1 Mart 2013 Cuma

Bulunmaz Tiyatro'ya uğrayan Erkan Doğan da Tolstoy irdelemesi yaptı!

Erkan Doğan (ayakta ortada), Bulunmaz Tiyatro'daki bir "ANTRENMAN"da...

SHAKESPEAREOMANYAKLAŞTIRAMADIKLARIMIZDAN MISINIZ?


Erkan Doğan

1 Mart 2013

İlk olarak Kasım 1906'da "Rus Sözü" gazetesinde yayınlanan "Shakespeare ve Dram Sanatı" isimli makale, Tolstoy'un kuramsal çalışmalarının en önemlilerinin başında gelir. Lev Tolstoy'un, Eylül 1903'te yazmaya başladığı bu makale, 1904 yılının Aralık ayında tamamlandı. Ne var ki Tolstoy, bu çalışmasını sağlığında yayımlatmak istemiyordu. Fakat, dostlarının baskıları neticesinde Kasım 1906'da yayınlanmasına izin verdi. Ülkemizdeyse, ilk olarak, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'nın "Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi" kapsamında Eylül 2007 tarihinde Mazlum Beyhan çevirisiyle dilimize kazandırılan "Sanat Nedir?" isimli kitaba (çok yerinde bir kararla) dahil edilerek yayınlandı. Ne var ki, sert polemik ögeleri barındıran bu değerli metin, hem yurt dışındaki etik ve estetik algıları çarpıtılmış sanat sevicileri, hem de Türkiye entelijansiyası tarafından görmezlikten gelinmekte ve hakkında lehte ya da aleyhte yazılmış herhangi bir kritik metnine neredeyse hiç rastlanılmamaktadır. Bu alanda girişilen birtakım denemelerse, hem oldukça cılız kalmış, hem de konunun önemi göz önünde bulundurulacak olursa, kuramsal bir önem taşımaktan ne kadar uzak kaldıkları üzüntüyle görülmüştür.


Lev Nikolayeviç Tolstoy, ilk olarak Amerikalı yazar Ernest Howard Crosby'nin "Shakespeare ve İşçi Sınıfı" başlıklı çalışması için önsöz olarak yazmaya başladığı bu metinde, William Shakespeare'e karşı duyulan genel tapınmaya hangi noktalarda karşı çıktığını tam bir bilim adamı titizliğiyle irdeleyip, analiz ediyor. Doktor Johnson, Hazlit, Gallam, Shelley, Swinburry, Victor Hugo, Brandes gibi belli başlı isimlerin Shakespeare'i nasıl göklere çıkardıklarını, onların kendi cümleleriyle okuyucuya aktaran Tolstoy, bizlere Shakespeare efsanesinin nasıl ilmek ilmek örüldüğünü gösterdikten sonra, âdeta o ilmeği hiç acımadan hızla sökmeye başlıyor. Tolstoy, "Ozanların en yücesi" olarak kutsanan Shakespeare'in en çok "tapınılan" eserlerinden biri olan "Kral Lear" örneğinden yola çıkarak yapıyor bunu. Öncelikle "Kral Lear" hakkındaki övgü dolu sözleri ve bu oyunun hem biçim ve hem de içerik olarak ne kadar muhteşem(!) bir yapıt olduğunu belirten pasajları aktaran Tolstoy, beş perdelik bu oyunun detaylı bir özetini sunduktan sonra, söz konusu oyun üzerinden yola çıkarak tüme varıp, somut bir Shakespeare eleştirisi yöneltiyor. Tıpkı sanatsal namlusunu, sanat diktatörlerinin suratına korkusuzca doğrultan bir gerilla sanatçı gibi...


"Shakespeare ve Dram Sanatı" makalesinin sınırlarını göz önünde bulundurarak, "Kral Lear" oyununun özetini buraya, bu yazıma aktarmıyorum. Fakat, zâten pek çoğunuzun mâlumu olan "Kral Lear"ın, Tolstoy tarafından yapılan muazzam eleştirisinden bazı kısımları irdelememizde olağanüstü fayda var diye düşünüyorum. 


Dram sanatı, Lev Nikolayeviç Tolstoy'un da belirttiği gibi, oyun kişilerinin "kendilerine özgü" davranış biçimlerinin ve olayların “doğal” akışının sonucu olarak  dış dünyanın çelişkileriyle karşılaştıklarında bu çelişkilerle mücadele etmeleri ve bu mücadele içinde "kendilerine özgü" özelliklerin ortaya konmalarına dayanır. Ancak dram sanatının bu en temel özelliğine, yasasına "Kral Lear"da rastlayabilmek mümkün değil. Kaldı ki, dram sanatının temel niteliği hakkındaki bu hususa Shakespeare'i göklere çıkaran eleştirmenlerin de katılıyor hatta katılmakla da kalmayıp bu kriterleri adeta ilan ediyor, belirliyor olmaları da ayrı bir entelektüel nevrozun göstergesidir. Oyuna dönecek olursak, ortada hiçbir  geçerli sebep yokken Lear'ın iktidardan vazgeçmesi ve en değer verdiği kızının içtenlikle ifade ettiği hislerine değil de, diğer kızlarına inanması ve çok değer verdiği kızına haksızlık etmesi sanatın en temel koşulu olan "illüzyon" gerçeğini daha en başından ortadan kaldırıyor. Kaldı ki, bu mesele, oyunun dayandığı temel nokta ve mâlum trajedinin çıkış noktası. Oyundaki hâdiselerin İsa'dan 800 yıl önce yaşanmış olmasına rağmen, neredeyse tamamen Orta Çağ koşullarının hüküm sürmesi, döneme ait olmayan unsurların oyunda bol miktarda yer alması gibi etkenler bırakın trajediyi ya da dram sanatını, temel olarak sanatın isterlerine aykırı olan unsurlardır.


Sanat tacirleri tarafından yapılan övgülerin dayanaklarından biri de Shakespeare oyunlarında karakterlerin çok güzel çizildiği, ozanın en mahâretli olduğu alanlardan birinin de karakter yaratmak olduğudur. Ancak bir karakter yaratabilmek için öncelikle dil sorununu çözmüş olmak gerekir.  Yani ozanların ozanının çözemediği ya da daha iyimser bir ifadeyle söylemek gerekirse ihmâl ettiği şeyi…Yaratılan karaktere (her şeye rağmen mecburen "karakter" sözcüğünü kullanmak zorundayım) biçilen role, o karakterin kişisel özelliklerine, toplumsal konumu ve benzeri niteliklerine asla uymayan yapay, tumturaklı bir dil söz konusudur bu oyunlarda. Ancak bu noktada bile bir özgünlükten bahsedilebilirdi, eğer ulu ozan neredeyse her karaktere hatta "tip"e kendi sesini emânet etmemiş olsaydı. Evet, neredeyse herkes aynı şekilde konuşur, aynı zamansız tiratlar, uygunsuz espriler ve ille de şiirsel olmak zorunda olan o sahte duygusal ifadeler, vesaire…


Tolstoy, metnin bir başka kısmında, karakter yaratma meselesine paralel olarak, Shakespeare'in özgünlüğü sorunsalını da ele alır. Yine, "Kral Lear" örneğinden yola çıkarak, ozanın neredeyse tüm eserlerinin ve bu eserlerdeki tüm karakterlerin kendinden önce üretilen eserlerden alınma olduğunu belirtir. Örneğin "Kral Lear"ın "King Leir" isimli bir oyundan alındığını söyledikten sonra, kısaca bu iki oyunu, bir anlamda aslı ve sûreti karşılaştırır. Biraz önce yine iyimser bir ifadeyle "sûret" sözcüğünü kullandım. Ama üzülerek öğreniyoruz ki, "yüce ozan" bu konuda da sâbıkalı. Çünkü, bu iki oyun kıyaslandığında orijinal oyun "King Leir"in diğerine kıyasla  çok daha yetkin bir eser olduğunu görüyoruz. Orijinal metinde gereksiz ve abartılı bir üsluptan kaçınılması, karakter yaratımı ve olay örgüsü gibi noktalarda sanat isterleriyle örtüşen bir durum söz konusu iken, "yüce ozan"ın oyun üzerinde yapmış olduğu değişikliklerin, bırakın oyunu güzelleştirmesini, oyunu bir anlamda iğfâl ettiğini görüyoruz. Aynı durum, bir İtalyan novellasından alınan Othello için de aynen geçerlidir... 


"Kral Lear" ve "Othello" gibi tanınmış eserlerden yola çıkılarak Shakespeare'in bir oyun yazarı olarak eleştirisi yapıldıktan sonra "Peki ama ya o derinlikli sözler, her biri birer hikmet olan o sözler ne olacak?"a bir yanıt verir Tolstoy: "Bütün o özlü sözler, vecizeler  çok derin anlamlar içerseler bile şiirsel bir sanat yapıtına üstünlük niteliği katmazlar. Tam tersine, hiç gerekmediği hâlde yerli yersiz savrulan bu sözler yapıtın sanatsal değerini bereler."


Eğer, sanatsal bütünlüğü oluşturabilen temel niteliklerden söz edemiyorsak, o noktada sanatın temel isterlerinden olan yanılsama kuralından bahsetmemiz de mümkün olamaz. Bir duygunun âdeta enjekte edilir gibi bir  başka insana aktarılması (en azından aktarılmaya çalışılması) ve bunun neticesinde oluşacak duygudaşlıktan söz edilebilmesi için, her şeyden önce okuyucunun, seyircinin bu yanılsamanın bir parçası olabilmesi gerekir. Ne var ki, abartılı davranışların, bu davranışların daha da abartılı sonuçlarının, dil yoksunluğundan kaynaklanan "karakter"sizliğin hüküm sürdüğü bir oyunda sanatsal etkilenmeden bahsedebilmek mümkün değildir.


Buraya kadar ağırlıklı olarak biçim eleştirisi ön plandaydı. İçeriğe yönelik olarak getirilen eleştiriler, yine içerikteki uyuşmazlıkların ya da benzeri teknik sorunların biçimle olan karşılıklı etkileşimi üzerineydi. Tolstoy, metnin altıncı bölümünde, Hervinus gibi isimlerin "örneğine çok az rastlanan bir ruh sarrafı, yetkesi tartışılmaz bir etik öğretmeni, seçkinler seçkini bir dünya ve yaşam yöneticisi" olarak kutsanan ozanın eserlerini içerik yönünden irdeliyor.


Lev Nikolayeviç Tolstoy, Hervinus'un bu methiyeleri düzmesine yol açan hususları doğrudan alıntılar yaparak aktarıyor. Kısaca özetlemek gerekirse, Hervinus, Shakespeare'i, eylemliliği ve eylem hâlindeki insanı ön plana çıkardığı için, "altın orta yol" ya da "bilge ılımlılık" olarak da adlandırılan pragmatizmi için takdir ediyor. Ama bunlardan daha önemlisi ve daha vahimi, "yüce ozan"ın "eğitimli ve kültürlü" insanlar için yazdığını âdeta gururla dile getirmesi. "Dinsel yasalara ve kurallara boyun eğip duran" cahil, kaba saba, halk yığınları için değil yani. İnsanların büyük çoğunluğu için değil, yalnızca seçkin sınıflar ve onların çarpık estetik ve etik algılarına hitap edecek şekilde. 


"Özel mülkiyet, aile ve devlet kutsaldır. İnsanların eşitliği gibi bir düşüncenin ardından koşmak çılgınlıktan başka bir şey değildir." diye buyuran bu bilge kişi, "yüce ozan"ın da bu felsefi noktayı kendisine dayanak olarak belirlediğini ve bu doğrultuda üretimde bulunduğunu ve işte en çok bu yüzden yüce olduğunu belirtiyor...


Bir başka Shakespeare uzmanı G. Brandes da, buna paralel olarak insanın "bir amaç olarak etik"ten çok "amacın ahlakiliğinden" söz ediyor ve "amaç uğruna her yola başvurulabilir" ilkesinin ozanın temel düsturu olduğunu coşkuyla dile getiriyor. Her ne sebeple olursa olsun, sadece ve yalnızca eylemlilik, riyâ sosuna yatırılmış iğrenç bir pragmatizm, mevcut düzenin ne olursa olsun devamının sağlanması, amaca ulaşmak için her yolun mubah sayılması, şovenist İngiliz yurtseverliği. Hanımlar, beyler; işte huzurlarınızda "yetkesi tartışılmaz etik öğretmeni, yüce ozan" Shakespeare!...


Peki nasıl oluyor da, William Shakespeare, hatırı sayılır bir zamandan beri, neredeyse tüm dünyada tapınma derecesinde saygı görüyor? Shakespeare'in "yapıtları", nasıl oluyor da, neredeyse dinsel bir dogma gibi sanatsal bir dogma haline getirilebiliyor? Shakespeare, dokunulmazlık zırhının içinde, kutsallık fanusunun güvenli sığınağında kendine nasıl yer bulabiliyor? Bu soruya Tolstoy'un verdiği yanıt şu: 


"Yazara göre tiyatro da, diğer tüm sanatsal faaliyetler gibi dinsel bilince bağlı olarak doğup gelişmekte ve insan yığınları Tanrı'yla, birbirleriyle ve kendileriyle olan ilişkilerini, dinsel bir temel üzerinde inşâ edilen sanatsal yaratımla sağlamaktaydılar. Bu, insancıl ve saf Hristiyanlığın egemen olduğu dönemlerde böyleydi. Ama zamanla kilise Hristiyanlığının aracı amaç haline getirmesi, dinin insancıl yönünün ve sadeliğinin giderek ihmâl edilmesi ve bunun yerini "güzel"in, bir başka deyişle biçimciliğin alması, tarihsel seyri başka bir doğrultuya yöneltti. Beri  yandan, o zamana dek Hristiyan dünyada bilinmeyen Grek düşünürlerin ve sanatçıların eserlerinin  tanınmaya başlamaları da, bu süreçte etkili oldu. 15. ve 16. yüzyıllara gelindiğinde, artık dinsel kökenlerinden, Tanrı'ya hizmet etmekten çıkan sanat anlayışı, genel olarak biçimi önemseyen, güzeli merkeze koyan ve ahlâki olarak bir çöküntü içerisinde olan sefih kesime yönelik bir temâşâ aracı haline geldi..."


18. Yüzyıla gelindiğinde, manzara hemen hemen bu şekildeydi. 1711 yılının 14 Ekim günü dünya tiyatrosu açısından son derece önem taşıyan bir gündür. Çünkü bu tarih, hukuk eğitiminden sonra Frankfurt'a dönen ve o tarihlerde sanat çevrelerince otoritesi tartışılmayan Goethe'nin arkadaşlarına hitâben Shakespeare'le ilgili olarak konuşma yaptığı tarihtir. Bunun ardından işâreti alan diğer sanat tâcirleri ve estetik kuramcıları hızla bu konuda çalışmalar yapmaya başladılar. Hattâ Shakespeare'i yüceltecek sanat kuramlarını yarattılar. Yani minâreyi çalmadan önce kılıfını  hazırladılar. Tüm bu faaliyetler, öyle bir hâl aldı ki, hakkında binlerce cilt kitap ve makale yazılan "yüce ozan" için "Shakespeareoloji diye bir bilim dalı" bile türedi. Almanların, kendilerini bıktıran Fransız oyunlarından kurtulmak istemeleri, nesnel sanat kuramı adı altında yeni bir felsefi sanat anlayışının ön plana çıkartılmak istenmesi neticesinde o zamana dek esâmesi okunmayan bir ozandan William Shakespeare efsanesi yaratılmış oldu.


Beri yandan emperyalist kültürün dallanıp budaklanmasında en etkili işlevi gören kitle iletişim araçları da, Shakespeareomanya vebâsının giderek tüm dünyayı etkisi altına almaya başlamasına neden oldu. Dünyanın dört bir yanındaki sanat okulları, akademiler, konservatuvarlar, yerel ve/ya beynelmilel sanat diktatörleri sayesinde, mevcut durum perçinlenmiş oldu. Öyle ki, ideal sanat olarak sunulan türün en seçkin örnekleri "ulu ozan / yüce ozan"a âit olunca, nesiller boyunca hep o örnek alındı ve buna uygun eserler yazılmaya ve icrâ edilmeye başlandı. "Tiyatro = Shakespeare" anlayışı varoluş nedenlerine hizmet ettiği için mevcut durumun devamı adına gerekli tedbirler alındı.


Bu kitlesel hipnoz durumundan sıyrılmayı başaran az sayıdaki insan da, "SHAKESPEARE ÇIPLAK!" diyebilmenin bedelinin izole edilmek olduğunu bildikleri için, genellikle "mış gibi" yaptılar ya da sessiz kalmayı tercih ettiler. Beğenileri dışarıdan enjekte edilen ve bilinçleri telkinle şekillendirilen insan yığınları, ya coşkuyla "yüce ozan"ı göklere çıkardılar ya da tüm olan biteni sessizce seyrettiler. Yani William Shakespeare'in hedef kitlesi içinde yer almayan cahil, bağnaz, kaba saba halk kesimleri... Ozanın eserlerinin sahnelendiği binaların çivilerini çakan ve kalaslar taşıyan insanlar... Sanat ya da başka bir alanda söz sahibi olmaya utanan, çekinen insanlar. "Bizim ne haddimize!" diyenler. "Eğer tüm bu kuramcılar, bu kelli felli adamlar, isimlerinin önünde bir dolu unvan bulunan bu büyük şahsiyetler, Hamlet'in 'karakter'sizliğinde bile muazzam bir hüner bulan bu zevat, 'William Shakespeare bugüne dek görülmüş en büyük deha, tüm zamanların en büyük ahlakçısı' diyorlarsa, elbet bunun bir doğruluğu vardır!" diye düşünen insanlar. İnsanların eşitliği gibi uçuk kaçık fikirlerin ardından koşacak çok sayıda  ÇILGIN insanı belki de farkında bile olmadan âdeta bir Mesih bekler gibi bekleyen insan yığınları...


Bu noktada şunu belirtmem gerekiyor: Aslına bakarsanız Shakespeare'in bunca sevilmesi vesaire ikincil derecede önem taşıyan bir durum. Burada asıl önemli ve tehlikeli olan şey, bu konuda ya da herhangi bir konuda alt yapının üst yapıyı bu kadar güçlü ve etkili bir şekilde etkileyebilmesi, etkilemekle de kalmayıp doğrudan biçimlendirmesi, belirleyebilmesi!... Reklâmlar aracılığıyla asla ihtiyacımız olmayan şeylere çok ihtiyacımız olduğuna inandırılmamız ve tüm hayatımızı o şeylere sahip olmak için çalışarak geçirmemiz gibi tıpkı... Neyin iyi, neyin kötü olduğunu zihinsel yetilerimizle değil de, otoritelerin iki dudağının arasından çıkan cümlelerle bulabilmemiz... Asıl tehlikeli olan şey kitlesel hipnozun sanatsal alanda görülen bu zihinsel uyuşukluğa nasıl da böylesine sebep olduğunun farkında bile olmamamız. "Yüce sanat" diye ideal olarak gösterilen şeyin çok küçük yaşlardan itibaren insanlara sunulması ve genç sanatçıların kendilerine rehber olarak bunları seçmesi tehlikeli bir şey... Tehlikeli olan şey, birileri çıkıp da herhangi bir dogmaya dokunduğunda, ya korkunç bir şekilde LİNÇ edilmeye çalışılması ya da görmezlikten gelinerek yok sayılması, izole edilmesi... Asimilasyon saldırısını püskürtmeyi başaranların, izolasyon zindanına mahkûm edilmeleri... Sanat gibi özünde provokatif  ve hırçın olan bir şeyin akademilerin  koridorlarına hapsedilmeye çalışılması... Entelektüel köle sahiplerinin itaat etmeyen zihinleri iğdiş etmeye çalışmaları. Sonuçta ortaya çıkan şey, adına "sanat" dedikleri sıradan, yapay-sanal, içtenlikten uzak, sıradan bir temâşâ ve eğlence anlayışı. İnsanlara varoluşlarının anlamını sorgulamayı, gezegenimize âit hayatî sorunları unutturan, onları uyutturan bir anti-depresan gibi sanki. 


Tolstoy, her ne kadar sanat anlayışını dinsel bir temel üzerine inşa etmiş olsa da, toplumsal duruma Marksist sanat anlayışı çerçevesinden bakacak olursak, sonuç olarak neredeyse aynı noktada buluştuğumuzu görüyoruz. Kitapta "dinsel bilinç" olarak geçen ifadeleri "sınıfsal / insansal bilinç" olarak değiştirecek olursak eğer, özünde aynı kanaatte olduğumuz rahatlıkla söylenebilir. Tabiî ki bu konu, başka bir makale yazılmasını gereksiniyor. Bunu ayrıca "Sanat Nedir?" kitabı üzerine yazacağım makalede daha ayrıntılı bir şekilde ifade etmeye çalışacağım.


Son olarak, 2011'de gösterime giren, senaryosunu John Orloff'un yazdığı ve yönetmenliğini Rolland Emmerich'in üstlendiği Anonymous, bu konuda farklı bir hikâye sunuyor izleyiciye. Her ne kadar gişe kaygısıyla hareket ettikleri için sıradan bir dönem filmi olmanın ötesine pek geçememiş olsalar da, Shakespeare gibi bir tabuya farklı açılardan yaklaşmış olmaları önem taşıyor. Kurgusal bir yapıt söz konusu olduğu için, tarihsel gerçekliğin saptırılmış olması gibi bir eleştiri yöneltmemiz doğru olmaz ama yine de Tolstoy'un yazdığı "Shakespeare ve Dram Sanatı Üzerine" metninin içeriği akıldan çıkarılmadan seyredilmesini tavsiye ederim. Entelektüel anlamda kafa açan insanlara ve onların eserlerine bugün her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Ben, sanatın dünyayı değiştirebileceğine inanan insanlardanım. Ama insanı uyuşturan değil sarsan, "öteki" ile arasında ne kadar çok ortak noktası olduğunun farkına vardıran, duygudaşlık köprülerini kuran, sorgulamasına vesile olan, bencil hazların ya da kösnül arzuların değil, insanî dayanışmanın ve "biz"in o muhteşem âhengini anımsatan, harekete geçiren farkında olma hâlinin oluşmasına katkı sağlayan sanatın... Kim bilir, belki de o zaman, insanların eşitliği gibi bir düşüncenin ardından koşan ÇILGINLARIN sayısı bugünküne kıyasla çok daha fazla olur.