Oyun'un notu: İki eliyle bir kalemini doğrultamayan "TEB KAŞELİ İFTİRA MÜTALÂACISI" Üstün Akmen'in anlaşılabilmesi gayet zor yazısını okunur hâle getirmek için, içerik olarak olmasa da, biçim olarak düzeltmelerde bulunduk. Yazının hiç okunamaz durumdaki sürümünü okumak isteyenler, altta verdiğimiz linki tıklayarak hemen çıldırabilir!...
***
KÖHNEMİŞ BİR VAHŞET TİYATROSU ÖRNEĞİ: "ISLAH EVİ"
Yeni kurulan (içtenlikle uzun ömürler diliyorum) "ÇAMUR'dan tiyatro"nun ilk oyun olarak seçtiği Amerikalı yazar Norman Lock'un (1950) "Islah Evi" ("The House of Correction")’ni izlerken, Fransız oyun yazarı, aktör, yönetmen ve şair Antonin Artaud'yu (1896-1948) anımsadım.
Artaud'nun 1932 ve 1933 yıllarında tiyatroya getirdiği öneriler o tarihte her ne kadar etkisini göstermişse de, ortaya sürdüğü kavramlar uygulama açısından tiyatroculara uygun gelmedi; "Vahşet Tiyatrosu" giderek sevilmedi.
Dolayısıyla, "ÇAMUR'dan" gibi yeni kurulan bir tiyatro topluluğunun ilk oyun olarak Lock'un bu oyununu yeğlemesini (oyun 1996 Edinburgh Tiyatro Festivali'nde en iyi oyun seçilmiş olsa dahi) haklı çıkaracak nedenleri deşmek içimden gelmedi
KARAKTERLERİN "TERSİ-YÜZÜ"
Evet, doğrudur, Lock'un oyunu, "Vahşet Tiyatrosu" kıvamında bir oyun, ama oyunun el ilanında yer alan: "21. yy. insanının balonunu sıkı bir vuruşla patlattığı" savına katılma olanağını bulanın vallahi (amiyane tabirle) alnını karışlarım.
Daha oyunun ikinci tablosunda konunun nereye akacağı, sonunda ne olacağı ayan beyan belli olmakta… Yani şablon vahim!
Diğer taraftan, salonu dolduran 21. yüzyılın insanı, gerçekle yüzleşme ânının sarsıcılığını zerre kadar duyumsamadığı gibi, kendini sorgulama gereği falan da duymuyor.
"Vahşet Tiyatrosu"nun amaçladığı "çağın huzursuzluğu ve endişelerini yansıtma"nın Lock'un anlattığı olayla hiçbir ilgisi bulunmuyor.
Lock, iki saat boyunca 21. yüzyılın çok uzağında bir olay anlatıyor.
Oyundaki Marion, Steve ve Carl karakterleri, insan kişiliğini ve duygularını dilimlere ayıran psikolojik yaklaşımı yadsımaktan uzak kalıyor, karakterlerin "tersi-yüzü" seyirciye yansımıyor, oyun sıradan bir polisiye komedi-gerilim oyunu olmaktan öteye geçemiyor.
"Islah Evi"ni izlemek, yazarın psikotik şizofreni sağaltıcı uzuuun mu uzun replikleriyle, perde arası gibi gereksiz zaman kaybı ile ve tam altı black-out ile tempoyu da yitirince iyice tatsızlaşıyor, kabalaşan ironik dil bile oyunu kurtarmaya yetmiyor.
İşte tam da burada, Sinem Özlek'in dramaturgi çalışmasının boyutu ister istemez merak uyandırıyor.
YARATICI KADRO
Ayrıca, Kenan Ece'nin çevirisinde Carl'ın: "Hiç de mene" demesi gibi anlamsız, "pul fiyatı arttı" gibi dil yanlışları ciddi anlamda kulak tırmalamakta.
Hiç pul fiyatı artar mı yahu, olsa olsa posta ücretleri artar!
Neyse!
Cem Yılmazer-Aslı Ersüzer imzalı dekor, dört mekân için altı (gereksiz) black-out'un çok uzun sürmesine neden olacak kadar hantal.
Cem Yılmazer imzalı ışık tasarımı da (bana sorulursa) yönetmene sahne tonlaması ve atmosfer yaratımı sağlayarak yardımcı olmaktan bir hayli uzak.
Hilal Polat'ın giysileriyse ortama uygun...
Özgür Palancı'nın özgün müziği, öykü ve duygusal içerikle (mizah, acı, öfke), hareket ve dramanın teknik yönleriyle bir bütün oluşturabiliyor.
OYUNCULUKLAR
Oyunculardan Kenan Ece, sözcükler arasında boğuluyor, devinim, yüz ifadesi ve jestüel açıdan hayli zayıf kalıyor. Ece, coşkularını yönetmeyi ve o coşkuları izleyiciye okutmayı şimdilik bilmiyor.
Mustafa Üstündağ, duygulanımlarını soğukkanlılıkla üretemediği gibi, duygulanımlarını oyunculuk biçemi içerisinde listeleyemiyor, kategorilere bölemiyor. Bir de: "Keşke, bu rol için bıyığını kesebilseydi" dedirtiyor.
Didem Barçın, yer yer iyi olmasına karşın, genel anlamda gövdesiyle ruhu arasında ve de iç aksiyon ile dışa dönük hareketleri arasında uyum sağlayamıyor.
"Oyunda mise en scene" nasıldı diye sual eyleyecek olursanız, doğrusu Engin Alkan'ın sahne yönetimi hakkında iki çift lâf etmek hiç içimden gelmiyor.
Nedenini sorarsanız, Engin Alkan'ın ne söylesem alınganlık göstereceği herkes tarafından biliniyor.
Engin Alkan iyi bir tiyatrocu, ama nedense eleştirilmeyi pek sevmiyor.
Bu durumda, bana da değerlendirmenin "reji" bölümünü boş geçmek kalıyor.
(Kaynak: tiyatronline)
***
KÖHNEMİŞ BİR VAHŞET TİYATROSU ÖRNEĞİ: "ISLAH EVİ"
Yeni kurulan (içtenlikle uzun ömürler diliyorum) "ÇAMUR'dan tiyatro"nun ilk oyun olarak seçtiği Amerikalı yazar Norman Lock'un (1950) "Islah Evi" ("The House of Correction")’ni izlerken, Fransız oyun yazarı, aktör, yönetmen ve şair Antonin Artaud'yu (1896-1948) anımsadım.
Artaud'nun 1932 ve 1933 yıllarında tiyatroya getirdiği öneriler o tarihte her ne kadar etkisini göstermişse de, ortaya sürdüğü kavramlar uygulama açısından tiyatroculara uygun gelmedi; "Vahşet Tiyatrosu" giderek sevilmedi.
Dolayısıyla, "ÇAMUR'dan" gibi yeni kurulan bir tiyatro topluluğunun ilk oyun olarak Lock'un bu oyununu yeğlemesini (oyun 1996 Edinburgh Tiyatro Festivali'nde en iyi oyun seçilmiş olsa dahi) haklı çıkaracak nedenleri deşmek içimden gelmedi
KARAKTERLERİN "TERSİ-YÜZÜ"
Evet, doğrudur, Lock'un oyunu, "Vahşet Tiyatrosu" kıvamında bir oyun, ama oyunun el ilanında yer alan: "21. yy. insanının balonunu sıkı bir vuruşla patlattığı" savına katılma olanağını bulanın vallahi (amiyane tabirle) alnını karışlarım.
Daha oyunun ikinci tablosunda konunun nereye akacağı, sonunda ne olacağı ayan beyan belli olmakta… Yani şablon vahim!
Diğer taraftan, salonu dolduran 21. yüzyılın insanı, gerçekle yüzleşme ânının sarsıcılığını zerre kadar duyumsamadığı gibi, kendini sorgulama gereği falan da duymuyor.
"Vahşet Tiyatrosu"nun amaçladığı "çağın huzursuzluğu ve endişelerini yansıtma"nın Lock'un anlattığı olayla hiçbir ilgisi bulunmuyor.
Lock, iki saat boyunca 21. yüzyılın çok uzağında bir olay anlatıyor.
Oyundaki Marion, Steve ve Carl karakterleri, insan kişiliğini ve duygularını dilimlere ayıran psikolojik yaklaşımı yadsımaktan uzak kalıyor, karakterlerin "tersi-yüzü" seyirciye yansımıyor, oyun sıradan bir polisiye komedi-gerilim oyunu olmaktan öteye geçemiyor.
"Islah Evi"ni izlemek, yazarın psikotik şizofreni sağaltıcı uzuuun mu uzun replikleriyle, perde arası gibi gereksiz zaman kaybı ile ve tam altı black-out ile tempoyu da yitirince iyice tatsızlaşıyor, kabalaşan ironik dil bile oyunu kurtarmaya yetmiyor.
İşte tam da burada, Sinem Özlek'in dramaturgi çalışmasının boyutu ister istemez merak uyandırıyor.
YARATICI KADRO
Ayrıca, Kenan Ece'nin çevirisinde Carl'ın: "Hiç de mene" demesi gibi anlamsız, "pul fiyatı arttı" gibi dil yanlışları ciddi anlamda kulak tırmalamakta.
Hiç pul fiyatı artar mı yahu, olsa olsa posta ücretleri artar!
Neyse!
Cem Yılmazer-Aslı Ersüzer imzalı dekor, dört mekân için altı (gereksiz) black-out'un çok uzun sürmesine neden olacak kadar hantal.
Cem Yılmazer imzalı ışık tasarımı da (bana sorulursa) yönetmene sahne tonlaması ve atmosfer yaratımı sağlayarak yardımcı olmaktan bir hayli uzak.
Hilal Polat'ın giysileriyse ortama uygun...
Özgür Palancı'nın özgün müziği, öykü ve duygusal içerikle (mizah, acı, öfke), hareket ve dramanın teknik yönleriyle bir bütün oluşturabiliyor.
OYUNCULUKLAR
Oyunculardan Kenan Ece, sözcükler arasında boğuluyor, devinim, yüz ifadesi ve jestüel açıdan hayli zayıf kalıyor. Ece, coşkularını yönetmeyi ve o coşkuları izleyiciye okutmayı şimdilik bilmiyor.
Mustafa Üstündağ, duygulanımlarını soğukkanlılıkla üretemediği gibi, duygulanımlarını oyunculuk biçemi içerisinde listeleyemiyor, kategorilere bölemiyor. Bir de: "Keşke, bu rol için bıyığını kesebilseydi" dedirtiyor.
Didem Barçın, yer yer iyi olmasına karşın, genel anlamda gövdesiyle ruhu arasında ve de iç aksiyon ile dışa dönük hareketleri arasında uyum sağlayamıyor.
"Oyunda mise en scene" nasıldı diye sual eyleyecek olursanız, doğrusu Engin Alkan'ın sahne yönetimi hakkında iki çift lâf etmek hiç içimden gelmiyor.
Nedenini sorarsanız, Engin Alkan'ın ne söylesem alınganlık göstereceği herkes tarafından biliniyor.
Engin Alkan iyi bir tiyatrocu, ama nedense eleştirilmeyi pek sevmiyor.
Bu durumda, bana da değerlendirmenin "reji" bölümünü boş geçmek kalıyor.
(Kaynak: tiyatronline)