Orhan Aydın
12 Ocak 2009
Değerli okur,
AKP’nin, İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın başına, Genel Sanat Yönetmeni olarak atadığı Orhan Alkaya göreve getirildiğinde, aşağıdaki yazıyı kaleme almıştım. Yayımlanma tarihi: 15 Ocak 2008.
O gün bu gündür, Şehir Tiyatroları ve beyefendi ile ilgili çokça sözler edildi.
Uygulamalarını göklere çıkaranlar da vardı, eleştirenler de.
Kurumdan yükselen sesler, daha fazla gizlenemedi ve sonunda olan oldu!
Gayet ‘hazin ve de mahcup’ bir edayla, açıklama yapmak zorunda kalan genel sanat yönetmeni, gerçeğin üstünü örtmek için, ‘sansür yok önlem’ derken, anladık ki sansür; Muhsin Hoca’nın koltuğunu işgal etmişti.
Böylelikle, beyefendi, 21. yüzyılda ‘oyun yasaklayan adam’ olarak tarihe geçti.
1979 yılını anımsıyorum. ‘Halkın Gücü’ oyunu’nu yasaklatan, Ankara Cumhuriyet Savcı yardımcısı Nail Seyit’e; “Günü gelecek, bu faşist uygulamanızı tarih kayda geçecek. Ve siz, o sayfaya baktığınızda; insanlık tarihindeki katillerin isimleri ile, isminizi yan yana göreceksiniz” demiştim.
Çok mu abartmıştım. Savcı bey, “hakaretten” dava açmıştı. Kaybetti.
Bu ülkenin sanat yaratıcıları; savcı Nail Seyit gibi, kendini “Devlet’in ahlak bekçisi” ilan eden, bir çok kara akıllı tanıyorlar.
Bunların arasında, Sıkıyönetim komutanları, Paşalar, Generaller, Polis Şefleri, Valiler, Genel Müdürler, Belediye Başkanları, Kaymakamlar ve Savcılar var.
Şimdi, bu listeye yenir bir leke daha eklendi .
***
Ortaya karışık…
Omurgasız olursa bir insan, bazı şeylerin sonu yok.
Bunlardan biri ‘hırs’.
Bir kez hırslandın mı, kendini kanıtlamak için her şeyi yaparsın.
Hele içinde ‘erk olma’ duygusu varsa, kendi onuruna bile yenik düşersin.
Hani ortalama bir tanımlama vardır “her yol mubah”.
Ne gerekiyorsa yapmak zorundasındır. Çaren yoktur.
İnsani tüm değerleri atarsın çöpe ve pür-ü pak çıkarsın yola!
Artık, o andan sonra bakmazsın kimsenin gözünün yaşına.
Harcanacakları bir çırpıda harcarsın olur biter.
Toplumsal değermiş, siyasi ahlakmış, sanatsal namusmuş boş ver gitsin.
Bu ülkede, her işin bir kuralı var.
İşe eski arkadaşlarına ve birlikte yol yürüdüğün siyasi yandaşlarına, çaktırmadan sırtını dönmekle başlarsın.
Daha dün savunduğun tüm toplumsal değerlerin, seni yanlış yönlendirdiğini fısıldarsın.
Toplumsal ve siyasal değerleri ayaklar altına aldığın an, kabul görmüşsündür.
Böylelikle ilk adımını atmış olursun. Ama ne adım!
Hemen bir demeç vermek durumundasın.
Ben bunu neden yaptım, neden döndüm ey yurttaş, diye başlarsın ‘günahlarını, sevaplarını’ bir bir anlatmaya.
Bir sihirli sözcük olan “dönme” ile birlikte, dil çözüldü mü, yürek de çözülür akılda.
Beş numara iplikle örülmüş kazak gibi, tel tel sökülmeye başlarsın!
Geçmişte yaşadığın ve yaptığın her şeyi inkar edersin.
Sonunda, ’aklın yolu, seni hakkın yoluna’ getirdiği için mutlusundur.
Anlattıklarına şaşa kalır, seni tanıyanlar!
Bir tek sen inanırsın ağzından çıkanlara, birde seni devşirenler.
Kimileri ise pişmiş kelle gibi sırıtır.
Seni destekleyen demeçler vermeye başlarlar.
“Solun sonu yok. Bize katılanlar namusları ile akıl ve iman yoluna geliyorlar”.
“Kendisi, bizim için saygıdeğerdir.”
Açıklama yapılırken, boynunu kırar oturursun.
Mahcup mu, ezik mi belli değil durumun.
Ama bir utanmazlık yaşamaya başlarsın ki, sorma.
Parmak uçların titrer. Ellerin donar belki!
Bu tür anlarda, yüzü kızaran az olur benim memleketimde. Seninki de kızarmaz.
Çatlamıştır ar damarı bir kere. Ne yapsan çare yok.
Seni birazcık olsun tanıyan halk; kendini hançerlenmiş hisseder.
Canı acır fena halde.
Bu yüzden unutmaz, kimlerin, kimleri nasıl yağlayıp yıkadığını!
Anlıkta olsa gözünü kapattığında, hiç alışık olmadığın o en tuhaf sözcüklerle, yüzüne tüküren binlerce yüz görürsün nedense!
Sonra, önceleri sana güvenenler, kalın siyah bir şerit gibi önünden geçerler.
Hepsinin gözleri deli gözleri. Gözünü açarsın utancın geçer.
Ya da sen öyle sanırsın. Durumun vahametinden de olsa gerektir.
Aklın delik kalır oysa.
Dönüp bakar mısın ardına bilmem. Ama hiç tavsiye etmem.
Zaten sunulanlar öylesine caziptir ki, aklını alır insanın! Önüne bakarsan hayatın tüm renklerini göreceksindir!
Sana sunulan ne varsa hepsi önündedir.
Vekillik mi, al sana Vekillik. Bakanlık mı, al sana Bakanlık. Danışmanlık mı, al sana Danışmanlık. ‘Genel Sanat Yönetmenliği’ mi al sana… Sonu yok sunulanların.
Erk duygularını tatmin etmeye başlarsın. Tam zamanıdır her şeyin.
İlk gün erken uyanırsın yatağından. İçinde tuhaf, ekşi bir acı. Canın mı yanıyor ne!
Karar verip kurtulursun mutsuzluktan. Adın, “muhalif”tir senin. İşine bakarsın.
“Ben çağdaşlığımı yitirmeden”, dersin inananın olmaz. “Ben ülkemin ve Tiyatro’nun geleceğini düşünüyorum” dersin, inananın olmaz.
Yetmedi, gerim gerim gerinip “benim projelerim var, bu projeler sayesinde genel sanat yönetmeni oldum”.dersin, inanan olmaz.
Önemi yok. ‘Utanmaz’ olmuşsundur.
Ne de olsa, yıkılmasına göz yumduğun sahnenin orta yeridir durduğun yer. Aldırmazsın doğru söze.
Oturursun Muhsin hocanın koltuğuna. Tebrikleri kabule başlarsın.
Gazetelerin yayın yönetmenleri, TV genel müdürleri, Bakanlar, yüzlerce vekil, seni o koltuğa oturtan siyasi partinin genel başkanı, yani Başbakan, tebrik yağmuruna tutarlar. Hepsi hayır dualı. “Hayırlara vesile olur inşallah”
Bir ikindi vakti, duyduğun ilk ezanla utanmazlığın minare boyuna ulaşır.
Şimdi onur’un; cebine koyulan, o yeşil zarfın içindedir, farkına bile varamazsın.
oaydinoaydin@gmail.com
***
Oyun'un notu: Ayrıca bakınız;
"Tüm iktidarların üzerinde yükseldiği piramidin en alt katında yaşayan 'Milli Yalaka' Can Doğan'ın Kazmacıbaşı diktatörlüğüne verdiği esaret bildirgesi"