29 Kasım 2010 Pazartesi

Turşusu çıkmış oyuncular, prensesi konserve kutusunda uyutup cıvık cıvık popüler kültür üreterek sinema endüstrisine müsvette yetiştirme yarışındalar!

Oğuzcan Önver
29 Kasım 2010


Kuzenimle, yılda ancak birkaç kez görüşebiliyoruz; bunun sebebi, oturduğumuz şehirlerin farklı olması. Bu görüşmelerimizden biri de, bu geçtiğimiz cuma günü gerçekleşti.

Kuzenim bize geldi ve sinemaya gitmeye karar verdik. Vizyonda iyi bir filmin olmadığını biliyordum. Zâten ne zaman "iyi" film vardı ki?! İki seçeneğimiz vardı; Mahsun Kırmızıgül'den "New York'ta Beş Minare" ve Çağan Irmak'tan "Prensesin Uykusu".

"New York'ta Beş Minare" ile "Prensesin Uykusu"nu toplasak, gerçek anlamda, adam akıllı bir film bile etmeyeceğini zâten az çok tahmin ediyordum.

Yakın zamanda, "Fransız Yeni Dalga Sineması"nın kurucularından François Traffaut'nun filmlerini izlemeye başlamıştım ve böylelikle sinema ufkum bir anda genişlemişti, sinemaya bakış açıp hızla değişmeye başlamıştı.

"New York’ta Beş Minare" filmini izlemeyi, zâten hiç istememiş ve kuzenimi bu konuda ikna etmiştim. Belki de ileride, Türkiye Sineması'nın yüz karası olabileceğini düşündüğüm bir filmi izlemek hiç içimden gelmedi! "Oyuncuların çoğu yavşaktır genellikle..." diyebilecek kadar oyunculuk sanatına yabancılaşmış ve dolaylı olarak, bana da "yavşak" muamelesi yapan Haluk Bilginer'in de içinde bulunduğu "New York'ta Beş Minare" filmine giderek, kendime "yavşak" denilmesine asla razı olamazdım!

"New York'ta Beş Minare", "yavşak" engeline takılıp vize alamayınca, "Prensesin Uykusu" filmine gitmekten başka bir seçeneğimiz kalmamıştı...

Çağan Irmak sineması, "iki ters bir düz" yada "iki adım ileri, bir adım geri" giden bir sinemadır. Çağan Irmak, bir popüler film, bir "sanatsal kaygılar güden" film yapar. Filmlerinin izlenme oranları da bununla doğru orantılıdır; bir filmi çok izlenir; çok para kazandırır, diğer filmi az izlenir; az para kazandırır.

Çağan Irmak; bu stratejiyle bugünlere kadar geldi ve hem kendi egosunu bir nebze tatmin edebileceği, yabana atılmayacak birkaç film yaptı, hem de günümüz popüler sinemasında "önemli" bir yer edindi. Çağan Irmak’ın "Issız Adam" filmi, bence tam bir fiyaskoydu ve böylelikle çok eleştirildi; çok fazla popüler kaygılar güdülerek yapılmış, sinemasal değeri eksilerde dolaşan bir filmdi; "Issız Adam". Bu filmin ardından "Karanlıktakiler" geldi ve yönetmenin sarsılan imajını biraz olsun düzeltti, zira "Karanlıktakiler", ilk gösterimini, Montreal Film Festivali’nde yaptı ve bazı eleştirmenlerden geçer not aldı.

Çağan Irmak’ın piyasaya son çıkan filmi "Prensesin Uykusu" ise cıvık cıvık, popüler kültür kokan, salt bir "patlamış mısır sineması" örneği. Bu filmi izlerken sadece patlamış mısırınızla etkileşim içine girebilir ve tüketim çılgınlığınızı bir üst vitese geçirebilirsiniz.

Film, kabaca; iki öksüz ama mutlu adamın ve ölmek isteyen yaşlı bir yeşilçam yönetmeninin uyuyan küçük bir kızı uyandırma çabalarından oluşuyor. Film, kimi yerlerde animasyonun kimi yerlerde çizgi filmin olanaklarını kullanmış. Animasyonlar etkili olmasa da çizgi film bölümler yeterince iyi. Film boyu süren ‘pollyanacılık’ insanı çok huzursuz ediyor. Gülen, mutlu insanlar moral bozuyor. Filmde bazı klişelerle de dalga geçilmiş. Klişelerle geçilen dalgalarda boğuluyor izleyiciler. Bu ucuz eleştiriler bizi oldukça sıkıyor ve yönetmenin istediği duygular bize bir türlü geçemiyor. Filmde bize geçmeyen o kadar çok duygu var ki…

Karakterlerin gerçeklikten çok uzak, inandırıcı olmayan tavırları izleyende bir rahatsızlık oluşturuyor; gerçek hayatta böyle insanlar yok! Hayatı boyunca gülen pozitif kalmayı başaran bir insan görmedim ben bu ülkede. Bu ülke koşullarında bu kadar pozitif kalmak mümkün değil!

Müzik grubu Redd’in filmle aynı adlı şarkısından yola çıkarak çekilen film, bu grubu filmin merkezine yerleştiriyor ve bu, filmin en büyük zaafı haline geliyor! Bu grubun sadece müziklerini kullanıp işi tadında bırakmak gerekiyordu. Tüm senaryoyu bu grup üzerine kurmak pek anlaşılır değil. Redd, çok tanınan bir rock grubu değil! O yüzden bu grubun filmin merkezine yerleşmesi oldukça saçma. Redd, bir ‘Beatles’ değil ki gerçek anlamda fanatikleri olsun? Hele de çok küçük bir kızın bu grubu dinleyip, çok sevmesi, grubun posterlerini toplaması vs. pek inandırıcı değil!

Oyunculara gelirsek; Çağlar Çorumlu oldukça iyi performans sergilemiş. Genco Erkal ve Ayşenil Şamlıoğlu dışında diğer oyuncular hakkında olumlu veya olumsuz söyleyecek pek sözüm yok.

Ayşenil Şamlıoğlu’nun oyunculuğu beni fazlasıyla şaşırttı. Ben, Ayşenil Şamlıoğlu’nu daha önce hiç izlememiştim. Onun, sadece, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni olduğunu biliyordum. Böyle bir kurumun başında olan birinden çok iyi bir oyunculuk beklediğim için, hayal kırıklığına uğradım. Kütüphanede çalışan, Anadolulu bir kadını canlandıran Ayşenil Şamlıoğlu, inandırıcı olmayan şivesiyle ve yapmacık tavırlarıyla bize o kadının Anadolulu olduğunu bile inandıramıyor. Oyuncu olmayan birinin İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın başında olması, Türkiye tiyatrosunun içinde bulunduğu absürt felaketi özetliyor!

Filmde, önemli bir yer tutan, ölmek isteyen, başarısız olmuş, yaşlı bir yönetmen rolünde Genco Erkal’ı izliyoruz. Erkal’ın oyunculuğu bana hep biraz yapay ve epeyi abartılı gelmiştir. Bu filmde de (rolünün getirdiği bir şey olsa gerek) abartılı oyunculuğu devam ediyor. Ben, onu izlerken aklıma hep "Acaba gerçek hayatta da Genco Erkal, filmdeki gibi pişmanlıkları olan, ölmek isteyen, istediklerini yapamamış bir sanatçı mı?" sorusu geldi. Zira, Genco Erkal; "Marx'ın Dönüşü" oyununu oynayan, sol bir tiyatro yaptığı düşünülen, ama Efes Pilsen’den sponsorluk (para) alan bir oyuncu. Acaba, bu ve LİNÇ KAMPANYASI için verdiği imza, onu mutsuz ediyor mu? Aklıma bu sorular geldi hep onu izlerken ve onun adına üzüldüm.

Özetlersek; bu film, bir masal kadar bile inandırıcı, bir masal kadar bile samimî olamayan, başarısız, sinema bağlamında hiçbir değeri olmayan, boş bir film. Belki de bu filmi bir çocuk filmi olarak tasarlamıştır Çağan Irmak, çünkü salondaki çocuk sayısı yetişkin sayısıyla hemen hemen at başı gidiyordu.