'Yılmaz Güney’in kızı olmak hayatımı mahvetti'
Yılmaz Güney'in kızı Elif Güney Pütün ilk kez konuştu: ''Babam hayatta olsaydı, onunla çatır çatır kavga ederdim. 'Baba, sen davanın bedelini bize ödettin!'" derdim. Kardeşimi bilemem ama en azından kendim için şunu söyleyebilirim: "Yılmaz Güney’in kızı olmak hayatımı mahvetti."
Türkiye sinema tarihine damgasını vuran Yılmaz Güney'in bugüne kadar pek bilinmeyen kızı Elif Güney Pütün çıkardığı kitap sonrası ilk kez konuştu. Hürriyet Gazetesi'ne konuşan Elif Güney Pütün, şunları söyledi:
Yılmaz Güney...
*O zamana kadar babam, evdeki ‘sert bakışlı ve tüfekli büyük fotoğraf’. “Baban bu!” diyorlar. Fotoğrafa bakmaya bile korkuyorum. Olup biteni algılayamayan, şaşkın ve çoğu zaman üzgün bir çocuğum. Üzüntüme dayanabilmek için de sürekli yalnız kalmak istiyorum. Hep kıvrılıp uyuyacak bir köşe arıyorum. Kukumu elliyorum, sonra da elimi kokluyorum. Bir tek bu bana güven veriyor. Sonsuz bir sahipsizlik ve yalnızlık hissediyorum.
*Mavi bavulumla, anneme uzun süreli kalmaya gidiyorum. Yine şehirden şehire, evden eve, odadan odaya. Ama çok mutluyum. Annemin yanında bir de üvey baba var, bana iyi davranıyor…
*Ankara’da yaşarken de annemi az gördüm. Okuldan eve, sonra sokaklar. Eve sadece yemek yemeye geliyordum. Annem de gece çalışıyor, gündüz uyuyordu. Sonra babam beni İstanbul’a çağırdı, “Artık genç kız oldun, babalığın var. Onlarla birlikte yaşaman uygunsuz” dedi. Ne mi hissettim? Ayağımın altından toprak kaydı. Yıkıldım! Yine beni annemden koparıyorlar. “Hep kız çocuğu olduğum için! Erkek olsam başıma bunlar gelmezdi. Keşke gökkuşağının altından geçip erkek olabilsem” diye düşündüm. Yine oradan oraya, evden eve, şehirden şehre gidecektim. Bir göçebe, bir sığıntı gibi.
Fatoş Güney...
* Ben onların hayatına dahil oldum. O benim için Lux sabun kokan cici anneydi. Gölge cicianne! Ve gölge kardeş! Her şey bana yabancıydı ıstanbul’da. şak diye evlerine gelivermişim, mavi valizim ve iki örgümle. Evde, ‘gölge baba’nın resimleri vardı. Kalabalığın ortasında omuzlarda taşınırken, halkı selamlarken…
*Babam Yılmaz Güney o ara Selimiye’de cezaevinde. Sadece cezaevinde görüyordum, kesik kesik zamanlar. Çıktığı yaz da, saçlarımı kesti. Çok sevdiğim iki örgümü, hiçbir şey söylemeden, çıt diye! Kahroldum. “Acaba saçlarımı erkek olmadığım için mi kesti? Yoksa o iki örgüyü fazla mı köylü buldu? Beni o halimle beğenmiyor muydu? Herhangi bir şeyimi beğendiği hiç olmuş muydu?” Bu soruların cevabını bilmiyorum, hiçbir zaman veremedim. Bildiğim, babam için her zaman hayal kırıklığı olduğum. Çok sonra, evdeki kitaplarından birinde, cezaevinden Fatoş’a yolladığı mektupları buldum. şaşırdım, “Demek ki mektup yazmaya izni vardı” dedim kendi kendime, “Neden hiç bana yazmadı?” Adımı aradım o mektuplarda. Bir kızı olduğu hiç aklına gelmiş miydi? Bir iki mektupta şöyle bir cümleye rastladım: “Kızıma selam söyle.” Hepsi o kadar. Sadece üç kelime.
*Belki de bugün babama karşı bu kadar sert olmamın nedeni, bunların hiçbirini babamla konuşamamış olmam. Belki babam hayatta olsaydı, böyle bir kitap yazmazdım. Çünkü onunla çatır çatır kavga ederdim. “Baba, sen davanın bedelini bize ödettin!” derdim. “Sanatının bedelini biz ödedik. Hayatımız kaydı. ısmin, ideallerin bize ağır geldi.” Kardeşimi bilemem ama en azından kendim için şunu söyleyebilirim: Yılmaz Güney’in kızı olmak hayatımı mahvetti!
Sürgün yılları...
*Ağırdı. Her şeyden kopuğuz, tamamen kendi dünyamıza kapanıyoruz. Babam sürekli çalışıyor, ölene kadar çalıştı. Arada Fatoş’la Cannes’a gittiler, filmi ödül aldı. Dünyanın en güzel şeyiydi bu, babayla çok gurur duyduk. Baba bir ‘deha’ydı, bir ‘dava adamı’ydı, her gittiği yerde saygı uyandırıyordu. Bense onu hep mahcup eden kızı, koskoca bir hayal kırıklığı. Bari derslerim iyi olsun da gözünü gireyim diye çok çalışıyordum. Bu sefer de, “Aptal olmasan bu kadar çok çalışman gerekmezdi” diyordu. Hayat bu şekilde devam etti, mide kanseri olana kadar. Bu üç yıl. Ve her şeyi sıkıştırmaya çalıştık. Hayatını, sanatını, karısını, oğlunu, davasını, yapmak istediklerini, hayallerini… Ona da yazık! Film mi yapacaktı, halkına vermek istediği mesajları mı verecekti, karısıyla geçiremediği zamanı mı geçirecekti, oğluyla mı ilgilenecekti, yoksa ergen kızıyla mı tanışacaktı? Bir de kanser girdi araya. Onun babam olmaya fırsatı olmadı, benim de ona layık bir kız olmaya. 47 yaşında gitti…
(Kaynak: Milliyet)
Yılmaz Güney'in kızı Elif Güney Pütün ilk kez konuştu: ''Babam hayatta olsaydı, onunla çatır çatır kavga ederdim. 'Baba, sen davanın bedelini bize ödettin!'" derdim. Kardeşimi bilemem ama en azından kendim için şunu söyleyebilirim: "Yılmaz Güney’in kızı olmak hayatımı mahvetti."
Türkiye sinema tarihine damgasını vuran Yılmaz Güney'in bugüne kadar pek bilinmeyen kızı Elif Güney Pütün çıkardığı kitap sonrası ilk kez konuştu. Hürriyet Gazetesi'ne konuşan Elif Güney Pütün, şunları söyledi:
Yılmaz Güney...
*O zamana kadar babam, evdeki ‘sert bakışlı ve tüfekli büyük fotoğraf’. “Baban bu!” diyorlar. Fotoğrafa bakmaya bile korkuyorum. Olup biteni algılayamayan, şaşkın ve çoğu zaman üzgün bir çocuğum. Üzüntüme dayanabilmek için de sürekli yalnız kalmak istiyorum. Hep kıvrılıp uyuyacak bir köşe arıyorum. Kukumu elliyorum, sonra da elimi kokluyorum. Bir tek bu bana güven veriyor. Sonsuz bir sahipsizlik ve yalnızlık hissediyorum.
*Mavi bavulumla, anneme uzun süreli kalmaya gidiyorum. Yine şehirden şehire, evden eve, odadan odaya. Ama çok mutluyum. Annemin yanında bir de üvey baba var, bana iyi davranıyor…
*Ankara’da yaşarken de annemi az gördüm. Okuldan eve, sonra sokaklar. Eve sadece yemek yemeye geliyordum. Annem de gece çalışıyor, gündüz uyuyordu. Sonra babam beni İstanbul’a çağırdı, “Artık genç kız oldun, babalığın var. Onlarla birlikte yaşaman uygunsuz” dedi. Ne mi hissettim? Ayağımın altından toprak kaydı. Yıkıldım! Yine beni annemden koparıyorlar. “Hep kız çocuğu olduğum için! Erkek olsam başıma bunlar gelmezdi. Keşke gökkuşağının altından geçip erkek olabilsem” diye düşündüm. Yine oradan oraya, evden eve, şehirden şehre gidecektim. Bir göçebe, bir sığıntı gibi.
Fatoş Güney...
* Ben onların hayatına dahil oldum. O benim için Lux sabun kokan cici anneydi. Gölge cicianne! Ve gölge kardeş! Her şey bana yabancıydı ıstanbul’da. şak diye evlerine gelivermişim, mavi valizim ve iki örgümle. Evde, ‘gölge baba’nın resimleri vardı. Kalabalığın ortasında omuzlarda taşınırken, halkı selamlarken…
*Babam Yılmaz Güney o ara Selimiye’de cezaevinde. Sadece cezaevinde görüyordum, kesik kesik zamanlar. Çıktığı yaz da, saçlarımı kesti. Çok sevdiğim iki örgümü, hiçbir şey söylemeden, çıt diye! Kahroldum. “Acaba saçlarımı erkek olmadığım için mi kesti? Yoksa o iki örgüyü fazla mı köylü buldu? Beni o halimle beğenmiyor muydu? Herhangi bir şeyimi beğendiği hiç olmuş muydu?” Bu soruların cevabını bilmiyorum, hiçbir zaman veremedim. Bildiğim, babam için her zaman hayal kırıklığı olduğum. Çok sonra, evdeki kitaplarından birinde, cezaevinden Fatoş’a yolladığı mektupları buldum. şaşırdım, “Demek ki mektup yazmaya izni vardı” dedim kendi kendime, “Neden hiç bana yazmadı?” Adımı aradım o mektuplarda. Bir kızı olduğu hiç aklına gelmiş miydi? Bir iki mektupta şöyle bir cümleye rastladım: “Kızıma selam söyle.” Hepsi o kadar. Sadece üç kelime.
*Belki de bugün babama karşı bu kadar sert olmamın nedeni, bunların hiçbirini babamla konuşamamış olmam. Belki babam hayatta olsaydı, böyle bir kitap yazmazdım. Çünkü onunla çatır çatır kavga ederdim. “Baba, sen davanın bedelini bize ödettin!” derdim. “Sanatının bedelini biz ödedik. Hayatımız kaydı. ısmin, ideallerin bize ağır geldi.” Kardeşimi bilemem ama en azından kendim için şunu söyleyebilirim: Yılmaz Güney’in kızı olmak hayatımı mahvetti!
Sürgün yılları...
*Ağırdı. Her şeyden kopuğuz, tamamen kendi dünyamıza kapanıyoruz. Babam sürekli çalışıyor, ölene kadar çalıştı. Arada Fatoş’la Cannes’a gittiler, filmi ödül aldı. Dünyanın en güzel şeyiydi bu, babayla çok gurur duyduk. Baba bir ‘deha’ydı, bir ‘dava adamı’ydı, her gittiği yerde saygı uyandırıyordu. Bense onu hep mahcup eden kızı, koskoca bir hayal kırıklığı. Bari derslerim iyi olsun da gözünü gireyim diye çok çalışıyordum. Bu sefer de, “Aptal olmasan bu kadar çok çalışman gerekmezdi” diyordu. Hayat bu şekilde devam etti, mide kanseri olana kadar. Bu üç yıl. Ve her şeyi sıkıştırmaya çalıştık. Hayatını, sanatını, karısını, oğlunu, davasını, yapmak istediklerini, hayallerini… Ona da yazık! Film mi yapacaktı, halkına vermek istediği mesajları mı verecekti, karısıyla geçiremediği zamanı mı geçirecekti, oğluyla mı ilgilenecekti, yoksa ergen kızıyla mı tanışacaktı? Bir de kanser girdi araya. Onun babam olmaya fırsatı olmadı, benim de ona layık bir kız olmaya. 47 yaşında gitti…
(Kaynak: Milliyet)