22 Haziran 2012 Cuma

Tiyatro sanatının zâten iyice bulanık olan suyunu biraz daha fazla bulandırma, kafa karışıklığı oluşturma faaliyetlerini hızla sürdüren LİNÇÇİ Ömer Faruk Kurhan, namuslu tiyatro yazarı Melih Anık'ın "ENOBARBUS'SUZ ANTONIUS İLE KLEOPATRA SKANDALI" mücadelesinin üzerini "görmeyerek, duymayarak, konuşmayarak" kalın bir ziftle örtmek isteyen tiyatro esnafına yardım ve yataklık yaparken, namuslu tiyatro yazarı Melih Anık'ın mücadelesi sonucu oluşabilecek tiyatro berraklığından müthiş derecede rahatsızlık duymuş olmalı ki, topu taca, "ENOBARBUS'SUZ ANTONIUS İLE KLEOPATRA SKANDALI"nı çöpe atmaya büyük çaba harcıyor!

Oyun'un notu: LİNÇ KAMPANYASI ana sponsorlarından Ömer Faruk Kurhan'ın kişisel blogundan alıp, olduğu gibi aşağıya aktarmış olduğumuz yazıdaki çok önemli bulduğumuz bazı yerleri "maymungötürengi" ile belirgin hâle ısrarla biz getirdik!

***


Tiyatroda Eleştiri: Melih Anık - Üstün Akmen Tartışması Vesilesiyle / 3


Ömer Faruk Kurhan
22 Haziran 2012

Melih Anık Üstün Akmen'le yaptığı tartışmanın bir bilançosunu da çıkarmak üzere "Ömer Faruk Kurhan'ın Yazıları Vesilesiyle…" yazısını yayınladı. Bu yazıda, kendisine yönelttiğim ve açmadığım bir eleştirimi de gündeme getirmiş.  Eleştirim özetle şu: Melih Anık oyun eleştirisi literatürüne düzenli ve değerli katkıları olan bir yazar olmakla birlikte, kültürel politik önermeleri oldukça sorunlu olabilmektedir. Bu yazıda Melih Anık’ın tavrı ile ilgili niçin böyle düşündüğümü kısaca açmaya çalışayım.

Mesela benim merak ettiğim konulardan birisi, niçin Melih Anık’ın TEB üyesi olmadığıdır. Eğer yakın zamanda TEB radikal bir içtihat değişikliğine gitmediyse, Melih Anık için TEB üyesi olmak dünyanın en kolay işlerinden birisi olmalı. Kendisi oldukça üretken bir oyun eleştirmenidir. Bir ara, yazılı basında yazıp çizmenin TEB'e üyelik için bir standart gibi kabul edildiğini, ama sonrasında bu durumun değiştiğini ve açılım kaygısının ağır bastığını biliyorum. En azından TEB Genel Sekreteri Metin Boran'la sohbetlerimizden böyle bir sonuç çıkarmıştım. "TEB OYUN" dergisinin canlandırılması ve düzenli olarak yayınlanması da açılımın yayıncılık boyutunu temsil ediyordu.

Denilebilir ki bir oyun eleştirmeninin kurumsal veya örgütlü bir hüviyet taşımak gibi bir kaygısı olmayabilir. Olabilir. Fakat o zaman, eleştirmen kimliği ile TEB ve yönetimi hakkında önermeler geliştirmesi büyük ölçüde anlamsızlaşır. Mesela Üstün Akmen'le tartışırken "TEB Başkanı" sıfatına özel bir önem atfedilmesi bir fazlalık haline gelir. Belki de TEB'in yerine ya da yanı sıra başka bir örgüt ihtiyacının olduğu düşüncesi var. Fakat durum bu da değil; anlayabildiğim kadarıyla. Sonuçta iki ara bir derede olmak gibi bir durum ortaya çıkıyor.

Bu iki ara bir derede olma durumu, kültürel politik önermelere vurgu arttıkça daha sorunlu hale gelir düşüncesindeyim. Nihayetinde benlik vurgusunun giderek arttığı, sosyal örgütlenmenin yerine benlik örgütlenmesinin ikame edildiği bir söylem şekillenmeye başlar. Sorun şu ki benlik sosyal bir örgütlenmenin yerini tutamaz. Peki o sosyal örgüt de  “Biz” bir yana dünya bir yana der mi, o başka mesele – ki bu da Türkiye tiyatrosunda yaygın ve düzenli bir şekilde hasar üretmiş bir eğilim.

Açılış öncesi İKSV Tiyatro Festivali’ne dönük bazı eleştirileri okuduğumda, sübjektif (subjektif) talepkârlığın yanlış olduğunu, festivalin tarihsel ve sosyal bağlam gözetilerek, yansıtmalarla değil, elden geldiğince orada neler olup bittiğini anlamaya çalışarak değerlendirilmesi gerekir demiştim. Özel olarak Melih Anık’ın "Açık Mektup" jestini sorunsallaştırmadım. Fakat o “Mektubu” da kapsayan bir eğilimi eleştirdim tabii ki.

Tarihsel bir rastlantı sonucu, aynı dönemde hükümetin İstanbul Şehir Tiyatroları’ndaki darbesi gerçekleştiğinde, İKSV Tiyatro Festivali aniden tiyatrocuların etrafında biriktiği bir direniş festivaline dönüşmeye başladı. Bu olgu, çarpıcı bir şekilde, tarihsel ve sosyal bağlam içinde değerlendirme yapmanın ne kadar önemli olduğunu, ana gündemin bambaşka noktalara kayabileceğini göstermiş oldu. Aynı zamanda, Türkiye’de tiyatronun nasıl kırılgan bir zeminde yapıldığı bir kez daha bilince çıktı ve "İyi ki İKSV Tiyatro Festivali de var" demek neredeyse bir mecburiyet haline geldi. Şu sıralar Sanat Maratonu eylemi bayrağı taşıyor.

Vurgulamaya çalıştığım nokta şu: Tiyatrodan çeşitli beklentiler örgütlerken, gerçekçi olmak zorundayız. Örneğin Festival kapsamındaki Eleştiri Atölyesi'ne ilişkin bir resim çizerken, o resmin nerede durduğu ve neresinde durduğunuz da önemlidir. Şu pek anlaşılamıyor sanırım: Etkinliklere derinlik ve zenginlik kazandırmak, sonuçta o etkinliğe sahiplenen insanların iradesine, çabasına ve katılıma bağlı.

Bugün "TEB" dediğimiz ve tiyatro eleştirmenlerini içine alan kuruluş ayakları üzerinde durmadan ve etkin bir üye portresi geliştirmeden, Eleştiri Atölyesi'nden beklentilerimizi ne kadar yüksek tutabiliriz? Elbette akademik dünyaya da, çeşitli yayın organları etrafında meydana gelen çevrelere de bakmalıyız. Bir yerlerde eleştiri ve dramaturji ekolleri gelişiyor, yüz çiçek açıp bin fikir yarışıyor da biz mi farkında değiliz?

Peki bu ortamda Eleştiri Atölyesi gibi etkinliklerin işlevi ne olabilir? Bu festivalde gördük ki şu söylenebiliyor: Bakın biz burada eleştirmenlerimizin de etkin olabileceği bir alan açıyoruz. Yurt dışında bu işler nasıl oluyor, bir fikir edinmek için bazı kişi ya da kişileri de çağırıyoruz. Gelin festivalin bir ayağı da bu olsun. Konuyla ilgilenen herkes biliyor ki, söz konusu etkinlik daha çok bir sohbet ya da forum havasında ilerlemiştir – ki bu da bir şeydir. Çünkü bu memlekette birilerini bir araya getirmek ve konuşmalarını sağlamak bile büyük bir başarı. Sonuçta festival, kendi iyi niyetini ve açılım kaygısını ortaya koyuyor; gerisi o işin gerçek öznelerine (bu vakada en başta eleştirmenlere) kalmış. Söz gelimi bir mektupla Eczacıbaşı’nı muhatap alıp yüksek perdeden bir festival programı eleştirisi yapmanın, işte bu olmadı demenin Eleştiri Atölyesi'ne ne gibi bir faydası olabilir, anlamak mümkün değil.

Üstün Akmen'in yazıları okunduğunda İKSV Tiyatro Festivali’ne bakışının içerden ve pozitif olduğu söylenebilir. Buna karşılık niçin Melih Anık’ın festivale yaklaşımı dışardan ve negatif bir seyir izlemeye başladı? Dışlandığı için mi? Hiç sanmıyorum. Kendisini dışladığı için mi? Bir bakıma öyle. Festivali tarihsel ve sosyal bağlamından soyutlayarak ele almanın ve hayali olarak yanlış özneleri muhatap almanın ve eleştirmen olarak yanlış konum almanın bir sonucu bu. Emile Zola’nın ünlü "J’accuse" (“Suçluyorum” ya da “İtham Ediyorum”) yaklaşımının bir çeşitlemesini yaparak bir sonuç almak mümkün değildir.

Bu yaklaşım başlı başına sorunsallaştırılabilir, ama bu başka bir yazının konusu olabilir ancak. Şu kadarını söyleyeyim: Sosyal örgütlenme ve söylem yerine, benlik örgütlenmesini ve söylemini ikame etmek, ortak noktaları öne çıkarma ve bir araya gelme becerisinden yoksun bir tiyatro muhalefetine yol açmaktadır. Bunun yerini diyalog, tartışma ve ortak noktaları öne çıkarma kültürü aldıkça ve bu kültür örgütlü biçimlerini ürettikçe tiyatrodaki muhalafetler ve karşı çıkışlar, kurucu olma anlamında da sosyal fonksiyona kavuşacaktır.

Bir vesileyle bunları da söylemiş oldum. Umarım bu yazdıklarım nedeniyle Melih Anık’ın çok haklı bulduğum kaygılarını paylaşmaktan vazgeçtiğim sonucu çıkmaz. Ayrıca ve inşallah, eleştiri pratiğini doğru dürüst var etme kaygılarının ötesinde, eleştirilerin dramaturjik boyutunu da harıl harıl tartışabileceğimiz günler gelir :)

(Kaynak: Ömer F. Kurhan TİYATRO YAZILARI)


***


Ayrıca bakınız:


İkinci bir "THEOPE" yapıtı asla ve kesinlikle olmamasına karşın, "EVET, İKİNCİ BİR THEOPE VAR" diyebilecek kadar tiyatroyu sanat yapan nitelikli yapıtlara karşı şaibe oluşturucu, iftira atıcı, Türkiye'nin en ünlü tiyatro profesörü Shakespeare Çocuğu ve LİNÇÇİ Prof. Dr. Özdemir Nutku'nun "THEOPE"ye karşı başlattığı "HUSUMET"e yardım ve yataklık edici Shakespeare Çocuğu ve LİNÇÇİ Ömer Faruk Kurhan, süte su katmayan, yumurtasız omlet yapmayan, Shakespeare Çocuğu Nihat Haluk Bilginer'in patronu olduğu LİNÇÇİ Oyun Atölyesi'nin ENOBARBUS'suz "ANTONIUS İLE KLEOPATRA" oyununu izlemeye katlanamayacak kadar insan sevgisiyle dolu yiğit tiyatro yazarı Melih Anık'a aba altından sopa göstermek için kaleme aldığı ilginç ve iğrenç kavramını anıştıran yazısına "Küfür Yayıncılığına Karşıyız" kavramını derkenar olarak tutuşturup, üstüne üstlük, bir de, "iki kere iki dört eder" somutluğu içerisindeki ve "HUSUMETTEN KİLOMETRELERCE UZAKTA DURAN" yazılar yazan ahlâklı tiyatro yazarı Melih Anık'a şöyle seslenme terbiyesizliğinde bulunabiliyor: "İtirazlarının husumet edebiyatına kurban edilmemesi, tiyatromuzun yararına olacaktır."