "Bu resmin arkasında ne var?" soruma, "bu resmin arkasında 12 Eylül faşizmi ve oligarşik dikta var" diyorsunuz.
Hilmi – Evet, doğru… Beni, bizi, halkımızı köle yerine koymak isteyen tüm faşist hareketleri ve 12 Eylül Faşizmi'ni yaşamım boyunca unutmayacağım!
Semih – Bunun böyle olduğunu yadsıyan bir ifadem olmadığı gibi Evrensel Kültür'ün Ekim 1993 sayısında "12 Eylül ve Tiyatro" adlı dosyasında bu konuyla ilgili soruşturma cevabım Türkçe bilmek koşuluyla yeterli bir yanıttır.
Hilmi – İtirafımdır: Türkçe bildiğimi sanmama karşın, Türkçe bildiğini sanmadığım Evrensel Kültür'ü okumuyorum…
Semih – Ama ben "şu an"dan bahsediyorum. Biliyorsunuz insanın ölmesinin en büyük nedeni de doğmasıdır.
Hilmi - Canlılar; doğar, büyür ve ölür!
Semih – Ama genellikle ölüm nedenleri arasında 'doğmuş olması' gibi bir neden yer almaz.
Hilmi – Bunu herkes bildiği için, üzerinde durulma gereği duyulmaz!
Semih – 12 Eylül misyonu, işlevi olan bir darbeydi.
Hilmi – Tüm darbeler öyledir!
Semih – Faşist uygulamaları, idamları, işkenceleri, hapisleriyle toplumumuz üzerinde onulmaz acılar bıraktı, sürekli bir korku ve siniklik hali yarattı.
Hilmi – Nasıl ki, 12 Eylül'ün "marifetlerini" konuşuyorsak, "Özdemir Nutku'nun Theope marifeti"ni de konuşmamız gerekiyor. İşin açıkçası, ben daha çok bu konunun üzerinde duruyorum…
Semih – Ve bugün de etkisi değişik biçimlerde sürmektedir. Yine de 12 Eylül ve hemen onun arkasından gelen Özal hükümeti, tüm müdahaleleri bir yana, örneğin Devlet Tiyatrosu'nu kapatmayı düşünmediler.
Hilmi – Devlet Tiyatroları'nın içindeki insanların beyinlerini öldürdüklerinden, kapatmalarına gerek kalmadı…
Semih – (Üstelik dönemin Devlet Tiyatrosu Müdürü Turgut Özakman'ın ağırlıklı olarak DEÜ GSF ve DTCF Tiyatro Bölümleri'nin mezunlarından oluşturduğu ve bir anlamda da o dönemki DT'nin oyuncu kaynağı konusundaki konservatuar tekelini kırdığı Çocuk ve Gençlik Tiyatrosu deneyimi kayda değerdir.)
Hilmi – Demek ki, Turgut Özakman da 12 Eylül Generalleri ile çalışmayı yeğleyerek, karşı çıkmayarak, idamları onaylamış anlamına geliyor.
Semih – Çünkü, yine, niteliği bir yana, devlet merkezli bir "politika" egemendi.
Hilmi – Bu "devlet" sözü, nedense bana hep işkence ve zulüm sözcüğünü çağrıştırıyor…
Semih – Oysa ki bugün tüm dünyada tröstlerin, çok uluslu şirketlerin hakim olduğu, devletlerin ve ülkelerin yeni pazar haritalarına göre şekillendirilmeye çalışıldığı bir süreç yaşanıyor.
Hilmi – Saptaman doğru. Buna bir şey söylemiyorum… Kafamda hep "Özdemir Nutku skandalı" var.
Semih – Sosyalist sol da bir yanı "kamusal"ı korumak adına, "ulusalcılık" ya da "vatanseverlik" kutbuna öte yanı da "liberalizm"e doğru kayıyor.
Hilmi – Sizde ad vermeme hastalığı var! Örnekse Türkiye Komünist Partisi, İşçi Partisi gibi "sosyalist sol" olduğunu iddia eden partiler "kamusal"ı korumak adına "ulusalcılık" yada "vatanseverlik" kutbuna kayıyor. Örnekse, Özgürlük ve Dayanışma Partisi "liberalizm"e kayıyor, denilebilir. Ad verirsek, anlattıklarımız daha anlaşılır boyut kazanır… Okurlarımız da, "okuduklarının çoğunu yanlış anlayan biri"leri olmaz…
Semih – Küresel Liberalizm de "liberalizm" paydasında buluştuğu bu solu giderek daha çok bağrına basıyor.
Hilmi – Tamamıyla uzlaştığımız bir tümce… Zaten yukarıdaki gibi bir tümce kurulduğunda, "kırıcı" olmayabiliyor. Küresel Liberalizm yerine "emperyalizm" ve liberalizm yerine "kapitalizm" denildiğinde, "kırıcı" olabiliyor. Bence, örnekse; TKP, İP, ÖDP'nin politikaları, emperyalizme ve kapitalizme zarar vermiyor…
Semih – AKP hükümeti de yukarda andığımız küresel liberal, (kapitalist sözcüğü toplumu daha çok üretim tarzından, liberal sözcüğü ise yönetim tarzından ve onun politik ideolojisinden okuyan kavramlardır. Konumuz ekonomi değil sanat olduğuna göre derdimizi daha çok zihniyetlere ve yönetim tarzına gönderme yapan bir terminoloji ifade eder, yani liberal) politikaların bir uzantısı olarak, "kamusal" olan her şeye "haç görmüş şeytan" gibi davranıyor.
Hilmi – Olabilir… Devletçi mantıkla emperyalizmin işine yaradıklarını bildiklerinde de, farklı davranır kapitalistler. Önemli olan aydınların, net olması. Örnekse "Özdemir Nutku skandalı" konusunda netleşmeleri.
Semih – İstanbul'da en güzel binaların, en büyük yeşil alanların tröstlere verildiğini, Arap ya da Yahudi sermayesine peşkeş çekildiğini biliyorsunuz (bunlar neo-liberal politik tercihlerdir).
Hilmi – Bizce tercihten öte, kapitalist üretim ilişkilerinin dayatmasıdır.
Semih – Haydarpaşa kurtarılabildi mi? Henüz bilmiyoruz.
Hilmi – Emperyalistler, demiryolunu Bağdat'a dek örerken, Haydarpaşa'yı "imar ve ihya" ettiler. Şimdi de "imar ve imha" etmek istiyorlar. Kapitalist yöntemle yönetilen ülkeler, emperyalizmin dümen suyundan gitmek zorunda…
Semih – Sizin o eskiden bildiğiniz yönetimlerin yerel kapitalist tercihleriyle bugünün küresel neoliberal reflekslerinin oldukça farklı şeyler olduğunu kabul etmelisiniz.
Hilmi – Diyalektik bir durum. Ben kabul etmesem de, yaşam farklılaşıyor…
Semih – Bugün Türkiye'de kendini solda konumlandırmanın gereği, dünyadaki "küresel neoliberal" politikaları ve onun Türkiye'deki uzantılarını görmek, bunları açığa çıkartmak ve buna karşı mücadele etmek olsa gerek. Yani ben böyle düşünüyorum.
Hilmi – Böyle düşünüyorsanız, sizinle fazla bir çelişkimiz yok demektir. Ancak… "Özdemir Nutku skandalı" konusunda da çelişkimiz olmasa iyi olur kanısındayım…
Semih – Benim "ilerici-gerici kavgası" diye anlatmaya çalıştığım şey, sizin de şikayetçi olduğunuz türden, "folklorik protesto" gösterileri, hamasi bildiriler, "tören-rozet Atatürkçülüğü"nden hareket eden, edilgin ve teslimiyetçi aydının sözde politik duruşudur. Sonuçta gericilik (teslimiyet) de ilericilik (mücadele) de kişisel etik ve politik seçimdir, ötesi boş.
Hilmi – Doğru… Yineliyorum: "kişisel etik ve politik seçim" olarak, "Özdemir Nutku skandalı" konusunda ne düşünüyorsunuz?...
Semih – "Tüketmeyen, yoksul, işsiz, aç insanları sistem dışı kabul etmekte; büyük kitleleri sadece bir 'güvenlik' sorununa indirgemektedir." Yazmışım. "Tam tersine, sistem içi kabul etmekte ve onları, çalışanlar üzerinde bir tehdit ögesi olarak kullanmaktadır… Yanlış bir sosyoloji yolundasın Semih Çelenk…" buyurmuşsunuz. Sosyolojinin yolu, bu yolun yanlışı doğrusu olmayacağı bir yana, bahsettiğiniz "işsizliğin ve işsiz kitlenin ücretler ve çalışma şartları üzerinde bir Demokles kılıcı türü sallanması meselesi değil anlatmak istediğim, cumhuriyetin temelinde yatan "yurttaşlık" ortak paydasının söylem düzeyinde de kaybolduğu, tıpkı Osmanlı'da olduğu gibi kitlelerin, "kul-köle" olarak ve net bir biçimde izole edildiği, artık söylem düzeyinde bile, "yurttaşlık"ın kalmadığıdır. Kimi teorisyenlerin bu çağa "Yeni Ortaçağ" demesi de belki bu yüzdendir.
Hilmi – Ben, yine de "Özdemir Nutku skandalı" üzerinde durmayı yeğliyorum…
Semih – Kendini bilen aynı zamanda maddi açlık içerisinde olan birçok insan tanıyorum; "karhane düzeninden yana" değiller, "basit bir 'güvenlik' sorunu ögesi de değiller!..demişsiniz. Ben mi insanları güvenlik sorunu olarak görüyorum? Bu insanlar mı kendilerini güvenlik sorunu olarak görüyorlar? Bir daha, ağır ağır okuyun.
Hilmi – Ağır ağır ve heceleyerek okuyorum: "Öz-de-mir Nut-ku skan-da-lı"
Semih – Ben sistemin bu insanları bir "güvenlik" sorunu olarak gördüğünü söylüyorum. "Güvenlik" sorunu ne demektir?
Hilmi – Ağır ağır ve heceleyerek mi söyleyeyim?
Semih – Devletin hiçbir hak tanımadığı ve sadece güvenlik gücü aracılığıyla muhatap olduğu kitle demektir.
Hilmi – Kapitalist devletin hiçbir hak tanımadığı ve sadece resmi faşizm aracılığıyla muhatap olduğu emekçi kitle…
Semih – Coşkun Büktel'e yanıt verme ya da Özdemir Nutku'nun iftiracı olduğunu irdeleme yerine, sosyolojik irdelemelerde bulunmayı yeğliyorsun…demişsiniz. Hilmi bey, siz bana ne yazıp ne yazamayacağımı dikte edemezsiniz.
Hilmi – Böyle bir niyetim yok! Ben, sadece "Özdemir Nutku skandalı" konusundaki görüşünüzü, bir okur duyarlılığı içinde merak ediyorum…
Semih – Coşkun bana verdiği yanıtın sonunda iki seçenek vererek sizden daha demokrat olduğunu göstermişti.
Hilmi – O konuda haklısın. Coşkun Büktel, benden daha demokrat biridir. Hatta ben pek demokrat sayılmam.
Semih – Hatırlayacaksınız ki, bu "skandal"a yer vermeyeceksem en azından "edebimle (başka bir yerde de) uslu uslu oturmamı" tavsiye etmişti.
Hilmi – Ben de, "Özdemir Nutku skandalı" konusunda görüş belirtmenizi tavsiye ederim.
Semih – Sizin ona nazaran faşizan olduğunuz anlaşılıyor.
Hilmi – Ben ona nazaran komünizanım…
Semih – Coşkun Büktel'in kendisi dahi kendisine niye ikinci bir yanıt yazmadığımın hesabını sormamışken sizin böyle bir şeyi sormanızın altında güreşçileri kızıştıran cazgır benzeri bir eda seziyorum.
Hilmi – Sezgileriniz sizi yanıltıyor. Ben Coşkun ile güreş yapmanızı değil, benimle güreş yapmanızı istiyorum! Bu arada, ABD Dışişleri Bakanı Rice'a, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün, neden yanıt vermediğini de sorma hakkına sahibim...
Semih – Bravo size Sosyalist Hilmi Bulunmaz!
Hilmi – Size de bravo "Özdemir Nutku skandalı" körü Semih Çelenk!
Semih – İnsanlara ne yazacağını mı dikte ediyorsunuz?
Hilmi – Dikte etmiyorum, arzu ediyorum!
Semih – Şu konuda yaz!
Hilmi – Hangi konuda?
Semih – Hayır önce şu konuda fikrini belirt sonra öbür konuyu yaz!
Hilmi – Hangisi?
Semih – Hadi bakalım, "iki pehlivan çıktı meydane…"
Hilmi – Bu denli mizahi yazılarınızı, dilerseniz Ankara Ekin Tiyatrosu için kullanın ve nice 92.000 YTL'lere ulaşın…
Semih – Coşkun'un forum tartışmasındaki sert üslubuna sinirlenerek ona yazdığım yanıtta öfkeyle yanlış anlamalara sebep olacak ifadeler kullandığımı biliyorum.
Hilmi – Bence, onlar samimi görüşleriniz. Benim bildiğim bir şey var; insan sinirlendiği zaman daha gerçekçi şeyler yazıyor.
Semih – Coşkun'un da bana verdiği yanıtın benzer bir sinirlilik ve öfke taşıdığını görebiliyorum.
Hilmi – Ben göremiyorum.
Semih – Öyle ki, benim yirmi yıllık emeğimi, kendisinin de çok yakından bildiği, olabildiğince dürüst olmaya çalışan, "eyvallah"sız kişiliğimi yere çalmayı "meşru" görmesi ve ağzına gelen her şeyi bir bir sıralamasını kızgınlığımın bir ifadesi olarak görüyorum.
Hilmi – Coşkun Büktel'in, bizim için yazdığı: "Böyle bir OYUN'da yokum" yazısı da çok ağır yazıydı. Ne var ki, ben hiç sinirlenmedim. Ayrıca "eyvallah"sız olabilmeniz için "Özdemir Nutku skandalı" hakkında görüş belirtmeniz gerekir.
Semih – Yanıt vermeyişimin tek bir sebebi var.
Hilmi – Ne?
Semih – O da kırgınlığım.
Hilmi – OYUN dergisiyle ilgili beni yerden yere vurmasına karşın, ben hiç kırgınlık yaşamadım.
Semih – Tuhafınıza gitmemiştir umarım.
Hilmi – Gitmedi.
Semih – Ben sadece "gerçekler" ve "doğrular"dan ibaret bir "android" değilim ve bundan da çok mutluyum.
Hilmi – Ben de sadece "gerçekler" ve "doğrular"dan ibaret olduğum için çok mutluyum.
Semih – Hata yapabiliyorum, haksızlık edebiliyorum, kırılabiliyorum.
Hilmi – Ben hata yaptığımda özür diliyorum, haksızlık ettiğimde özür diliyorum, hiçbir zaman kırılmıyorum.
Semih – Ya da yerinde "uslu uslu oturmaya" karar verebiliyorum.
Hilmi – Özdemir Nutku da aynısını yapıyor.
Semih – Üzgünüm ama sizden izin almayı düşünmüyorum.
Hilmi – Üzgünüm ama size izin vermeyi düşünmüyorum.
Semih – Liberalizm'le ilgili "azgın" sıfatını kullanıyorum, onu oradan kaldırıp, "demek ki liberalizm azgın olmasa her şey kendiliğinden düzeliverecek" gibi bir sonuç çıkarıyorsunuz.
Hilmi – Evet…
Semih – Pes!
Hilmi – Hemen pes etmeyin canım.
Semih – Hem bizim hem okurların zekasına hakaret saymak gerekiyor.
Hilmi – Coşkun Büktel'e öykündüğünüzü anlayabiliyorum!
Semih – Özetlemeye çalışayım, "Liberalizm" tanımı eskiden, kapitalizmin özgürlükleri ön plana koyan, 'sosyal refah devleti' biçimini tarif etmek için kullanılıyordu.
Hilmi – Hım… Marksizm'den korkması sonucu!
Semih – Oysa ki bugün, "tüketen birey"i yani 'müşteri'yi merkeze koyan, yeni bir dünya düzeninin içinde yaşıyoruz ve bu düzende artık tröstler ve çok uluslu şirketler, sınırları ve devletleri yerle bir ederek yeni pazar haritaları yapıyorlar.
Hilmi – Her zaman yaptıkları gibi...
Semih – Bunun kapitalizmin geçen yüzyıldaki görünümünden farklı olduğunu, görünüşte insan haklarına, özgürlüklere 'saygı' gösteren ama özünde daha da vahşileşen yeni bir stratejinin uygulandığını görmemiz gerekmektedir.
Hilmi – Görebilirsiniz… Emperyalizm, kapitalizm şirin görünmek için her türlü kılığa bürünür.
Semih – İşte bunun adı da, kimine göre "Neo-liberalizm", kimine göre "Küresel Liberalizm"dir.
Hilmi – Bize göre emperyalizmin, kapitalizmin kaporta değiştirmiş halidir…
Semih – AKP'lilerin aşırı liberal olduklarını ve bu yüzden de dinin artık onlar için bir referans oluşturmayacağını kastediyorum. Siz bunun altına Karl Marks "Din afyondur" demiş buyuruyorsunuz.
Hilmi – Evet, din afyondur…
Semih – Evet, ben de bu lafı 1979 senesinde lise öğrencisiyken, lise devrimcisiyken mi demeliyim acaba, arkadaşlarımdan duyduğum şekliyle, gelir evdekilere söylerdim.
Hilmi – Ben 52 yaşımda olmama karşın, hala söylemeyi sürdürüyorum.
Semih – Sonra bu lafın sadece bir özdeyiş olmadığını bir paragrafın sonu olduğunu öğrendim.
Hilmi – Allah Allah!...
Semih – Karl Markx'ın 1841 yılında Bruno Bauer tarafından yapılan benzetmeyi kullanarak 1844 yılında söylediği bir sözdür.
Hilmi – Marksçı birinden daha Marksçı görünüme sahipsiniz…
Semih – Önce İngilizcesi,
Hilmi – Anlamam zor olur!
Semih – " (…) religious suffering is, at one and the same time, the expression of real suffering and a protest against real suffering, religion is the sigh of the oppressed creature, the heart of a heartless world, and the soul of soulless conditions. İt is the opium of the people. (…)"
Hilmi – Your English is very good!
Semih – Sonra da Türkçesi,
Hilmi – What do you think about "Özdemir Nutku skandalı"?
Semih – " (…) dinsel ızdırap hem gerçek ızdıraptır hem de gerçek ızdıraba karşı çıkışın bir ifadesidir. Din, ezilmiş mahlukun (insanın) iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ve ayni zamanda ruhsuz hallerin (durumların) ruhudur. Din halkın afyonudur. (…)
Hilmi – Demek hemfikiriz…
Semih – Her ne kadar konumuz dışı olsa da,
Hilmi – Konu dışına çıkmayalım.
Semih – Sovyetler Birliği'nin çözülüşünde dinin rolünü, aynı zamanda Pinochet Şili'sinde bir direniş alanı olarak kiliselerin üstlendiği rolü, (yani her iki örnekte de gerçek ızdırap olduğu kadar 'gerçek ızdıraba karşı çıkışın bir ifadesi' olmasını da) yukardaki laflarla üst üste koyup düşünmekte fayda var.
Hilmi – Fayda varsa, siz de öyle düşünün.
Semih – Yoksa öyle 'din afyondur' kolaycılığıyla işin içinden çıkılsaydı, günümüze ayrıca bir de "dinlerin yükselişi çağı" demezlerdi her halde.
Hilmi – Milletin ağzı torba değil ki, büzesin!
Semih – Hem ne de olsa tiyatroyla uğraşıyoruz ve hayatı formüllerle, şemalarla algılamanın bize yakışmayacağını düşünüyorum.
Hilmi – Hayatı formüller ve şemalarla daha kolay anlayabiliriz. Matematik olmasaydı; iki kere iki dört yerine, iki kere iki beş yada on sekiz diyebilme kurnazlığına başvurabilirdik!
Semih – Uğraştığımız "dramatik sanat" açmazların ve çelişkilerin sahne üzerindeki mücadelesidir.
Hilmi – Sahnemiz yoksa, mücadeleyi bırakalım mı?
Semih – Bu asgaride buluşuyoruz ki, oturmuş yanıt veriyorum.
Hilmi – "Özdemir Nutku skandalı" konusunda tavır geliştirmedikçe, yanıt vermiş olmuyorsunuz.
Semih – Yazdıklarımı tek tek tekrar etmek ve baştan mı anlatmak zorundayım?
Hilmi – Hayır! Sadece "Özdemir Nutku skandalı" konusu bana yetiyor!
Semih – Belki sıkmadan, kısaca.
Hilmi – Peki…
Semih – Bugün dünyanın her köşesindeki iktidarların 'azgın liberalizmin' acentesi oldukları, her ülkenin giderek bir 'küresel kapitalizm' markasının, 'franshising' işletmesi olduğunu kabul etmemiz gerekiyor."demişim.
Hilmi – Latin Amerika'nın birçok ülkesinde emperyalizme karşı iktidarlar işbaşında. Nepal'de Maocu gerillalar hükümet ortağı. Uruguay'da silahlı gerillalar işbaşı yaptı. Küba'yı anlatmaya gerek yok. Kuzey Kore malum. İran bile, bir biçimde anti-emperyalist politikalar geliştirme derdinde. Çin, ne denli "küresel kapitalizm"den nasibini alsa da Komünist Parti tarafından yönetiliyor. Ukrayna'da ilericiler başa baş gidiyor. Rusya'da bile, her an her şey değişebilir. Ve daha bir sürü…
Semih – Siz de buradan "teslimiyetçilik" çıkartıyorsunuz.
Hilmi – Tüm dünyaya kapitalist don biçenlere tavrımdan kaynaklanıyor.
Semih – AKP'nin sadece bir "aracı" olduğu, ekonomik planda IMF'nin, Dünya Bankası'nın ve çok uluslu şirketlerin, siyasal palanda da ABD'nin ve AB'nin belirleyici olduğuna mı karşı çıkıyorsunuz?
Hilmi – Hayır! Akademisyenlerin toptancı bakış açılarına karşı çıkıyorum!
Semih – Sizin teziniz ne?
Hilmi – Benim tezim sosyalizm…
Semih – Yukarıdaki laflarımdan teslimiyetçilik mi çıkar? Yoksa mücadele ettiğiniz düşmanı doğru tarif etmek mi? Benimle ve okurların zekasıyla dalga mı geçiyorsunuz anlayamıyorum.
Hilmi – Coşkun Büktel’e öykündüğünüzü anlayabiliyorum.
Semih – “Yaptıkları aykırı bir şey değil” derken “plan neyse onu uyguluyorlar” demek istiyorum.
Hilmi – Demek istemeyin, deyin.
Semih – Siz buradan “ne yani AKP’ye karşı savaşmayalım mı?” çıkarımında bulunuyorsunuz.
Hilmi – Evet!
Semih – (konuyla ilgili olarak, Viyana’da mukim felsefe doktoru, şair, yazar Oktay Taftalı’nın Yeni Harman ve Kaçak Yayın’da yazdığı ve sonra da kitaplaştırdığı yazılarını tavsiye ediyorum.)
Hilmi – Şıracının şahidi bozacı…
Semih – Doğru anladığınız bir şeyi yazsam daha az zaman kaybederim diye düşünüyorum. Öyle ki neredeyse yazıyı baştan aşağı çarpıtmalarla okuyorsunuz. Bu kadar basit bir yazıyı bile anlamakta zorlanıyorsunuz.
Hilmi – Düzenin okullarında eğitilmediğimden olsa gerek.
Semih – Bence, Coşkun Büktel’in her sıkıştığınızda, ya da özgün fikir üretmeye üşendiğinizde “kopyala-yapıştır” yaptığınız ya da link verdiğiniz yazıları yerine kendiniz, özgün yazılar üretmeyi deneyin.
Hilmi – Emredersin komutanım!
Semih – Bana yaptığınız gibi, başkalarının yazılarına parazit olarak asılmak yerine düzgün cümleler kurarak baştan sona bir yazı yazmayı deneyin.
Hilmi – Emredersin komutanım!
Semih – Alın bir örnek daha: Yeni Kapitalizm’in eskiden kültür ve sanatı çokça desteklediğini ama şimdi buna gerek görmediğini, örnekleriyle anlatmaya çalışıyorum. Bizde çokça anlatılan, abartılan, batının sanatla ilişkisinin değiştiğini, bizde hala batı masalları anlatan “sanatçı” bozuntularına açıklamaya çalışıyorum.
Hilmi – Birkaç ad rica edeyim…
Semih – Devletten destek beklemiyorum, bu desteği övmüyorum, sadece durum tespiti yapıyorum.
Hilmi – Tüm burjuva aydınlarının yaptığı gibi…
Semih – Bu topyekun bir savaştır ve kaynağı, adresi bellidir diyorum.
Hilmi – Adresi alalım…
Semih – Sizin buna düştüğünüz nota bakın: Komşumuz karısını dövüyor diye, biz de karımızı dövmek zorunda mıyız?!...Hilmi – Evet…
Semih – Ne yani, yoksa siz kapınızı mühürleyen, oyuncularınıza ve seyircilerinize işkence yaptığını söylediğiniz devletten ulufe ve yardım mı bekliyorsunuz?
Hilmi – Yardım bekleyerek alınmaz. Dilekçe verip, Kültür Bakanlığı’nın koridorlarını arşınlayarak ve halkın istemlerine karşıt tiyatro yaparak alınır. Bakınız: Ankara Ekin Tiyatrosu…
Semih – Ne yapmamı istersiniz?
Hilmi – "Özdemir Nutku skandalı" konusunda görüş belirtmenizi!
Semih – Sizin gibi esnaf ağzıyla mı yanıt vereyim?
Hilmi – Olabilir…
Semih – Yoksa sabrımın sınırlarını zorlayıp notların sonuna kadar gideyim mi?
Hilmi – Zaten “Sınırda”sınız. Dikkatli olun!
Semih – “Klavyenin başında kendisi olmayan bir tiyatro üzerine sanal tartışmalar yapıyoruz.”demişim. Bence, yapmıyor/yapamıyorsunuz!...deyip, Coşkun’la yazışmamıza link veriyorsunuz.
Hilmi – Coşkun Büktel, benden daha iyi yazıp, kendini daha anlaşılır ifade ettiğinden, zaman zaman bu yola başvuruyorum.
Semih – Evet, ben bu dediğimi yapamıyorum, beceremiyorum.
Hilmi – İnanmıyorum!
Semih – Provada olmak, derste olmak, yeni bir oyun yazmak, çevirmek, yönetmek, dekor taşımak bana daha önemli geliyor. (Siz bunu yenilmek, tartışmadan kaçmak diye de tercüme edebilirsiniz.) tıkla: Coşkun Büktel'in "kayıkçı kavgalarını" okumak, Çelenk'in yaptığı tiyatroyu seyretmekten çok daha yararlı ve zihin açıcı bir tiyatral etkinliktir!
Hilmi – No, I don’t translate…
Semih – İşte bunu daha iyi gördüğümden belki, o çekilme yazısını yazmış bulunuyorum. Sizin ise itiraflarınızdan bu işi yaptığınız ve oldukça iyi yaptığınız anlaşılıyor.
Hilmi – Elime aldığım her işi, layıkıyla yapmaya çalışıyorum. Teşekkür ederim.
Semih – Mübarek olsun,
Hilmi – Allah razı olsun.
Semih – kutlu olsun,
Hilmi – Cem-i cümlemize.
Semih – maşallah.
Hilmi – İnşallah.
Semih – Ülkemizde tiyatro etkinliğinin azaldığını söylüyorum. Sizin aklınıza tiyatro etkinliği deyince sadece kendi tiyatronuz geliyor ve savunmaya geçiyorsunuz.
Hilmi – Aklıma gelmiyor. Aklımdan çıkmıyor.
Semih – Bulunmaz Tiyatro’nun tüm salonları resmi faşizm tarafından mühürlendi,Hilmi – Doğru.
Semih – tiyatromuz baskına uğradı,Hilmi – Evet.
Semih – karakol kuruldu,
Hilmi – Sürekli olarak.
Semih – bize ve izleyicilerimize baskı ve işkence yapıldı,
Hilmi – Evet.
Semih – sürekli olarak “şüpeli şahıs” (karakoldaki kayıtlarda şüpheli yerine, “şüpeli” yazılıyordu) muamelesi gördük…
Hilmi – Ne yazık ki, öyle oldu…
Semih – Hilmi bey, yaşadıklarınızın korkunç şeyler olduğunu tahmin edebiliyorum. Ancak, tiyatrolara yapılan baskılar Bulunmaz Tiyatro ile başlamadı.
Hilmi – Biliyorum.
Semih – Sizinle de bitmeyecek.
Hilmi – Ben bitmesi için savaşım veriyorum.
Semih – Yakından bildiğim bir örnekle yetineyim. 1993 yılından bu yana çalıştığım Ankara Ekin Tiyatrosu (hani şu 92.000 YTL sadaka alan tiyatro – HB) da şimdiye dek Batman’da yok edilme tehditleri de dahil, birçok engelleme ile karşılaştı.
Hilmi – Kim yada kimler tehdit etti. Örnekse bizi “şüpeli şahıs” olarak Beyoğlu Emniyet Müdürlüğü gözaltına aldı. Daha yerinde bir deyişle, Terörle Mücadele tiyatromuzu bastı ve Beyoğlu Emniyet Müdürlüğü’ne “teslim” etti…
Semih – Devlete karşı, 47 yerde yasaklanan oyunları için 47 dava açtı ve davaların sonucunda hem tazminat kazandı hem de bu yerlerde tek tek oyunlarını oynadı.
Hilmi – Devlet bize başka yollarla saldırdı. Örnekse, salonumuz bulunan Aznavur Pasajı’nın iskanı (oturma izni) olmadığından, onlarca kez basıldı. Oysa 10 katlı binada, birçok işyeri bulunmasına karşın, sürekli olarak bizi taciz ettiler. Yasalara baktığımızda, devlet haklı: İskanı (oturma izni) olmayan binada bulunmak suçtur. Bilinen bir gerçek var: İstanbul’daki binaların çoğunun iskanı yoktur. Ne var ki, ne zaman kapitalizme aykırı bir iş yaparsınız, devlet başınıza çullanır. Devlete, Anayasa’ya ve yasalara güven duymadığımızdan dava açmadık. Açmayı da düşünmüyoruz. İnsanların “hücre evleri”nde keklik gibi avlandığı, F Tipi cezaevlerinde süründürüldüğü, "Hayata Dönüş" palavralarıyla katledildiği bir ülkede yasalara ve hukuka güvenmemi kimse istemesin benden.
Semih – Siz, büyüğümüzsünüz, “toplumcu tiyatro” yapmanın zorluklarını bizden iyi biliyorsunuz.
Hilmi – Orası doğru. Ankara Ekin Tiyatrosu, bilecek değil ya!...
Semih – Yukarıdaki sözlerinizden anladığım, büyük bir heyecanla tiyatro yapmak istiyorsunuz ama engellemeler yüzünden yapamıyor ve bu yüzden zamanınızı internette “olmayan tiyatro”nun tartışmasını yaparak geçirmek zorunda kalıyorsunuz.
Hilmi – Resmi faşizmin yaptırmadığı tiyatromu, yaşatmak için savaşım veriyorum.
Semih – Size bir tavsiyem var, Sırbistan’da internet üzerinden tiyatro yapan birkaç grup var. Belki başka yerlerde de var, sadece bildiğim bu gruplardır. Oyuncular farklı mekanlarda klavyenin başındalar, seyirciler de ekran başında spontane olarak yazılanları izliyorlar. Bir tanesinin adı da sanıyorum Hamlet’ten galat, “Hamnet”. Madem bundan sonra bu işi internet üzerinden sürdüreceksiniz, bu konuyu da araştırmanızı tavsiye ederim.
Hilmi – Faşizmin bana uygun gördükleriyle, sizin uygun gördükleriniz çakışıyor. Ancak, salt
Internet ortamına “tutsak” kalarak yaşamayı düşünmüyorum. Bu arada, İstanbul’da küçük de olsa bir tiyatro salonumuz var ve tiyatral etkinliklerimiz sürüyor. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Efes Pilsen’in parantezine sığınmadığımızdan, adımızı basında göremediğiniz için, bu tür sanal önerilerde bulunmanızı anlayabiliyorum… Ayrıca, Sırplarla fazla hasbihal edersem, bir gün, elde silah Bosnalı'ları katledip, ırzlarına geçme olasılığım var...
Semih – Gelelim internet konusuna…
Hilmi – Buyurun…
Semih – Bu konuda da bana yine Coşkun’un aklını kullanarak ders vermeye çalışıyorsunuz. “Internet canlı bir şey değil. Bir araç… Tıpkı uçak gibi, tıpkı araba gibi…” Evet, internet canlı değil. Beni yemesinden falan korkmuyorum. Tıpkı internet gibi, top da tüfek de, atom bombası da canlı değil. Siyanür de… Eroin de… Nükleer santraller de… Keşke biraz sabrım kalmış olsaydı da, sizinle biraz “E-Devlet” ve “E-Faşizm” konusunda da hasbihal etseydik.
Hilmi – Keşke!
Semih – Kapınızı mühürleyen sizin deyişinizle “resmi faşizm”in sizi internetten uçuramayacağını mı düşünüyorsunuz?
Hilmi – Öyle düşünmüyorum. İnsanları keklik gibi avlayan devlet, her türlü caniliği yapabilir.
Semih – Geçtiğimiz yıl Gölge Tiyatro heklendiğinde, tekrar toparlanmamızın altı ayı bulduğunu belki takip etmişsinizdir.
Hilmi – Biz baskı, baskın, mühür, gözaltı, işkence… yaşadıktan sonra, uzun yıllardır hala toparlanamıyoruz.
Semih – Yüzlerce fotoğrafımızın, yazımızın da kaybolduğunu da belirtmek isterim.
Hilmi – Gözaltında bunca insanın kaybolduğu bir ülkede, sizin de nasiplenmeniz doğal bir şey!
Semih – Bütün bunlar bir yana, benim kastettiğim, internetin insanı dönüştürdüğünü, bizim de buna karşı uyanık olmamız gerektiğidir.
Hilmi – Üniversiteler de insanı dönüştürür, bizim de buna karşı uyanık olmamız gerekir.
Semih – Kullandığı aletin insanı dönüştürmediğini mi düşünüyorsunuz?
Hilmi – Hayır. Örnekse Özdemir Nutku, kapitalizmin tapınaklarından biri olan üniversite aletini kullandıkça dönüştü ve iftira atmaya başladı.
Semih – Asıl adı Peter Lamborn Wilson olan Amerikalı yazar Hakim Bey’in şu satırları umarım sizin için bir şey ifade eder: “Bugünlerde Net/Web’i bir tür toplumsal iç patlama ya da felaket olarak görüyorum. Ondan bir tür uç yabancılaşmanın simgesel motoru ve küresel sermayenin mükemmel bir aynası olarak nefret ediyorum ve korkuyorum. Anarşistler Net’in çekiciliğine kapıldı, çünkü Net’te sınırların varolmadığı görülüyordu. Ancak neo-liberalizmin “Serbest Pazarları” için de aynı şeyler söylenebilirdi. Sınırları olmayan bir dünya, eski modele nazaran kimi bakımlardan daha da baskıcı olmaya başlıyor. Bob Dylan’ın dediği gibi, “herkes, sizin tıpkı onlar gibi olmanızı istiyor.” Ve şimdi, postmodern teknolojinin harikaları sayesinde, onlar olacaksınız. (Hakim BEY, Geçici Otonom Bölgeler (T.A.Z), Çev: Rahmi G. ÖĞDÜL, Stüdyo İmge İstanbul 2002,s8.)
Hilmi – Hakim Bey’in Irak Savaşı üzerine olan görüşlerini de okumak isterim…
Semih – Evet, doğru algılamış olmanıza seviniyor, irademi kullanıyorum ve internetten en azından bir süreliğine ve tiyatro ile ilgili olmak kaydıyla uzaklaşıyorum. Evet, ne mutlu bir fareyim ve dağa küsüyorum.
Hilmi – "Özdemir Nutku skandalı" konusunda da irade kullandığınızı biliyorum.
Semih – Evet, gelelim tiyatro yapma fikrine…
Hilmi – Gelelim…
Semih – Olabilir… Coşkun Büktel’in THEOPE adlı oyununu sahneye koyarak işe başlayabiliriz… Bizim tiyatroda olmaz… Çünkü resmi faşizm, tüm salonlarımızı mühürlüyor ve tüm oyunlarımızı yasaklıyor… diyorsunuz.
Hilmi – Evet, doğru…
Semih –Obsessive tabir edilen bir ruh hali var, bildiğinizi sanıyorum. Yani, tiyatro yapılacaksa da işe, Theope ile başlayacağız diyorsunuz.
Hilmi – Mümkünse…
Semih – Orada da şartınız var. Ne söyleyeceğimizi, ne sahneleyeceğimizi belirliyorsunuz.
Hilmi – Haklısınız. Öyle bir huyum var.
Semih – Açıkça söylesenize ödeneksiz tiyatro yapan bir topluluğun Theope gibi büyük bir prodüksiyona soyunması ile intihar etmesi aynı anlama gelir diye.
Hilmi – Neden düşünmediğim şeyleri, salt sizin paşa gönlünüz hoş olsun diye, kendimi zorlayarak söyleyeyim ki?! Yalnız şu denli söylemek istiyorum: Ödenekli tiyatrolar, Theope’yi oynamayarak intihar etmiş oluyorlar!
Semih – Üstelik oyunun yazarının da, bir “yoksul tiyatro” yapımına razı olacağını sanmıyorum.
Hilmi – Doğru.
Semih – Az bir prodüksiyon değil.
Hilmi – Biz (emekçiler) iktidara geldiğimizde, ilk işlerimizden biri Theope’yi sahnelemek olacak.
Semih – Onlarca profesyonel, iyi oyuncuya gereksinmeniz var.
Hilmi – Theope yazılmamış olsaydı da bunlara gereksinmemiz olacaktı.
Semih – Ancak ödenekli tiyatronun altından hakkıyla kalkabileceği bir oyun.
Hilmi – İstanbul Şehir Tiyatroları’nın Ali Taygun uygulamasını biliyoruz!
Semih – Yani, yine sizin “resmi faşizm” dediğiniz devletin tiyatrosuna mahkumuz bu konuda.
Hilmi – Hayır, asla. Biz (sosyalistler) iktidara gelince, resmi faşizmden öcümüzü alırcasına bu oyunu sahneleyeceğiz.
Semih – Zaten Coşkun’un da ilk gösterimin Ankara Devlet Tiyatrosu tarafından ve Büyük Sahne’de yapılması ile ilgili bir şartı var.
Hilmi – Coşkun Büktel’in şartına saygı gösteren bir iktidar, Büyük Sahne’de bu oyunu, hem de Coşkun Büktel’in istediği bir yönetmene sahnelettirecek.
Semih – Fikrimi öğrenmek istiyor musunuz?
Hilmi – Evet. "Özdemir Nutku skandalı" konusunda...
Semih – "Theope"yi bana kalırsa iddialı bir yönetmen, Coşkun'un söylediği şartlarda Ulus'ta Büyük Sahne, eğer orası olmazsa da Taksim’de Büyük Sahne'de (tabii yıkılmazsa) yapmalıdır.
Hilmi – Gayet mantıklı.
Semih – Bu oyuna yakışan budur.
Hilmi – Teveccühünüz!
Semih – Devlet Tiyatroları "Theope"yi oynamama utancından kurtulmalıdır.
Hilmi – Kendileri bilir… Devlet Tiyatroları'nda utanç duygusunun zerresi yok.
Semih – Evet, Coşkun Büktel'in de dediği gibi, bizim vergilerimizle icra-i sanat eden "Devlet" tiyatromuz "Theope" gibi bir oyunu mutlaka sahnelemelidir.
Hilmi – Paşa gönülleri bilir. Tuncer Cücenoğlu'nun zırvaları varken, "Theope"ye sıcak bakmazlar.
Semih – Coşkun tersini söylüyor ama, ben oyununu, benim savunmama ihtiyacı olmadığını bilmeme rağmen, her yerde savunuyor, derslerimde de zaman zaman işliyor, öğrencilerime okutuyorum.
Hilmi – Coşkun Büktel'in oyunu "Theope"nin savunulmaya gereksinimi olmayabilir. Ancak ben, kendimi savunmak için "Theope"ye gereksinim duyuyorum. Ayrıca, "Theope"yi bilmeyen insanların dezenformasyon edilmelerine karşı savaşım veriyorum...
Semih – İsterseniz gelin bu işi Devlet Tiyatrosu'na bırakalım, kendimiz daha mütevazı metinlerle uğraşalım. Ama yine ve hep tiyatro yapalım.
Hilmi – Bana tiyatro yapma olanağı verilmeyen bir ülke ve durumda, bu öneri komik geliyor. Ayrıca, sanat söz konusu olunca, mütevazı olmayı düşünmüyorum.
Semih – Sayın Hilmi Bulunmaz, bitiriyorum.
Hilmi – Daha yeni başlamıştık!
Semih – Yıllar önce, Beyoğlu’nda, İstiklal Caddesi'nde yürürken, "Haydi Tiyatroya" diye bir genç kolumdan çekmişti beni. Bir iş hanının ikinci ya da üçüncü katıydı tam hatırlamıyorum, "Nâzım Hikmet Sahnesi" yazan bir yerden içeri girdik. Bir apartman dairesinin salonu büyüklüğünde bir yerdi. Plastik sandalyeler, tahta yükseltiler ve yastıklar hatırlıyorum. Sahnede çok heyecanlı, çok amatör, çok sahici oyuncular vardı. Belki yeterince eğitilmemişlerdi, diksiyonları, artikülasyonları çok iyi değildi, ama gösteri bittiğinde oradan mutlu ayrıldığımı anımsıyorum. Biri Çekhov'un olmak üzere, iki kısa oyun izlemiştim sanırım. Çıkarken de diğer seyircilerle birlikte, önümüze uzatılan tepsinin içine gönlümüzden ne koparsa koymuştuk.
Hilmi – İşte o küçücük salon resmi faşizmi korkuttu! Ve daha sonraki tüm salonlarımız da…
Semih – Hep orada olmanızı, aynı sahicilikte kalmanızı dilerim.
Hilmi – Faşizm izin vermiyor.
Semih – Sevgi ve saygıyla…
Hilmi – Sevgi ve saygı bizden efendim… Özdemir Nutku'ya selam söyleyin...