25 Ekim 2011 Salı

İstanbul Savaş Karşıtları Derneği Kurucu Üyesi ve Genel Sekreteri Sosyalist Sanatçı Hilmi Bulunmaz, "Birinci Van Depremi" anılarından tadımlık sundu!

Hilmi Bulunmaz
24 Ekim 2011


Yazıma başlamadan önce, dünkü "Van Depremi" felaketinden önceki bir başka "Van Depremi" hakkında ansiklopedik bir bilgi vereyim:

"1976 Çaldıran Depremi, 24 Kasım 1976 tarihinde merkez üssü Van'ın Muradiye ilçesi Çaldıran bucağı olan 7,5 Ms büyüklüğündeki deprem. 3840 kişi öldü, 9232 bina hasar gördü. Depremin yanı sıra bölgede gece hava sıcaklığının -17 dereceye kadar düşmesi sonucu donma nedeniyle de ölümler oldu. Yağmur ve kar yağışları nedeniyle kurtarma ve yardım çalışmaları gecikti.

Deprem o dönem Muradiye'ye bağlı bir belde olan Çaldıran'da yerel saatle 12:22'de meydana geldi. Deprem en çok Muradiye ve çevre ilçeler olan Erciş ve Özalp'de can ve mal kaybına sebep oldu. Ağrı iline bağlı Diyadin ve Taşlıçay ilçeleri dolayları da etkilendi.

7,9 Ms büyüklüğündeki 1939 Erzincan Depremi'nden sonra o güne kadarki Anadolu'da yaşanan en şiddetli depremdir. Bölgenin yaşadığı en büyük depremlerden biri olan bu depremin büyüklüğü 7,5 Ms olarak ölçüldü. Birçok kişi deprem sonrasında evsiz kaldı."

(Kaynak: Vikipedi)

***

Ben, acemi askerliğimi Erzincan'da ve usta askerliğimi Van'da yaptım. Beni "pişirip", insanlaştıran en önemli süreç, askerlik sürecidir. Askerlik yaparken, o denli "acılar" çektim ki, militarizmin ne çekilmez bir kumpas olduğunu askerlik sürecinde anladım.

Babamın, sürekli olarak "peygamber ocağı" ajitasyonuna maruz kalan bir insan olarak, (ki o zamanlar dinsel etkiler altında yaşayan bir insandım) askerliğin kutsal olduğu empozesine pek de karşı çıkmayı düşünmüyordum.

Neyse...

O zamanlar Topkapı'da bulunan otogardan Erzincan otobüsüne binip, ağır ağır yola çıktım; bana sürekli olarak "peygamber ocağı" propagandası yapan işçi bir babanın gözyaşları eşliğinde.

Erzincan'a iner inmez, gezmek yerine askeriyeye teslim oldum. Hem de günlerden pazar olmasına karşın. Ertesi gün, çok erken saatlerde, tatmin olmamış hayat görüşlerinin çiğliği altında ezilen çavuşların olağanüstü acımasız hırlamaları eşliğinde, bizlere sunulan haki renkli giysileri giyip, saçlarımızı sıfıra vurdurduk.

Henüz "eğitim" başlayalı yarım saat olmuştu ki, Adana/Osmaniyeli bir çavuş, nereli olduğumu sordu ve ben de İstanbullu olduğumu belirtim. Ancak, avazı çıktığı kadar bağırıp hünküren Adanalı, bana, benim aileme, benim Allah'ıma ağız dolusu küfür edip, "Hilmi Bulunmaz, emret komutanım" diye haykırmam gerektiğini söyledi. Oysa, babam bana; "Askeriye peygamber ocağıdır!" demişti... Ben, sıradan bir nefer olmama karşın, Adanalı geri zekâlı çavuşun söylediklerini aynen yinelemediğim için anında neye uğradığım şaşırdım. "Demek ki, peygamber ocağı sözü palavraymış" diye düşündüm.

Çünkü...

İnsanlıktan zerre kadar bile nasiplenmemiş, insandan çok anlaşılması güç bir mahlukata benzeyen Adanalı, elindeki araç-gereci ve yanındaki erbaşları kullanarak, beni evire çevire dövdü. Döverken ettiği sözlerden bazıları şunlardı:

"Ben, sizin gibi şehirli burjuva köpekleri yüzünden okuyamadım. Aslında üniversiteye girip okulu bitirince başınıza asteğmen olarak gelecektim. Orospu çocukları..."

Oysa...

Ben, değil liseyi, değil ortaokulu, ilkokulu bile zor biterecek bir sosyo-ekonomik durum içerisindeydim. Esas, burjuvaziye karşı çıkması gereken, öncelikle bendim. Bu Adanalı dangalak çavuş, sınıfsal bilince sahip olmadığı ve okul okumakla bir bok olunacağını sanma gafletinde bulunduğu için, bölükteki tek "has İstanbullu" kişiyi bulup dövmenin faşizan duygusunu tepe tepe yaşamayı akıl etmenin tatlı huzurunu yaşamayı yeğlemişti.

Ben, bu Adanalı faşist çavuşun işkencelerine sadece üç gün katlanabildim ve kendimi Erzincan Askeri Hastanesi'nin "asabiye bölümü" içerisine atmayı başarabildim. Bunun için, bir yarbaya yumruk atmam yeterli olmuştu. Bu yumruk sonrası, tam on gün boyunca işkence ve deli muamelesi görmem sonucu, beni "kendi halime" bıraktılar. Bir ameliyat geçirip, toplam otuz üç gün hastanede "paşalar gibi" dinlendikten sonra, onların bana uygun gördükleri "deli muamelesi" işlemini bu kez ben uygulamaya başlayınca, kendimi tam tamına kırk beş günlük hava değişimi içerisinde buldum.

Hava değişimi sonrası Van'a, hem de tek başıma gidip, usta birliğine teslim olup, "beni ne tür sürprizler bekleyecek" diye kara kara düşünürken, kendimi Erciş ilçesindeki Gürsel Garnizonu'nda buldum. Garnizon'un nizamiyesinden girer girmez, "benim ünüm" oralara dek gitmiş ve bana karşı biraz kuşkulu, biraz da saygılı bir ruh durumuyla karşılaştım.

Birkaç gün içerisinde onbaşı olmakla "ödüllendirildim" ve bana aktif görev verilmedi. Ben de, bu durumdan yararlanarak, başta Marksist klasikler ve Rus edebiyat klasikleri olmak üzere yüzlerce kitapla boğuşmaya başladım.

Ancak...

24 Kasım 1976 günü, tam da Maksim Gorki'nin müthiş kitabı "Ana"yı okuduğum "eğitim" alanı, olağanüstü bir biçimde sarsılmaya ve üzerinde bulunduğum toprak yarılmaya başladı. M-65 dürbününün yanına koşup, uzaklardaki evleri gözledim ve inanılmaz bir iç bulantısıyla kıvranmaya başladım. Evler, sanki kartondan yapılmış gibi, sanki yırtılıyormuş gibi, korkunç bir biçimde ve hızla yıkılmaya başlamışlardı.

Neyse...

Deprem bitti ve gerçek deprem, yani toplumsal deprem kendisini gösterdi. Ben, topçu olduğum ve sadece piyadelerin deprem bölgesine gitmesi mümkün olduğu için, askerliğimin bile yanmasını göze alarak, zâten bir çengelli iğneyle kepime tutturulmuş lacivert renkli topçu neftesini çıkartıp, yeşil renkli piyade neftesini kepime iliştirdim ve depremin oluşturduğu karmaşadan yararlanarak, bir "cemse" kamyonun ekmek yüklü kasasına atlayarak köylere gittim.

Kürtçeden başka dil bilmeyen köylülere ekmekleri uzatır uzatmaz, köylüler ekmekleri almakta ikirciklendiler. Dillerinde bir tek istek vardı: "Çadır heye?!" Biz boynumuzu büküp, sadece; "Nan heye, çadır tune ye!" diyebiliyorduk. Bundan ötesi, ne onlarda Türkçe, ne bizlerde Kürtçe vardı. Gözlerimizin birbirine değmesi sonucu, aynı tuzlu damlalar bizdeki sınıfsal kardeşliği her iki tarafa da duyumsatabiliyordu.

Çünkü...

Çadırların bir kısmı, subay aileleri tarafından alıkonulmuş ve yaz gelince Van Gölü kıyısında piknik yapılmıştı.

Ben, bunların tümüne tanık olmuştum ve yüreğimin bir yanı kentli-işçi kalırken, bir yanı da köylü-ırgata dönüşmüştü.

Rastlantıya bakın ki, "yeni deprem" sürecini yaşamaya başlamadan iki gün önce, "eski deprem" sürecinin bendeki kırıntısını yazmıştım. (Bakınız: "Askeri mahkemede yargılanıp kapatılan İstanbul Savaş Karşıtları Derneği Kurucu Üyesi ve Genel Sekreteri Hilmi Bulunmaz'ı derinden düşündüren bir haber")

Yeri geldiğinde, hem askerlik anılarımı ve hem de deprem anılarımı anlatabilirim. Yeter ki, anlattıklarım sonucu, silah satışı azalsın!...