27 Mayıs 2007 Pazar

internette tiyatro üzerine kayıkçı kavgaları ya da hilmi bulunmaz'a açık mektup*

*Bu yazının (açık mektubun) okurları için kısa bir özet vermek gerekiyor. 30 Mart tarihinde, internette tiyatro üzerine yapılan tartışmaları verimsiz bulduğum ve bu kısır tartışmaların tiyatro insanlarının tiyatro yapma gücünü elinden aldığı ve onları paralize ettiğini düşünerek, yazılarımın yayınlandığı www.tiyatroevi.com sitesine bir yazı yazmış ve bu siteden de çekilmek dahil olmak üzere, internet ortamında bir süreliğine de olsa yazı yazmayacağımı, tartışmaları izlemeyeceğimi, katılmayacağımı vb. belirtmiştim.

Hilmi Bulunmaz, www.tiyatroyun.blogspot.com adlı sitesinde bu yazımı, "Semih Çelenk ile Veda Hutbesi Diyaloğu" başlığı altında, benim cümlelerimin arasına kimi notlar iliştirerek yayınladı. (tıkla: OYUN)

Yapılan iş, benim internette tiyatro tartışmasından çekilmekte ne kadar haklı olduğumu gösteren, benim tezimi kanıtlayan "çocukça" bir işti.

Yanıt yazmayacaktım. Ancak bu yapılan işte, kullanılan dil, saptırmalar, sataşmalar, politik görüşüm ve kişiliğimle ilgili imalar beni öylesine sinirlendirdi ki, bu kararımı yeniden gözden geçirip bir yanıt yazmaya karar verdim. Ancak bu yanıtı internette yayınlamak istemedim. Sınırda'da bu yazının öncesindeki diğer tartışmaları, dileyen www.tiyatroyun.blogspot.com, www.coskunbuktel.com, www.tiyatroevi.com sitelerinden izleyebilir.

-------------------------------------------------------

Sayın Hilmi Bulunmaz,

Biraz daha zeki ve yaratıcı olmanızı beklerdim. Coşkun Büktel'e öykündüğünüzü anlıyorum, ama onun yaptığını yapmanız için en az onun kadar "mükemmelliyetçi" ve kılı kırk yaran bir yapıya sahip olmanız gerekir. Yoksa, kadim felsefe diyaloglarına yaslanan bu yazım tarzının, sizin kadar savruk, çok fazla "esnaf" ve "mahalle" Türkçesine sahip, okuduklarının çoğunu yanlış anlayan birine göre olmadığı açık.

Bizim tek bir amacımız var; Semih Çelenk'in yazısını "fırsat" bilip, kendi düşüncelerimizi açıklamaya çalışmak! buyurmuşsunuz. Ama benim yazımı aradan çıkarttığınızda ne yazık ki geriye çocukça karalanmış notlar kalıyor. Keşke tek başına mükellef bir yazı yazsaydınız.

Tiyatromuzun büyük bir yabancılaşma yaşadığının, bir çöküş yaşadığının sadece sizin sitelerinizde ya da yayınlarınız ile Coşkun Büktel'in yazılarında ve kitaplarında mı belirtildiğini sanıyorsunuz? Bu konuda yüzlerce yazı yazıldı, kitap yayınlandı. Ben de 1989 yılından beri, önce Yeni İnsan'da, daha sonraları Edebiyat Eleştiri, Agon, Tiyatora, Evrensel Kültür, Yeni Politika, Siyah Beyaz, Gölge Tiyatro, Sınırda gibi dergi, gazetelerdeki yazılarımda ve Sokaktaki Tiyatro (1992), Barbarlar Mutludur Çünkü Tiyatroları Yoktur (2000) ve Postmodern Zamanlarda Tiyatro (2007) kitaplarımda, tamamen toplumla tiyatro sanatının bağının kopması, tiyatro sanatçılarının topluma yabancılaşması ve piyasanın bir aktörü olması odaklı binlerce satır yazdım. O zamanlardan yazılarınızı görmemişsem benim bilgisizliğimdir. Coşkun Büktel'in Theope'yi 1993'te yayınladığını, Theope merkezde olmak üzere Türk Tiyatrosu eleştirilerine 1995-96 yıllarında başladığını biliyorum. Üstelik bu "sen dillendirdin, ben dillendirdim" meselesi değil ki, "dillendirilmeye başlandı" deniyor yazıda. Önemli olan bunun söylenmesi ya da giderek daha sık telaffuz edilmesidir.

Bu türden çarpıtmaları yazınız boyunca yapmışsınız. Ama niye? Çocuk musunuz siz? Sürekli karşınızdakine çamur atmak zorunda mısınız? Niye illa da bir laf sokuşturmaya çalışıyorsunuz?

"Tiyatro sanatı bir çöküş yaşıyor" diyorum. Ne dediğimi biliyorum. Sayın Bulunmaz, 22 yıldır gece gündüz tiyatro okuyan, öğreten, yazan, çeviren, uyarlayan, yöneten bir adamım. Sakın ha burada belirtilen "nicelik"e takmayasınız. Ya da takın. Nasıl olsa siz benden daha eski tiyatro adamısınız. Öyle ya, lütfen siz "çöküş" yaşamayan, salonlar ya da alanlar dolusu seyirciye oynayan, tiyatroyu da sanat haline getirmiş ve aynı zamanda da yarı feodal yarı kapitalist olmayan birkaç tiyatro ismi verin de hatalı olan ben olayım.

"Tiyatro sanatı ile halkın arasındaki bağın zayıflaması.." diyorum siz de "halkta tiyatro arasında kopukluk var" diyorsunuz. Ha "Kasap Osman", ha "Osman Kasap". Niye kendi zamanınıza da benim zamanıma da yazık ediyorsunuz.

"Kapitalist anlayışa hizmet edecek tiyatro esnafı yetiştirmek için üniversitelere de görev düşüyor" buyurmuşsunuz. Bunu bana laf sokmak için söyleseniz bile, yüzde yüz haklısınız. Kendi sanatına yabancılaşan "tiyatro esnafı" konusunda üniversitelerin de, hocaların da bilinçli ya da bilinçsiz büyük günahları var. Bunları hiç konuşmadığımızı mı, acısını hiç çekmediğimizi mi sanıyorsunuz? Ben kendi payıma bununla ilgili yeterince sıkıntı çekiyor fakat hiç yılmadan bu gidişi engellemek adına, öğrencilerime okula başladıklarında, "sektörde işçi, pazarda esnaf olmak" ile "sanatçı olma"nın farklı şeyler olduğunu anlatıyor ve bunu dört yıl boyunca her fırsatta yineliyorum. Bunun mücadelesini müfredat konusunda da, eğitimcilerin niteliği konusunda da hep vermeye çalışıyorum. Ne kadar başarılı oluyorum / oluyoruz? Başarıdan ne anlaşıldığına bağlı.

"Kar getirmeyen hiçbir şey gerekli değildir.' şiarından hareket eden bu azgın liberalizm, 'tüketici birey'i herşeyin merkezine koymaktadır." diyorum. Siz, "Tıpkı, 12 Eylül Faşizmi'nin hemen ardından (1982 yılında) kurulan 9 Eylül Üniversitesi'nin sağladığı toplumsal saygınlıktan yararlanan Özdemir Nutku'nun düşünce yapısı gibi..." diyorsunuz. Hilmi bey, "tıpkı" dediğiniz "şey"lerin aynı kategoride olması ve birbirini tutması gerekir. Elma ile armut kadar bile birbirine benzemiyor söylediklerimiz. 1982 yılı 12 Eylül faşizmi'nin ardı değil tam göbeğiydi, danışma meclisi vardı, Kenan Evren'in de cumhurbaşkanı seçildiği oylama Kasım 1982'de yapıldı. Dokuz Eylül Üniversitesi'nin kurulması Bundan 4 ay öncedir. Fakültelerin ve yüksek okulların çoğu (Güzel Sanatlar Fakültesi ve dolayısıyla Tiyatro Bölümü de) Ege Üniversitesi'nden devralınmıştır. Prof. Dr. Özdemir Nutku, Prof. Dr. Alim Şerif Onaran ve Prof. Dr. Gültekin Oransay öncülüğünde kurulan Güzel Sanatlar Fakültesi'nin ve dolayısıyla Tiyatro Bölümü'nün kuruluş tarihi 1976, kurulma kararının tarihi ise 1975 yılıdır. İlk mezunlarını 1981 yılında vermiştir. İlk mezunlarımız, provalarını süngü, dipçik nezaretinde yapmışlardır. Ben 1984'te öğrenci olduğumda, üniversitedeki gerici kadrolaşmadan ötürü üst sınıflarımız, üniversiteyi "Dokuz Işık Üniversitesi" diye anıyorlardı. Dokuz Eylül Üniversitesi, ancak son iki-üç dönemdir, o eski çizgisinden kurtulmuş ve ilerici bir çizgiye gelmiştir. Seksenli yıllar boyunca, DEÜ GSF Tiyatro Bölümü, İzmir'deki tiyatro hayatının önemli bir merkezi olmuş, yaptığımız kısa oyunlar (öğrenci oyunları) içeri giremeyen seyircilerin fuayede beklemesi ve talepleri üzerine, aynı günde iki, üç seans oynanmak durumunda kalınmıştır. Suat Taşer sahnesi bu yıllarda çok önemli tartışmalara, panellere, misafir oyunlara ev sahipliği yapmıştır. Ezcümle, 80'li yıllarda, İzmir'de Tiyatro Bölümü bir vahadır. Dokuz Eylül'e saygınlık kazandırmıştır, yoksa sizin söylediğiniz gibi değil. Sizin söylediklerinizi gerçeklerle harmanladığımızda şöyle bir sonuç çıkıyor: 1976'da kurulmuş bir bölüm, 1982'de kurulan bir üniversiteye dahil ediliyor ve bu üniversite (ve 12 eylül rejimi) o bölüme saygınlık kazandırıyor. O saygınlığı da Prof. Dr. Özdemir Nutku kullanıyor. Komik değil mi? Siz 12 eylül rejiminden saygınlık kazanmanın mümkün olduğunu mu savunuyorsunuz?

Öte yandan "Bu resmin arkasında ne var?" soruma, "bu resmin arkasında 12 Eylül faşizmi ve oligarşik dikta var" diyorsunuz. Bunun böyle olduğunu yadsıyan bir ifadem olmadığı gibi Evrensel Kültür'ün Ekim 1993 sayısında "12 Eyül ve Tiyatro" adlı dosyasında bu konuyla ilgili soruşturma cevabım Türkçe bilmek koşuluyla yeterli bir yanıttır. Ama ben "şu an"dan bahsediyorum. Biliyorsunuz insanın ölmesinin en büyük nedeni de doğmasıdır. Ama genellikle ölüm nedenleri arasında 'doğmuş olması' gibi bir neden yer almaz. 12 Eylül misyonu, işlevi olan bir darbeydi. Faşist uygulamaları, idamları, işkenceleri, hapisleriyle toplumumuz üzerinde onulmaz acılar bıraktı, sürekli bir korku ve siniklik hali yarattı. Ve bugün de etkisi değişik biçimlerde sürmektedir. Yine de 12 Eylül ve hemen onun arkasından gelen Özal hükümeti, tüm müdahaleleri bir yana, örneğin Devlet Tiyatrosu'nu kapatmayı düşünmediler. (Üstelik dönemin Devlet Tiyatrosu Müdürü Turgut Özakman'ın ağırlıklı olarak DEÜ GSF ve DTCF Tiyatro Bölümleri'nin mezunlarından oluşturduğu ve bir anlamda da o dönemki DT'nin oyuncu kaynağı konusundaki konservatuar tekelini kırdığı Çocuk ve Gençlik Tiyatrosu deneyimi kayda değerdir.) Çünkü yine, niteliği bir yana, devlet merkezli bir "politika" egemendi. Oysa ki bugün tüm dünyada tröstlerin, çok uluslu şirketlerin hakim olduğu, devletlerin ve ülkelerin yeni pazar haritalarına göre şekillendirilmeye çalışıldığı bir süreç yaşanıyor. Sosyalist sol da bir yanı "kamusal"ı korumak adına, "ulusalcılık" ya da "vatanseverlik" kutbuna öte yanı da "liberalizm"e doğru kayıyor. Küresel Liberalizm de "liberalizm" paydasında buluştuğu bu solu giderek daha çok bağrına basıyor. AKP hükümeti de yukarda andığımız küresel liberal, (kapitalist sözcüğü toplumu daha çok üretim tarzından, liberal sözcüğü ise yönetim tarzından ve onun politik ideolojisinden okuyan kavramlardır. Konumuz ekonomi değil sanat olduğuna göre derdimizi daha çok zihniyetlere ve yönetim tarzına gönderme yapan bir terminoloji ifade eder, yani liberal) politikaların bir uzantısı olarak, "kamusal" olan herşeye "haç görmüş şeytan" gibi davranıyor. İstanbul'da en güzel binaların, en büyük yeşil alanların tröstlere verildiğini, Arap ya da Yahudi sermayesine peşkeş çekildiğini biliyorsunuz (bunlar neo-liberal politik tercihlerdir) . Haydarpaşa kurtarılabildi mi? Henüz bilmiyoruz. Sizin o eskiden bildiğiniz yönetimlerin yerel kapitalist tercihleriyle bugünün küresel neoliberal reflekslerinin oldukça farklı şeyler olduğunu kabul etmelisiniz. Bugün Türkiye'de kendini solda konumlandırmanın gereği, dünyadaki "küresel neoliberal" politikaları ve onun Türkiye'deki uzantılarını görmek, bunları açığa çıkartmak ve buna karşı mücadele etmek olsa gerek. Yani ben böyle düşünüyorum.

Benim "ilerici- gerici kavgası" diye anlatmaya çalıştığım şey, sizin de şikayetçi olduğunuz türden "folklorik protesto" gösterileri, hamasi bildiriler, "tören-rozet Atatürkçülüğü"nden hareket eden, edilgin ve teslimiyetçi aydının sözde politik duruşudur. Sonuçta gericilik (teslimiyet) de ilericilik (mücadele) de kişisel etik ve politik seçimdir, ötesi boş.

"Tüketmeyen, yoksul, işsiz, aç insanları sistem dışı kabul etmekte; büyük kitleleri sadece bir 'güvenlik' sorununa indirgemektedir." yazmışım. "Tam tersine, sistem içi kabul etmek-te ve onları, çalışanlar üzerinde bir tehdit ögesi olarak kullanmaktadır... Yanlış bir sos-yoloji yolundasın Semih Çelenk..." buyurmuşsunuz. Sosyolojinin yolu, bu yolun yanlışı doğrusu olmayacağı bir yana, bahsettiğiniz "işsizliğin ve işsiz kitlenin ücretler ve çalışma şartları üzerinde bir Demokles kılıcı türü sallanması meselesi değil anlatmak istediğim, cumhuriyetin temelinde yatan "yurttaşlık" ortak paydasının söylem düzeyinde de kaybolduğu, tıpkı Osmanlı'da olduğu gibi kitlelerin, "kul-köle" olarak ve net bir biçimde izole edildiği, sınıflar arasındaki makasın giderek açıldığı, ölçüsüz bir hale geldiği, artık söylem düzeyinde bile, "yurttaşlık"ın kalmadığıdır. Kimi teorisyenlerin bu çağa "Yeni Ortaçağ" demesi de belki bu yüzdendir.

Kendini bilen aynı zamanda maddi açlık içerisinde olan birçok insan tanıyorum; "karhane düzeninden yana" değiller, "basit bir 'güvenlik' sorunu" ögesi de değiller!.. demişsiniz. Ben mi insanları güvenlik sorunu olarak görüyorum? Bu insanlar mı kendilerini güvenlik sorunu olarak görüyorlar? Bir daha, ağır ağır okuyun. Ben sistemin bu insanları bir "güvenlik" sorunu olarak gördüğünü söylüyorum. "Güvenlik" sorunu ne demektir? Devletin hiçbir hak tanımadığı ve sadece güvenlik gücü aracılığıyla muhatap olduğu kitle demektir.

Coşkun Büktel'e yanıt verme ya da Özdemir Nutku'nun iftiracı olduğunu irdeleme yerine, sosyolojik irdelemelerde bulunmayı yeğliyorsun...demişsiniz. Hilmi bey, siz bana ne yazıp ne yazamayacağımı dikte edemezsiniz. Coşkun bana verdiği yanıtın sonunda iki seçenek vererek sizden daha demokrat olduğunu göstermişti. Hatırlayacaksınız, bu "skandal"a yer vermeyeceksem en azından "edebimle (başka bir yerde de) uslu uslu oturmamı" tavsiye etmişti. Sizin ona nazaran faşizan olduğunuz anlaşılıyor. Coşkun Büktel'in kendisi dahi kendisine niye ikinci bir yanıt yazmadığımın hesabını sormamışken sizin böyle bir şeyi sormanızın altında güreşçileri kızıştıran cazgır benzeri bir eda seziyorum. Bravo size Sosyalist Hilmi Bulunmaz! İnsanlara ne yazacağını mı dikte ediyorsunuz? Şu konuda yaz! Hayır önce şu konuda fikrini belirt sonra öbür konuyu yaz! Hadi bakalım, "iki pehlivan çıktı meydane..."

Coşkun'un forum tartışmasındaki sert üslubuna sinirlenerek ona yazdığım yanıtta öfkeyle yanlış anlamalara sebep olacak ifadeler kullandığımı biliyorum. Coşkun'un da bana verdiği yanıtın benzer bir sinirlilik ve öfke taşıdığını görebiliyorum. Öyle ki, benim yirmi yıllık emeğimi, kendisinin de çok yakından bildiği, olabildiğince dürüst olmaya çalışan "eyvallah"sız kişiliğimi yere çalmayı "meşru" görmesi ve ağzına gelen her şeyi bir bir sıralamasını kızgınlığımın bir ifadesi olarak görüyorum. Yanıt vermeyişimin tek bir sebebi var. O da kırgınlığım. Tuhafınıza gitmemiştir umarım. Ben sadece "gerçekler" ve "doğrular"dan ibaret bir "android" değilim ve bundan da çok mutluyum. Hata yapabiliyorum, haksızlık edebiliyorum, kırılabiliyorum. Ya da yerinde "uslu uslu oturmaya" karar verebiliyorum. Üzgünüm ama sizden izin almayı düşünmüyorum.

Liberalizm'le ilgili "azgın" sıfatını kullanıyorum, onu oradan kaldırıp "demek ki liberalizm azgın olmasa her şey kendiliğinden düzeliverecek" gibi bir sonuç çıkarıyorsunuz. Pes! Hem bizim hem okurların zekasına hakaret saymak gerekiyor. Özetlemeye çalışayım, "Liberalizm" tanımı eskiden, kapitalizmin özgürlükleri ön plana koyan, 'sosyal refah devleti' biçimini tarif etmek için kullanılıyordu. Oysa ki bugün, "tüketen birey"i yani 'müşteri'yi merkeze koyan, yeni bir dünya düzeninin içinde yaşıyoruz ve bu düzende artık tröstler ve çok uluslu şirketler, sınırları ve devletleri yerle bir ederek yeni pazar haritaları yapıyorlar. Bunun kapitalizmin geçen yüzyıldaki görünümünden farklı olduğunu, görünüşte insan haklarına, özgürlüklere 'saygı' gösteren ama özünde daha da vahşileşen yeni bir stratejinin uygulandığını görmemiz gerekmektedir. İşte bunun adı da, kimine göre "Neo-liberalizm", kimine göre "Küresel Liberalizm"dir.

AKP'ye karşı yapılan en yoğun eleştiri "takiyye" ithamıdır. Ben de böyle bir şey olmadığını -en azından artık olmadığını-, yönetim referanslarının "din" değil, "küresel liberal" politikalar olduğunu ve maliye ve güvenlik hariç tüm bakanlıkların tasfiyeci bakanlıklara dönüştüğü ortadayken başka türlüsünün de düşünülemeyeceğini söylüyorum. Tersine "din"in bir örtü, bir takiyye olduğunu belirtiyorum. Buradan yola çıkarak beni Zaman Gazetesi'nin çıkacağını öngördüğünüz Ege ekinin "bölge kültür servisi şefi" olarak tayin ediyorsunuz. Fakat ben anlama kabiliyetinize daha fazla iltifatı lüzumsuz görüyorum.

AKP'lilerin aşırı liberal olduklarını ve bu yüzden de dinin artık onlar için bir referans oluşturmayacağını kastediyorum. Siz bunun altına Karl Marks "Din afyondur" demiş buyuruyorsunuz. Evet, ben de bu lafı 1979 senesinde lise öğrencisiyken, lise devrimcisiyken mi demeliyim acaba, arkadaşlarımdan duyduğum şekliyle, gelir evdekilere söylerdim. Sonra bu lafın sadece bir özdeyiş olmadığını bir paragrafın sonu olduğunu öğrendim. Karl Marx'ın 1841 yılında Bruno Bauer tarafından yapılan benzetmeyi kullanarak 1844 yılında söylediği bir sözdür. Önce İngilizcesi, "(...) religious suffering is, at one and the same time, the expression of real suffering and a protest against real suffering, religion is the sigh of the oppressed creature, the heart of a heartless world, and the soul of soulless conditions. it is the opium of the people. (...)" Sonra da Türkçesi, "(...) dinsel ızdırap hem gerçek ızdıraptır hem de gerçek ızdıraba karşı çıkışın bir ifadesi. Din, ezilmiş mahlukun (insanın) iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ve ayni zamanda ruhsuz hallerin (durumların) ruhudur. Din halkın afyonudur. (...) Her ne kadar konumuz dışı olsa da, Sovyetler Birliği'nin çözülüşünde dinin rolünü, aynı zamanda Pinochet Şili'sinde bir direniş alanı olarak kiliselerin üstlendiği rolü, (yani her iki örnekte de gerçek ızdırap olduğu kadar 'gerçek ızdıraba karşı çıkışın bir ifadesi' olmasını da) yukardaki laflarla üst üste koyup düşünmekte fayda var. Yoksa öyle 'din afyondur' kolaycılığıyla işin içinden çıkılsaydı, günümüze ayrıca bir de "dinlerin yükselişi çağı" demezlerdi her halde.

Hem ne de olsa tiyatroyla uğraşıyoruz ve hayatı formüllerle, şemalarla algılamanın bize yakışmayacağını düşünüyorum. Uğraştığımız "dramatik sanat" açmazların ve çelişkilerin sahne üzerindeki mücadelesidir. Bu asgaride buluşuyoruz ki, oturmuş yanıt veriyorum. Yazdıklarımı tek tek tekrar etmek ve baştan mı anlatmak zorundayım? Belki sıkmadan, kısaca.

Bugün dünyanın her köşesindeki iktidarların 'azgın liberalizmin' acentesi oldukları, her ülkenin giderek bir 'küresel kapitalizm' markasının, 'franshising' işletmesi olduğunu kabul etmemiz gerekiyor." demişim. Siz de buradan "teslimiyetçilik" çıkartıyorsunuz. AKP'nin sadece bir "aracı" olduğu, ekonomik planda IMF'nin, Dünya Bankası'nın ve çok uluslu şirketlerin, siyasal planda da ABD'nin ve AB'nin belirleyici olduğuna mı karşı çıkıyorsunuz? Sizin teziniz nedir? Yukarıdaki laflarımdan teslimiyetçilik mi çıkar? Yoksa mücadele ettiğiniz düşmanı doğru tarif etmek mi? Benimle ve okurların zekasıyla dalga mı geçiyorsunuz anlayamıyorum? "Yaptıkları aykırı bir şey değil" derken "plan neyse onu uyguluyorlar" demek istiyorum. Siz buradan "ne yani AKP'ye karşı savaşmayalım mı?" çıkarımında bulunuyorsunuz. (konuyla ilgili olarak, Viyana'da mukim felsefe doktoru, şair, yazar Oktay Taftalı'nın Yeni Harman ve Kaçak Yayın'da yazdığı ve sonra da kitaplaştırdığı yazılarına tavsiye ediyorum.)

Doğru anladığınız bir şeyi yazsam daha az zaman kaybederdim diye düşünüyorum. Öyle ki neredeyse yazıyı baştan aşağı çarpıtmalarla okuyorsunuz. Bu kadar basit bir yazıyı bile anlamakta zorlanıyorsunuz. Bence, Coşkun Büktel'in her sıkıştığınızda, ya da özgünbir fikir üretmeye üşendiğinizde "kopyala-yapıştır" yaptığınız ya da link verdiğiniz yazıları yerine kendiniz, özgün yazılar üretmeyi deneyin. Bana yaptığınız gibi, başkalarının yazılarına parazit olarak asılmak yerine, düzgün cümleler kurarak baştan sona bir yazı yazmayı deneyin.

Alın bir örnek daha: Yeni Kapitalizm'in eskiden kültür ve sanatı çokça desteklediğini ama şimdi buna gerek görmediğini, örnekleriyle anlatmaya çalışıyorum. Bizde çokça anlatılan, abartılan, batının sanatla ilişkisinin değiştiğini, bizde hala batı masalları anlatan "sanatçı" bozuntularına açıklamaya çalışıyorum. Devletten destek beklemiyorum, bu desteği övmüyorum, sadece durum tespiti yapıyorum. Bu topyekun bir savaştır ve kaynağı, adresi bellidir diyorum. Sizin buna düştüğünüz nota bakın: Komşumuz karısını dövüyor diye, biz de karımızı dövmek zorunda mıyız?!... Ne yani, yoksa siz kapınızı mühürleyen, oyuncularınıza ve seyircilerinize işkence yaptığını söylediğiniz devletten ulufe ve yardım mı bekliyorsunuz?

Eskiden batıda desteklerle, fonlarla, burslarla "sanat"ı destekleyen devletin, yeni strateji gereği bunları lüzumsuz gördüğünü söylüyorum. Düştüğünüz not: Semih birader, sen iyi misin?... Ben iyiyim Hilmi bey. İyiyim de, sizin sürekli elifi mertek görmenizden cid-den sıkıldım.

Ne yapmamı istersiniz? Sizin gibi esnaf ağzıyla mı yanıt vereyim? Yoksa sabrımın sınırlarını zorlayıp notların sonuna kadar gideyim mi?

"Klavyenin başında kendisi olmayan bir tiyatro üzerine sanal tartışmalar yapıyoruz." demişim. Bence, yapmıyor/yapamıyorsunuz!... deyip, Coşkun'la yazışmamıza link veriyorsunuz. Evet, ben bu dediğimi yapamıyorum, beceremiyorum. Provada olmak, derste olmak, yeni bir oyun yazmak, çevirmek, yönetmek, dekor taşımak bana daha önemli geliyor. (Siz bunu yenilmek, tartışmadan kaçmak diye de tercüme edebilirsiniz.) İşte bunu daha iyi gördüğümden belki, o çekilme yazısını yazmış bulunuyorum. Sizin ise itiraflarınızdan bu işi yaptığınız ve oldukça iyi yaptığınız anlaşılıyor. Mübarek olsun, kutlu olsun, maşallah.

Ülkemizde tiyatro etkinliğinin azaldığını söylüyorum. Sizin aklınıza tiyatro etkinliği deyince sadece kendi tiyatronuz geliyor ve savunmaya geçiyorsunuz. Bulunmaz Tiyatro'nun tüm salonları resmi faşizm tarafından mühürlendi, tiyatromuz baskına uğradı, karakol kuruldu, bize ve izleyicilerimize baskı ve işkence yapıldı, sürekli olarak "şüpeli şahıs" (karakoldaki kayıtlarda şüpheli yerine, "şüpeli" yazılıyordu) muamelesi gördük...

Hilmi Bey, yaşadıklarınızın korkunç şeyler olduğunu tahmin edebiliyorum. Ancak, tiyatrolara yapılan baskılar Bulunmaz Tiyatro ile başlamadı. Sizinle de bitmeyecek. Yakından bildiğim bir örnekle yetineyim. 1993 yılından bu yana çalıştığım Ankara Ekin Tiyatrosu da şimdiye dek Batman'da yok edilme tehditleri de dahil, birçok engelleme ile karşılaştı. Devlete karşı, 47 yerde yasaklanan oyunları için 47 dava açtı ve davaların sonucunda hem tazminat kazandı hem de bu yerlerde tek tek oyunlarını oynadı. Siz, büyüğümüzsünüz, "toplumcu tiyatro" yapmanın zorluklarını bizden iyi biliyorsunuz. Yukarıdaki sözlerinizden anladığım, büyük bir heyecanla tiyatro yapmak istiyorsunuz ama engellemeler yüzünden yapamıyor ve bu yüzden zamanınızı internette "olmayan tiyatro"nun tartışmasını yaparak geçirmek zorunda kalıyorsunuz. Size bir tavsiyem var, Sırbistan'da internet üzerinden tiyatro yapan birkaç grup var. Belki başka yerlerde de var, sadece bildiğim bu gruplardır. Oyuncular farklı mekanlarda klavyenin başındalar, seyirciler de ekran başından spontane olarak yazılanları izliyorlar. Bir tanesinin adı da sanıyorum Hamlet'ten galat, "Hamnet". Madem bundan sonra bu işi internet üzerinden sürdüreceksiniz, bu konuyu da araştırmanızı tavsiye ederim.

Gelelim internet konusuna... Bu konuda da bana yine Coşkun'un aklını kullanarak ders vermeye çalışıyorsunuz. "Internet canlı birşey değil. Bir araç... Tıpkı uçak gibi, tıpkı araba gibi..." Evet, internet canlı değil. Beni yemesinden falan korkmuyorum. Tıpkı internet gibi, top da tüfek de, atom bombası da canlı değil. Siyanür de... Eroin de... Nükleer santraller de... Keşke biraz sabrım kalmış olsaydı da, sizinle biraz "E-Devlet" ve "E-Faşizm" konusunda da hasbihah etseydik. Kapınızı mühürleyen sizin deyişinizle "resmi faşizm"in sizi internetten uçuramayacağını mı düşünüyorsunuz? Geçtiğimiz yıl Gölge Tiyatro heklendiğinde, tekrar toparlanmamızın altı ayı bulduğunu belki takip etmişsinizdir. Yüzlerce fotoğrafımızın, yazımızın da kaybolduğunu da belirtmek isterim. Bütün bunlar bir yana, benim kastettiğim, internetin insanı dönüştürdüğünü, bizim de buna karşı uyanık olmamız gerektiğidir. Kullandığı aletin insanı dönüştürmediğini mi düşünüyorsunuz? Asıl adı Peter Lamborn Wilson olan Amerikalı yazar Hakim Bey'in şu satırları umarım sizin için bir şey ifade eder: "Bugünlerde Net/Web'i bir tür toplumsal iç patlama ya da felaket olarak görüyorum. Ondan bir tür uç yabancılaşmanın simgesel motoru ve küresel sermayenin mükemmel bir aynası olarak nefret ediyorum ve korkuyorum. Anarşistler Net'in çekiciliğine kapıldı, çünkü Net'te sınırların varolmadığı görülüyordu. Ancak neo-liberalizmin "Serbest Pazarları" için de aynı şeyler söylenebilirdi. Sınırları olmayan bir dünya, eski modele nazaran kimi bakımlardan daha da baskıcı olmaya başlıyor. Bob Dylan'ın dediği gibi, "herkes, sizin tıpkı onlar gibi olmanızı istiyor." Ve şimdi, postmodern teknolojinin harikaları sayesinde, onlar gibi olacaksınız" (Hakim BEY, Geçici Otonom Bölgeler (T.A.Z), Çev: Rahmi G. ÖĞDÜL, Stüdyo İmge İstanbul 2002,s8.)

Evet, doğru algılamış olmanıza seviniyor, irademi kullanıyorum ve internetten en azından bir süreliğine ve tiyatro ile ilgili olmak kaydıyla uzaklaşıyorum. Evet, ne mutlu bir fareyim ve dağa küsüyorum.

Evet, gelelim tiyatro yapma fikrine...

Olabilir... Coşkun Büktel'in THEOPE adlı oyununu sahneye koyarak işe başlayabiliriz...Bizim tiyatroda olmaz... Çünkü resmi faşizm, tüm salonlarımızı mühürlüyor ve tüm oyunlarımızı yasaklıyor... diyorsunuz.

Obsessive tabir edilen bir ruh hali var, bildiğinizi sanıyorum. Yani, tiyatro yapılacaksa da işe, Theope ile başlayacağız diyorsunuz. Orada da şartınız var. Ne söyleyeceğimizi, ne sahneleyeceğimizi belirliyorsunuz. Açıkça söylesenize ödeneksiz tiyatro yapan bir topluluğun Theope gibi büyük bir prodüksiyona soyunması ile intihar etmesi aynı anlama gelir diye. Üstelik oyunun yazarının da, bir "yoksul tiyatro" yapımına razı olacağını sanmıyorum. Az bir prodüksiyon değil. Onlarca profesyonel, iyi oyuncuya gereksinmeniz var. Ancak ödenekli bir tiyatronun altından hakkıyla kalkabileceği bir oyun. Yani, yine sizin "resmi faşizm" dediğiniz devletin tiyatrosuna mahkumuz bu konuda. Zaten Coşkun'un da ilk gösterimin Ankara Devlet Tiyatrosu tarafından ve Büyük Sahne'de yapılması ile ilgili bir şartı var. Fikrimi öğrenmek istiyor musunuz? Theope'yi bana kalırsa iddialı bir yönetmen, Coşkun'un söylediği şartlarda Ulus'ta Büyük Sahne, eğer orası olmazsa da Taksim'de Büyük Sahne'de (tabii yıkılmazsa) yapmalıdır. Bu oyuna da yakışan budur. Devlet Tiyatroları Theope'yi oynamama utancından kurtulmalıdır. Evet, Coşkun Büktel'in de dediği gibi, bizim vergilerimizle icra-i sanat eden "Devlet" tiyatromuz Theope gibi bir oyunu mutlaka sahnelemelidir. Coşkun tersini söylüyor ama, ben oyununu, benim savunmama ihtiyacı olmadığını bilmeme rağmen, her yerde savunuyor, derslerimde de zaman zaman işliyor, öğrencilerime okutuyorum.

İsterseniz gelin bu işi Devlet Tiyatrosu'na bırakalım, kendimiz daha mütevazı metinlerle uğraşalım. Ama yine ve hep tiyatro yapalım.

Sayın Hilmi Bulunmaz, bitiriyorum.

Yıllar önce, Beyoğlu'nda, İstiklal Caddesi'nde yürürken, "Haydi Tiyatroya" diye bir genç kolumdan çekmişti beni. Bir işhanının ikinci ya da üçüncü katıydı tam hatırlamıyorum, "Nazım Hikmet Sahnesi" yazan bir yerden içeri girdik. Bir apartman dairesinin salonu büyüklüğünde bir yerdi. Plastik sandalyeler, tahta yükseltiler ve yastıklar hatırlıyorum. Sahnede çok heyecanlı, çok amatör, çok sahici oyuncular vardı. Belki yeterince eğitilmemişlerdi, diksiyonları, artikülasyonları çok iyi değildi, ama gösteri bittiğinde oradan mutlu ayrıldığımı anımsıyorum. Biri Çekhov'un olmak üzere, iki kısa oyun izlemiştim sanırım. Çıkarken de diğer seyircilerle birlikte, önümüze uzatılan tepsinin içine gönlümüzden ne koparsa koymuştuk.

Hep orada olmanızı, aynı sahicilikte kalmanızı dilerim.

Sevgi ve saygıyla...

Not: Bu yazı, SINIRDA dergisinin yedinci sayısında (mayıs, haziran, temmuz, ağustos 2007) yayımlanmıştır...