29 Eylül 2008 Pazartesi

Aydın, belleklerin üzerine serpilen külü üflüyor...

Nazım Hikmet Kültür Merkezi ile Su Gösteri Sanatları Sahnesi genel sanat yönetmeni, soL gazetesi yazarı Orhan Aydın, toplumsal sorunlarla sanatsal sorunların yumak olduğu durumları kaleme almayı sürdürüyor. Her salı günü soL gazetesinde yazılarını yayımlayan Aydın, kendi gazetesi olan soL'da yayınlanmadan bir gün önce yazılarını bize yolluyor; biz de seve seve yayınlıyoruz:


Dinle bak çatırdıyor…


Orhan Aydın
29 Eylül 2008


Yıl 1976. Ülkenin dört bir yanı şenlik alanı sanki. Fabrika avlularında grev önlükleri ile halaya duran işçiler, üniversitelerde bağımsızlık ve eşitlik için ayağa kalmış kol kola girmiş gençlik, toprak ağalığına karşı isyan bayrağını açmış köylüler, hak arayan, soran, sorgulayan aydınlar, demokratik kültür adına gecelerini gündüzlere katıp üreten sanatçılar.

Şaşakalırdınız.

Hep bir ağızdan söylenen türkülerin, coşkulu ritmini yakalamıştı insanlık.

12 Mart faşizmine yenik düşmeyi kabullenmeyen, direnip ayağa kalkmaya kararlı toplumsal bir ortak akıl, Kızılırmak gibi sel olup taşıyordu.

Cezaevlerinde çekilen acılar, işkenceler, zulümler daha da bilemişti insanoğlunu.

Yurdun dört bir yanından faşizme karşı birleşik, ortak sesler yükseliyordu.

68’in üstünden tanklarla, postallarla, köpek ulumaları ve ezan sesleri ile geçen 12 Mart faşizmine dar ediliyordu hayat.

Sendikal hak ve özgürlüklerin önünün açılması için sermayenin kapılarını dövüyordu işçi sınıfı.

Bizler, Maraş ilinin Pazarcık ilçesinin ova köylerindeyiz. Sık biçimde arıza yapıp yollarda bırakan, uçuk mavi renkte bir Düldülümüz var, her şey onun içinde. Dekor parçalarını da tepe bagajına yükleyip, sıkıca bağlıyoruz.

Topraklarına sahip çıkıp direnen ırgatlara, her akşam şarkılı-türkülü danslı oyunlar oynamak için yollardayız.

Bazen okul bahçesine, bazen cami avlusuna, bazen de köy meydanına kuruluyor sahne.

Karanlık çöktüğünde ovadan yükselen traktör sesleri civar köylerden seyirciler taşıyorlar oyuna.
Buna kimsecikler inanmıyor ama, İstanbul şehrinde yada Ankara’da sonsuz olanaklar içinde perdeler açık oyunlar oynanırken, bizim seyircilerimiz traktör römorkları üstünde türküler söyleyerek geliyorlardı oyun izlemeye. “Bayram yerine kehribar başaklı sap çeker gibi”

Oyunun adı, ‘Ağalar Cehennemin Dibine’. Bir komedi ki sormayın. Oynarken kırılıyoruz gülmekten.

Ağalık ve marabalık ilişkileri üstüne bir mesel, ama ne mesel. Arkada akan “matrak” bir aşk hikayesi de var.

Oynanış biçimi, geleneksel halk tiyatrosu örneklemeleri için iyi bir seçim olabilir. Köy seyirlik oyunlarındaki “oyun çıkarma” geleneği üstüne kurgulanmış. Tüm oyuncular, kostümler, aksesuarlar sahnede.

‘Oyun babası’ yada ‘Oyun kurucusu’, müzikli bir anlatı ile bahsi açıyor ve rolleri dağıtarak başlıyor işe.

Her rol, her gece dönüşülerek oynanıyor.

Böylelikle oyundaki oyuncular bu oyunun içindeki tüm rolleri mutlak oynamış oluyorlar. Bir oyuncu için bulunmaz bir olanak.

Erkan Yücel, her gün farklı bir ağa oynayarak rekora koşuyor. Aynı replikleri kuşanmış, aynı kostümlerin içinde farklı farklı ağalar. Kekemesi var, şaşısı, topalı var, kürdü var, Egelisi, göçmeni var, var oğlu var. Ve hangi akşam, hangi tipi oynayacağına da sahnede karar veriyor.

Adamın karşısında söz söylemek bile ustalık ister.

Erkan, sahneye adımını atar atmaz seyirci tarafında bir uğultu bir çalkalanmadır başlıyor. Gülmemek için kendilerini zor tutuyor kalabalık. Sahnedeki adam hem onlardan biri hem değil, hem yakından tanıdıkları ağa hem değil, rol büyücüsü sanki.

O gün, oyun sonunda birlikte söylenen bir Pir sultan deyişine eşlik eden farklı bir ses vardı.

Aşık İhsani ile Pazarcık’ın Harmancık köyünde tanıştım. Her şeyi ile sabırlı bir kavganın tam orta yerinde.

Gorki gibi pos bıyıklı, hiddetli mi hiddetli bir adam.

“Odun kırıcıydı adı İlyastı / Yanaştım yanına yüzünü astı / İşin ne dedim, bir küfür bastı / Arkasından baltasını biledi.”

Oyunu izledikten sonra kahkahalarla geçen sohbetin tadı dün gibi.

Faşizme ve Amerika’ya karşı savurduğu usturuplu küfürler ozan geleneğinin öfkesinin de bir belirtisiydi.

Öğrendik ki o da, elinde sazı ile köy köy dolaşıp, kendi topraklarında yoksullaştırılan köylülerin verdikleri hak mücadelesine ve devrimcilerin düzenledikleri gecelere katılmak için turneye çıkmıştı.

Devrimci Toprak-İş Sendikası’nın Pazarcık’ta düzenlediği ve yerin göğün jandarmalarla kuşatıldığı 76 Yılının 14 Temmuz akşamını hiç unutmadım.

Geceyi Pazarcık karakolunda geçirmemizin sebebi Aşık İhsani olmuştu.

“Hoşt Amerika, puşt Amerika” dedikçe alan dalgalanıyor, tüm katılımcılar türküyü birlikte söylüyordu.

Jandarma komutanı, bu türküden çok alınmış olsa gerek, hepimizi tıktı içeriye.

Pazarcık jandarma karakolu, yaşlı bir kiraz ağacının altında, küçücük bir bina. Bir komutan odası, bir tuvalet ve büyükçe bir tutuklu koğuşundan ibaret. Kiraz ağacının önünde, fıskiyeli bir havuz.

Ertesi sabah kalabalık seslere uyandık.

Etkinliği izleyen seyircilerin tamamı, karakolun çevresini kuşatmışlardı.

Pencerenin açıldığı koridorun sonunda, havuz başında sigaralarını tüttüren kızgın yüzler görüyoruz. Önce ne olduğunu anlayamadık.

Ama komutanda bir telaş bir telaş sormayın. Tarihe not düşmek lazım, bu uzatmalının adı; Ertan Alışlı idi. Zayıf ince yapılı, sert ve buyurgan bir zavallılık.

Dışarıdakilerin aralarından seçtikleri temsilciler iki jandarma ile geldiler yanımıza; “Sizi almadan bir yere gitmiyoruz haberiniz ola” dediler.

Öyle de oldu. Kaymakam karakola geldi ve yarım saat sonra ortak bir ifade imzalatıp, hepimizi serbest bırakmak zorunda kaldılar.

Komutan Ertan’ın yüzündeki, yenik ama öfkeli adam ifadesi görülmeye değerdi!

Pazarcık ovasından, Ankara ve İstanbul sahnelerindeki oyunlara baktığınızda, birkaç özel tiyatronun toplumsal gerçekçi ürünler verdiğini görürsünüz.

AST, Dostlar Tiyatrosu ve Çağdaş Sahne’de onlarca arkadaşımız birer tiyatro fabrikası işçisi gibi çalışıp, oyunlar üretiyorlardı.

Emekçiler, işçiler ve öğrenciler sahnelerin üstünde kendi renklerini, kendi seslerini, kendi nefeslerini duyumsuyorlardı.

Tiyatro görevini yapıyor, 68 baharından sonra ilk kez, kapalı gişelerle oynanan buluşmalara erişiliyordu.

75-76 ve 76-77 sezonlarında AST’ın oynadığı oyunlar halen belleklerdedir.

Nereye Payidar, Aladağlı Miho, 804 İşçi, Komün Günleri.

Türkiye tiyatrosunun temel taşları olan bir çok dostum, meslektaşım bu oyunlarla adlarını duyurdular.

Nereye Payidar; Bilgesu Eranus gibi bir yazarla tiyatromuzun ilk yüzleşmesini sağladı.

Rutkay Aziz’in yönettiği oyun, tiyatroya yeni bir isim kazandırmıştı, Yeşim Dorman. Yaman Okay, Cezmi Baskın, Şener Kökkaya, Savaş Yurttaş, Meral Niron, Jale Aylanç, Rana Cabbar, Talat Bulut ve Erdal Gülver ise benim anımsadığım diğer isimler.

Oyunun şarkıları da belleklerde kalan şarkılardır. Sözler Çiğdem Talu, besteler Timur Selçuk.

Baskıydı işkenceydi / Bir işe yaramadı,
Dışardan yardım geldi / Onu kurtaramadı.
Bu gün öyle bir gün ki / Ey insan kasapları,
Hakkı yenenler şimdi / Tutuyor hesapları.
Yılların geleneği / Bizlere sökmeyecek,
Hiç kimsenin emeği / Kasaya girmeyecek.
Dinle bak çatırdıyor / Çatladı çatlayacak,
Kasa can çekişiyor / Gücü yok dayanacak.

oaydinoaydin@gmail.com