6 Aralık 2008 Cumartesi

Okunması gereken bir tiyatro eleştirisi

Akıp giden zamana karşın, oyun boyunca kişilerin kostümleri hiç değişmeden aynı kalıyor.


Türkiye'de tiyatro eleştirisinin kurumsallaşmaması için en yoğun çabayı eleştirmenler harcıyor. Gülşen Karakadıoğlu ile Filiz Elmas'ın, hem de Türkiye Tiyatro Eleştirmenleri Birliği desteğiyle yayımladıkları ELEŞTİRMEN GÖZÜYLE Eleştiri Seçkisi'nde de görebileceğiniz gibi, eleştiri kavramına nesnel bakılamıyor. Türkiye'de, hem nicel anlamda ve hem de nitel anlamda son derecede önemli tiyatro eleştiri kitapları yayımlayan (Bakınız: Türk Tiyatrosundan İnsan Manzaraları ve "Yönetmen Tiyatrosu"na Karşı) Coşkun Büktel'i "es" geçen bir eleştiri seçkisi, gerçek anlamda eleştiri seçkisi olarak yaftalanamaz. Hasan Anamur'un da eleştiri yazılarını kapsayan ELEŞTİRMEN GÖZÜYLE Eliştiri Seçkisi, özensiz bir biçimde hazırlanmış ve ahbap-çavuş ilişkisiyle kotarılmış izlenimi uyandırıyor. Ne var ki Anamur'un Radikal gazetesinde bugün (6 Aralık 2008) yayınlanan Vişne Bahçesi eleştirisi, hiç de ahbap-çavuş ilişkisiyle yazılmışa benzemiyor. Hasan Anamur'un eleştirisini okuyunuz:


Çehov adına yitirilmiş bir fırsat


Hasan Anamur
6 Aralık 2008


İstanbul Şehir Tiyatroları’nda 2008-2009 mevsiminin yeni oyunlardan biri de tiyatroya yeni bir yaklaşım, yeni bir anlatım ve yeni duyarlılıklar getirmiş olan Çehov’un başyapıtlarından ‘Vişne Bahçesi’. Çeviri Belgi Paksoy; sahneye koyan Ali Taygun.

‘Vişne Bahçesi’ seyircisini 19. yüzyıl sonları-20. yüzyıl başları Rusya’sında yaşanan ekonomik ve toplumsal değişim sürecinin ortasına çeker ve şiirsel gerçekçiliğiyle biçimlendirdiği kişileri aracılığıyla, çeşitli duygular, düşünceler, tavırlar, amaçlar, amaçsızlıklar arasında kurulan gelgitlerle gelişen, acı ve hüzün yüklü bir yaşam dilimini canlandırır. Yaşam biçimlerini sürdürmekten başka bir şey istemeyen, ancak yükselen para güçleri karşısında hazırlıksız yakalanan bir aileyi tüm çaresizliği, aynı zamanda da umursamazlığıyla, aile bireylerinin ve çevrelerinin olumlu olumsuz yönleriyle, alışkanlıkları, saplantılarıyla ve yaşamın her türlü rengi içinde getirir sahneye. Bu toplumsal çalkantılar ve geleneksel temeli kemiren sözde masum hesaplar bütünü aslında evrenseldir. ‘Vişne Bahçesi’nde toplumsal dengeleri altüst eden gerçekler ve yıkım, para güçleri karşısında doğal yaşamın çöküşü, 50’li yıllardan beri, biraz değişik boyutlarda da olsa, Türkiye’de de yaşanmamış mıdır? Yaşanmamakta mıdır?

‘Vişne Bahçesi’ni sahneye koyan Ali Taygun, Çehov’a farklı bir açıdan yaklaşmış. Dolayısıyla Çehov’un bu havasını sahneye yansıttığını söylemek kolay değil. Program broşüründe Stanislavski’nin yorumunu eleştiren Taygun, Çehov’un bu oyun üzerine görüşü olarak ileri sürdüğü bir yaklaşım üzerine kurmuş bütünü: “Elimden çıkan oyun bir dram değil bir komedi, hatta yer yer bir fars.” Oyunda yer yer farsa kaçan durumlar gerçekten olsa da bunlar yaşanan ‘dram’ın bilincine tam varamayan uşak ve hizmetçilerin davranışlarıyla sınırlıdır: Mürebbiye Şarlotta hüzünlü bir biçimde yaşamından yakınırken cebinden bir hıyar çıkarıp yemeye başlar ve bunu ayrıca vurgular. Ancak, “Her şey basit olmalıdır, teatral olmamaktır esas” diyen Çehov’un bir yaşam dilimini sahneye tüm boyutlarıyla ve doğal haliyle yansıtma düşüncesini benimsersek, oyuna serpiştirilmiş birkaç ‘fars’ öğesine karşın, Stanislavski’nin görüşüne katılmamız, çevremizdeki tüm aykırılıklara karşın hüznü, acıyı ve ironiyi içimizde yaşamamız gerekir. Oyuncuları zaman zaman önsahnede seyirciye dönük yerleştiren Taygun’un nedeni anlaşılmayan bir başka uygulaması da perde açılmadan başlayan, oyun bittikten sonra da süren müziğin seçimi. Olayı döneme ve ortama götürmekte etkili bir yol olan bu uygulama nedense seyrettiğimiz ‘Vişne Bahçesi’nde seyirciyi 20. yüzyıl başları Rusya’sına değil, Giora Fieldman’ın klarnetiyle üflediği Yahudi müziği parçalarıyla ayrı bir dünyaya götürüyor. Taygun, metinde bir kez sözü geçen ve müziği uzaktan duyulduğu söyenen ‘Yahudi orkestrası’ndan esinlenlenerek evrenselliği vurgulamak istemiş olabilir mi? Bu arada, çeviride, Anya’nın babası için ‘rahmetli’ denmesi de herhalde herkesin gözünden kaçmış. Oyuna göre hafif kalan çevre tasarımının (Atıl Yalkut) yarı geleneksel, yarı stilize oluşu da başka bir ilginç uygulama.

Fermuarlı çizmeler

Giysilerse dönem Rusya’sının zengin sınıfı ile genelde yanlarında çalışanların giysilerini yansıtacak nitelikte (Giysi tasarımı: Canan Göknil), ancak, biri dışında bütün çizmelerin neden fermuarlı oldukları pek anlaşılamıyor. Bir de -uşak ve hizmetlileri bunun dışında tutarsak- olay sanki aynı gün içinde geçiyormuş gibi, Andreyevna dışındakilerin çiftlikte geçirdikleri süre boyunca, akıp giden zaman içinde, neden hep aynı giysileri giydikleri.

Taygun’un, oyun kişileri arasındaki ilişkilerin, kişilik özelliklerinin sahnede abartılmadan, tüm doğallığıyla yaşanmasını isteyen Çehov’un anlayışıyla yer yer örtüşmeyen yorumu sahneye de yansımış. Usta oyunculardan oluşan ana kadronun, Jülide Kural’ın gözlerinden sessizce süzülen yaşlar dışında (Andreyevna: Jülide Kural; Gayev: Salih Sarıkaya; Lopahin: Yıldıray Şahinler) yorumu pek benimsemiş olmadığı, karakterine genel olarak mesafeli durduğu, bir yerde ‘oynadığı’ hissediliyor. Tabii Pişçik’i canlandıran Ali Taygun dışında. Böyle olunca da oyun kişileri arasındaki ilişkiler bütününde bir iletişimsizlik, uyumsuzluk, kopukluk, hatta genel bir yapaylık gözlemleniyor.

‘Vişne Bahçesi’ni Çehov’un sıcak ve hüzünlü dünyasını vermekten uzak yitirilmiş bir fırsat olarak görüyorum.

(Kaynak: Radikal)

***

Ayrıca bakınız:
"Körler körleri izliyor!"
"Bir garip eleştiri seçkisi!"
"Yumurtasız omlet yapabilen sihirbazlar"