Erkan Doğan (ayakta ortada), Bulunmaz Tiyatro'daki bir "ANTRENMAN"da...
"Dikkatle baktığınızda halk yığınlarındaki cehaletin genel olarak düşündüğümüzün tersine, okul ya da kitaplık eksikliğinden değil, kiliseye ya da yurt sevgisine duyulan kör inançlardan kaynaklandığını görürsünüz; bütün sanat kolları tarafından dur durak bilmeksizin üretilen kör inançlara gömülmüştür halk boğazına dek." "Sanat Nedir?" Lev Nikolayeviç Tolstoy
Erkan Doğan
Ayrıca bakınız:
Sosyalist Sanatçı Hilmi Bulunmaz yönetimindeki Bulunmaz Tiyatro - İstanbul'a üç "antrenman" önce bir Shakespeare hayranı olarak katılan Erkan Doğan, sağlam bir Tolstoy değerlendirmesi yaptı!...
"Dikkatle baktığınızda halk yığınlarındaki cehaletin genel olarak düşündüğümüzün tersine, okul ya da kitaplık eksikliğinden değil, kiliseye ya da yurt sevgisine duyulan kör inançlardan kaynaklandığını görürsünüz; bütün sanat kolları tarafından dur durak bilmeksizin üretilen kör inançlara gömülmüştür halk boğazına dek." "Sanat Nedir?" Lev Nikolayeviç Tolstoy
Erkan Doğan
9 Mart 2013
Sanat kavramının, zamanla içeriğinin boşaltılarak, sadece biçem hâline dönüştürülmesi ve yozlaştırılmasına rağmen, hâlâ varlığını sürdürebilmesini, "sanat eseri gibi" eserlerin varlığıyla açıklayan Tolstoy, bunun "ödünçleme, öykünme, şaşırtma, ilginç olma" gibi hilelerle sağlanabildiğini belirtiyor... Bu dört unsuru, ayrıntılı bir şekilde açıkladıktan hemen sonra da, sanat üreticilerinin sanat tüketicilerini birtakım efektlerle nasıl yanılttıklarını ve "sanat eseri gibi" olan eserlerin nasıl gerçek sanat olarak kabul gördüğünü açıklıyor. Dolayısıyla, neredeyse belirli biçimlerde formüle edilen sanatın(!) âdeta laboratuvarlarda üretilen bir ilaç gibi pazarın gereksinimlerine göre üretildiğini belirten Tolstoy, hazır reçetelere göre üretilen taklit yapıtların, gerçek sanat yapıtlarının yerine geçerek, haksız yere sanat ortamını işgâl ettiğini iyice kanıtlıyor...
Tolstoy, "Sanat Nedir?" adlı eserinin on ikinci bölümünde, sanatın yozlaşmasına neden olan diğer faktörleri tam olarak analiz ediyor. Temel olarak üç faktörü ön plana çıkaran Lev Tolstoy, ilk olarak "profesyonellik" meselesini ele alıyor... Yalnızca ürettiği eserlerle geçimini sağlamak isteyen ve sanat işinin dışında herhangi bir işle uğraşmaktan kaçınan sanatçıların, böylelikle kendilerini hayattan yalıttıklarını ve bu yalıtılmışlığın onların zihinsel dünyalarını ve yaratıcılıklarını körelttiğini çok net bir biçimde bizlere anlatıyor...
İkinci olarak da, "sanat değerlendirmesi ve sanat eleştirmenleri" meselesini irdeleyen Tolstoy, böylelikle eleştirmenlerin varoluş nedenini sorguluyor. Eğer eleştirmen, sanatı açıklamak için varsa, ele alınacak eserin, kesinlikle sanat eseri olamayacağını, çünkü gerçek sanat eserinin açımlanmaya ve izâh edilmeye asla gerek duymayacağını belirtiyor. Beri yandan, sanat eleştirmenlerinin ve otoritelerin yazıp çizdikleriyle insanların beğenilerini hızla iğdiş ettiklerini ve göklere çıkararak genç sanatçılara örnek olarak sundukları eserlerle taklit sanatın önünü açtıklarını örnekliyor.
Üçüncü ve son olarak, "sanat okulları" meselesini somut olarak ele alan Tolstoy, bir mesleğe dönüşen sanatın belirli formüllerinin ve yönteminin öğretildiği sanat okullarının, gelinen bu olumsuz noktada çok önemli payı olduğunu ifade ediyor. Ancak sanatçının yaşadığı kendine özgü bir duygunun diğer insanlara aktarımının bu okullarda öğretilmesinin kesinlikle mümkün olmadığını ve bu okullarda sadece ve yalnızca "sanat eseri gibi" eserler üretmenin hilelerinin öğretileceğini belirtiyor. Tabiî ki, bu okullarda, ideal olarak sunulan akımların ve bu akımların idol olarak kabul edilen isimlerinin yapıtları merkeze konacağı için ve buna paralel olarak öğrenci yetiştirileceğinden, çok fazla sayıda genç sanatçının ve/ya sanatçı adayının daha erken yaşlarda sanatsal beğenilerinin, etik algılarının çarpık hâle geleceğini "iki kere iki dört" gibi kanıtlıyor...
Hristiyanlığın tarihsel süreç içerisinde yalın insancıl özelliklerini yitirmesi, bunun yerini, Lev Tolstoy'un neredeyse "puta taparlık" ile eşdeğerde gördüğü kilise Hristiyanlığının almaya başlaması, toplumun egemenlerinin dinsel bilinçten uzaklaşmaları ve eski zamanların eserleriyle tanışmaları, ahlâki açıdan kendilerine yeni bir merkez belirleyememeleri ve giderek dünyevî tutkuları, hazzı yaşamlarının tam olarak merkezine almaları, yozlaşmanın sanata olan yansıması sonucunda da sanatın giderek içeriksizleşmesi ve biçimciliğin ön plana çıkması, sanatın yegâne öneminin haz verip vermemesi kriterlerine indirgenmesi ve tüm bu alt yapıya paralel olarak sanat kuramcılarının, estetik bilimcilerin, sanat üzerine yazı yazan eleştirmenlerin ve sanatçı yetiştiren okulların, kitle iletişim araçlarının olumsuz etkileri neticesinde sanatın gelinen noktada neredeyse, yokluğunun varlığından daha hayırlı olduğunu, güçlü bir ısrarla öne sürüyor Lev Tolstoy. Öyle ki, kendi eserlerinin dahî, gerçek sanat kategorisine asla konamayacağını söyleyen Tolstoy, "Tanrı Gerçeği Görür" ile "Kafkasyalı Tutsak" isimli öykülerinin dışında kalan bütün yapıtlarının, eleştirmiş olduğu sanatın içinde olduğunu açık yüreklilikle, çok anlaşılır bir dille iyice belirtiyor...
Sanatsal yozlaşmanın, hayatın diğer alanlarındaki yozlaşmalarıyla doğrudan karşılıklı etkileşim içinde olduğunu ve böylelikle ortaya sadece kötü yapıtların çıkmakla kalmadığını, insanların da ahlâki açıdan bir çöküntü içine girmeye başladıklarını belirten L. Tolstoy, insanların has kardeşlik öğretisine bağlı olarak bütünleşmelerinin, sanatsal üretimin, sanatsal faaliyetlerin uzağında kalan halkın da "yaratıcı" etkinliğin içinde doğrudan yer almasıyla ancak mümkün olabileceğini, "özgünlük, açıklık ve içtenlik" ilkelerine tam uygun olarak üretilen eserler aracılığıyla insanlar arasında duygudaşlık köprülerinin kurulabileceğini ve insanlığın "yüceye doğru yaptığı yolculukta" sanatın asıl işlevinin bu olduğunu açıkça ifâde ediyor.
***
Bu yazının sonucuna erken gitme isteğim yada eleştirinin eleştirisi
"Doğrusal işaret bağlantıları veya yazara bağlı yazı konuşma bağıntısı arasında iki tek anlamlı uyum olmadığını açıkça görebiliriz ve bu çoklu referans taşıyan, çok boyutlu makinik kataliz de yoktur. Ölçek simetrisi, kesişim geometrisi, genişlemelerinin hastalıklı tutarsız karakteri, bütün bu boyutlar bizi ara değeri dışlama mantığından alıkoyar ve daha önce eleştirdiğimiz ontolojik binarizmi reddimizi güçlendirir." Felix Guattari
Şimdi, "Sanat kuramı ile ilgili bir yazıda bu alıntı da neyin nesidir böyle?" diye sorabilirsiniz... Buna benzer bir soruyu ben de, Lev Nikolayeviç Tolstoy'un "Sanat Nedir?" isimli kitabındaki "sonuç" bölümünü okurken sordum. Çünkü Lev Tolstoy, toplamda yirmi bölümden oluşan eserinin on dokuz bölümünde sanat kuramını iyice analiz ederken, "sonuç" bölümünde çağının bilim anlayışını mahkûm ediyor... Oysa ben, ilk bakışta sanat ve bilim arasındaki bağlantıyı kuramamıştım. Ama meseleye biraz daha geniş açıdan baktığımda, bilimle sanatın, insanlığın hakîkati kavrama isteğinin ve hem kendini, hem de bir parçası olduğu böyle muazzam kâinatı anlama çabalarının bir aracı olduğu gerçeği gördüm. Âdeta bir "yap-boz"un küçük parçaları gibi hayattaki her şeyin diyalektik bir yapı içerisinde karşılıklı (doğrudan ve/ya dolaylı olarak) etkileşim içinde olduğunu anladım. Zâten bildiğim "diyalektik" kavramını, "Sanat Nedir?" adlı kitabın içerisine yedirilmiş olarak serpiştirilmiş olduğunu anlamam, bana, bu kitabı, defalarca okuma isteği verdi.
Lev Tolstoy, insanlığın geldiği noktada, bilimin insanlığı doğrudan ilgilendirmeyen konularda çalışmalar yaptığını belirtiyor. Özellikle deneysel ve doğal bilimlerin "sanat için sanat" kuramına benzeyen bir şekilde "bilim için bilim" kuramını benimsediğini, çalışmalarda egemenlerin hayatını kolaylaştıracak unsurlara önem verdiklerini belirtiyor. Bilim laboratuvarlarında yapılan çalışmalarda, dünya halklarının refahı, mutluluğu gibi buluşların sağlanmasına yönelik denemeler yerine, daha çok "tayf çözümlemesi yapmak" ya da "domuz balıkları" adıyla anılan balıkları kesip biçmek gibi şeylerle uğraşıldığını ifade ederek, "Bilim Nedir?" kitabı yazmayı öneriyor!
Tıpkı sanat alanında olduğu gibi, bilim alanında da kalabalık insan topluluklarının ihtiyacı ya da beklentisinden çok, azınlığı teşkil eden egemenlerin ihtiyacı ve beklentisi doğrultusunda çalışmalar yapıldığını belirtiyor. Tolstoy'un, on dokuzuncu yüz yılda kaleme aldığı satırları okurken, insan bugünkü durumu düşünmeden asla edemiyor. Bugün, dünyadaki nüfusun yüzde yirmisi, kaynakların yüzde seksenini tüketiyor... Dünyadaki askerî giderlere yapılan harcamalar, "gelişmekte olan(!) ülkelere yapılan yardımlar"dan on iki kat daha fazla. Her gün beş bin insan, kirli içme suyu nedeniyle ölüyor. Bir milyar insanınsa, temiz içme suyuna ulaşma imkanları kesinlikle yok. Bir milyara yakın insan aç geziyor. Her yıl, dünyada reklâmlar için beş yüz milyar dolar harcanıyor. Birleşmiş Milletler araştırmalarına göre, harcanan bu rakamın yüzde onu, dünyadaki açlık sorununu büyük ölçüde gidermeye yeterli... Ve böylesine bir manzarayla karşı karşıya kalmışken bilimin, teknolojinin ne kadar ilerlediğinden, teknolojik ilerlemeden vesâire bahsetmek, sanatın, günümüzdeki hâliyle bize esenlik getireceğine inanmak kadardır...
Modern sanat adı altına saklanarak yapılıp, özellikle postmodern masallarla desteklenen sanat yanılsaması, bir başka deyişle "sanat gibi" olma hâli, sanat kavramının, her gün daha hızlı yozlaşmasına hizmet ediyor. Kendilerini daha aydın, daha eğitimli ve daha öncü olarak gören insanlar, sanat galerilerinden "ayrıcalıklı oluşlarına ilişkin yeni bir diyet daha ödediklerini ve bu ayrıcalıklarını yeniden pekiştirdiklerini düşleyerek" ayrılıyorlar. Best-seller (çoksatar) olarak sınıflandırılan kitaplar birkaç hafta boyunca konuşulduktan ve adı üstünde "bol miktarda satıldıktan" ve iyice tüketildikten sonra tarihin çöp sepetindeki yerini derhal alıyor. Sinemalarda seyrederken, zaman zaman uyukladığımız filmleri, üzerimizde herhangi bir etki bırakmadıkları için, daha sinema kapısından çıkmadan unutuveriyoruz. Yaz aylarında binlerce insanı dans pistlerinde coşturan şarkılar, bir sonraki yaz mevsiminde çoktan ömrünü tamamlamış oluyor. Sahnelerdeki oyunlar, ya geçmişin sanat tanrılarının gösteri peygamberliğine öykünüyor ya da ilerici hamleler yapmak adına giderek soysuzlaşıyor. Geçmişte olduğu gibi, günümüzde de sanatı destekleyen ve sanat üreten varsıllar ya taklit yapıtları finanse ediyor ya da daha vahimi sistemin dışladığı belli grupların "dramlarını, acılarını" ele alan yapıtları daima öne çıkarıyor. Ama bunu yaparken içtenlikten ve yalınlıktan çok uzak kaldıkları için, tabiî ki, bu ürünlerin tüketicileri de, yine üreticileri ya da o sınıfa mensup insanlar oluyor. Başka türlüsü olası değil...
Bu konuyla ilgili olarak paylaşmak istediğim önemli bir anekdot var. Geçtiğimiz yıl 8-12 Aralık tarihleri arasında "Documentarist- İstanbul Belgesel Günleri" kapsamında Salt Beyoğlu, Aynalı Geçit, Dutch Chapel ve Tütün Deposu / Cezayir mekânlarında belgesel gösterimleri yapıldı. "Hangi İnsan Hakları?" temasının uygun görülerek düzenlenen festivale ilk gün dışında düzenli olarak hep katıldım. Gerçekten de sözünü hiç sakınmayan, hem estetik hem de içerik olarak çok yetkin filmler seyrettim. Azınlıkların sorunları, emeğini satarak asla geçinemeyip sadece hayatta kalmaya çalışan yoksulların çok acı dramları, cinsel yönelimleri nedeniyle dışlanan insanların yaşadığı önemli sorunları işleyen filmler vardı. Ama o salonlarda, her gün karşılaştığımız normallikte olağan halk yoktu.
Genel olarak, şehrin iyi eğitim almış ve belirli bir sosyo-ekonomik grubunun üyeleri oradaydılar. Fakat, ne anadilini konuştuğu için baskı gören Berfin teyze, ne de Diyarbakır'ın ünlü çöplüklerinden çocuklarına azıcık yiyecek aramaya çıkmış Baran amca oradaydı...
Festivali düzenleyen bayanlar ve baylar bunun kendi sorunları olmadığını ve kapılarının herkese açık olduğunu söyleyebilirler... Ancak, bu yazının buraya kadar gelen bölümünde ifâde etmeye çalıştığım durumları göz önünde bulunduracak olursak, olup bitenlerin doğal sonucunun bu olacağını tahmin etmek çok da zor olmasa gerek. Bu konuda anlatmak istediğim ikinci anekdot şu:
Salt Beyoğlu'nda seyrettiğim bir filmin ardından biraz hava almak için dışarıya çıktığımda, o ânda oradan geçmekte olan iki delikanlı mekâna bakarak; "Burada ne var acaba?" sorusunu birbirlerine sormaya başladılar. Bu iki delikanlı, öyle zannediyorum ki, asgarî ücretle günde en az on iki saat çalışan çocuklardı ve içeri girip de bakmaya çekiniyor, hattâ korkuyorlardı. Çünkü bu mekân onları çekmiyor, aksine iyice itiyordu. Derken bir tanesi tüm cesaretini toplayıp içeri girmek için bir hamle yaptı. Ama arkadaşı kolundan çekerek onu oradan uzaklaştırıverdi. İçeri girselerdi bile, güvenlik görevlilerinin ve katılımcıların kendilerine pek de şirin gözlerle bakmayacaklarını tahmin etmek çok mu acımasızca olur? Bilmem!
Bilim ve sanat meselesine yine dönecek olursak, Peter Medawar'ın 1968'deki "Bilim ve Edebiyat" başlıklı konferansından küçük bir alıntı yapmak yerinde olur diye düşünerek sizlere sunuyorum:
"Stil en önemli amaç hâline gelmiştir. Hem de nasıl bir stil?! Benim için bu, havalı ve yüksekten yürüyen, kendini beğenmişlikle dolu, bir baletin alkış almak için daha önce üzerinde çalışılmış yapay duruşlarında yükseldiği gibidir. Modern düşüncenin kalitesi üzerinde içler acısı bir etkisi olmuştur."
Hâl böyle olunca, ortalık Guattari'ninkilere benzeyen akademik, bilimsel(!) makalelerle dolup taşıyor. İçeriksizliği ya da içerikteki sahteliği örtmek için de, anlaşılmazlık kılıfına sarılıp sarmalanmış makalelerle doluyor her yer. Bunları okurken kusmak istiyorum!
Tolstoy'a göre, bilim de tıpkı sanat gibi varoluş nedenine uygun bir biçimde ele alınmalı ve belirli bir sınıfın çıkarları ve beklentilerine göre değil, halkın hayatının kolaylaşması için gerçekleştirilmelidir. Lev Tolstoy'a göre sanat, özgün, içten ve yalın olmalı ki, bu sayede sanatçının gerçekte ya da düşlemlerinde hissettiği hoş bir duyguyu ve/ya düşünceyi diğerlerine aktarmasını sağlayabilmelidir... Bunu yaparken, her şeyden önce, o duyguyu, sanatsal bir form içinde yeniden "yaratmalı", bunu oluştururken mutlaka içten olmalıdır.
Tolstoy'a göre, sanat, tüm halka hitâp edebilmeli, sanatın işlevsel olarak icrâ edilebilmesi için, ter akıtan insanlar sanattan mahrum kalmamalı, üretim ve etkinliklerde bizzat yer alabilmelidir. Sanatın içeriği, dinsel bilinçle şekilleneceği için, evrensel kardeşlik ilkesine uygun üretimde bulunulmalı, insanlığın "yüce olan" kavramına doğru yaptığı yolculukta sanat, varoluş gereğine uygun olarak işlevini yerine getirmelidir. Tolstoy, bunu sürekli vurguluyor!...
Tolstoy'un, sanat konusunda bizlere sunduğu reçete, ruhânî bir reçetedir. Lev Tolstoy'a göre, Hristiyan sanatı, (ki kendisi bunu "günümüz sanatı" diyerek genelleştiriyor) "Katolik sanat" olmak zorundadır... Böylece, Tolstoy'un idealize ettiği "Katolik sanat", evrensel olmanın ve bütün insanları birleştirmenin kapılarını aralayacaktır. Tolstoy, sanat kuramını dinsel bilinç üzerine inşâ ettiği için, özünü hiç yitirmemiş, gayet yalın ve insancıl bir Katolik inancını da sanat anlayışının merkezine koyuyor. Öyle düşünüyor!
Tolstoy, "Sanat Nedir?" kitabında Hristiyan sanatını ikiye ayırıyor: İlki, dinsel bilinçten kaynaklanan duyguları aktaran dinsel sanat ve diğeri ise gündelik yaşama ilişkin, dünyadaki bütün insanların anlayabileceği duyguları aktaran evrensel sanat. Bu çok önemlidir. Çünkü Lev Tolstoy, insanoğlunun ulaşabileceği en yüksek refah düzeyine, ancak kendi aralarında tam birleştiğinde erişebileceğine inanır. İnsanoğlunun gönenç ve esenliğe ancak bütün insanların kardeşliğiyle ulaşabileceğini iddia eder. Tolstoy, bunu vurgular!...
Lev Tolstoy'un yukarıdaki görüşüne şahsen katılmakla birlikte, bir noktada itirazda bulunmadan edemeyeceğim. Günümüz sanatının Katolik olmak zorunda olduğu fikrine ivedilikle itiraz ediyorum!... Çünkü evrensel birliği, kardeşliğimizi ve bütün dünya halklarının farklılıklarıyla birlikte bir uyum içerisinde hareket edebilmelerini sağlayacak olan şey, bence ne Katolik ahlâkı, ne de bir başka dinin öğretileri olabilir. Gezegenimizdeki farklı inanış biçimlerini göz önünde bulunduracak olursak, herhangi bir dinin buyruklarına ve ahlâki öğretilerine göre sanat isterlerini belirleyemeyeceğimizi düşünüyorum. Tam da bu sebeple, sanat bütün dinlerden, ulusal prangalardan, sermayenin taleplerinden ve otoriter devletlerin baskıcı yönetimlerinden âzâde olabildiği ölçüde gerçek sanattır!...
Yukarıdaki nedenle, Lev Tolstoy'un sanat anlayışına özü itibariyle katılıyor olsam bile, onun "dinsel bilinç" kavramını sürekli olarak ön plana çıkardığı noktalarda "sınıfsal bilinç" kavramını anmadan edemiyorum, ki biz buna sürekli "enternasyonal bilinç" diyoruz... Bizimkisi, Tolstoy'un dile getirdiği sanat görüşünün kızıl renklisi!
Katolik inancıyla Hristiyan sanatını, Hristiyan sanatı ile günümüz sanatını eşdeğer tutan yazarın, bir Batılı hastalığı olan Oryantalizm sularında seyrettiğini düşünüyorum. Evrensellik iddiası olan bir düşünürün tüm dünyaya reçete olarak Katolik sanatı salık vermesi bana tutarlı gelmiyor. Lev, her ne kadar, Hristiyan sanatını iki alt başlığa ayırarak, ikinci kategoriyi kısmen de olsa dinden bağımsız olarak ele alıyor ve gündelik duyguların herkesçe anlaşılabilirliği ilkesinden bahsediyor olsa da, bu başlığı da Hristiyan sanatı üst başlığına bağlıyor oluşu, bence sorunlu bir yaklaşıma evriliyor!...
Lev Tolstoy'un Marksizm'e karşı olan mesafeli duruşu ve dünyevî zevkleri ve hazzı ön plana çıkaran nesnel sanat kuramını da toptan reddediyor oluşu nedeniyle, elinde kalan tek enstrümanın din ve Katolik inancı olması beni şaşırtmıyor. Ama buna rağmen, "Sanat Nedir?" kitabının bütününe baktığımızda, yazarın emekçi halklara olan sevecen yaklaşımı ve evrensel kardeşlik ilkesine verdiği değer ve egemenlerin değil de, halkın öz çıkarlarını hep ön planda tutuşu onun neredeyse "Katolik bir komünist" olduğunu düşünmemize yol açıyor. En azından, kendini "Sol"da tanımlamalarına rağmen, sadece kendi gemisini kurtarmaya çalışanlarla kıyaslanmayacak kadar tutarlı, içten ve sahici bir sanat kuramı koyuyor ortaya…
Ben, sanatın, dünyayı değiştirmek için sahip olduğumuz araç ve gereçlerden biri, en önemlisi olduğuna inanıyorum. Nüfusun çok küçük bir kesiminin üretici ve katılımcı olarak "tükettiği" bir sanat anlayışından çok, bütün insanların, hem üretim, hem de üretilene ulaşımı anlamında eşit oldukları bir zamanın hayalini kuruyorum.
Sermayenin, yani sanatı finanse eden varsılların, devlet erkânının ya da aklî temele dayanmayan gelenek göreneklerin, resmî dinin buyruklarına göre değil, tam bağımsız, özgür düşünceli insanların üretecekleri gerçek sanat eserlerinin tüm dünyada etkili olacağı ve tüm sanat mekânlarını ele geçireceği ânın hayalini kuruyorum!...
Şan, şöhret elde etmek, para kazanmak ya da birilerini memnun etmek için değil, sadece ve yalnızca kendi içlerindeki güçlü sarsıcı duyguları neredeyse bir vecd hâlinde dışa vuran, bunu yaparken, mümkün olan en etkileyici biçime, biçeme, içeriğe, öze ulaşmaya çalışan sanatçıların yetişebilecekleri ortamın hayalini kuruyorum.
O sanatçılar ki, biçimi öze, özü biçime asla fedâ etmeyecek kadar gerçek sanatçılar olacaklardır. Evrensellik ilkesini es geçmeyerek, tüm insanlara hitâp eden, insanlığa ve genel olarak kâinata ilişkin sorunları ele alan, ama bunları slogan atmadan, zarif bir şekilde gerçekleştiren, tıpkı kadife eldiven içindeki demir bir yumruk gibi, sahteliğin suratına inen bir güçlü sanatın hayalini kuruyorum!...
Yazımı, 2003 yılında gösterime giren, İspanyol yönetmen Achero Manas'ın "Noviembre" adlı filminden küçük bir alıntıyla bitirirken, "Sanat Nedir?" adlı bu değerli kitabı, duyacağı yeni cevaplardan korkmadan soru sorma cesaretini gösteren herkese öneriyorum.
"Bugün, tiyatro sanatı ve genel olarak sanat gerçekten kokuşmuş durumda. Ticaretin, yönetici odalarının pis kokusu, devlet memurları, ticaret, reklâmcılık, âdet, konfor, boş zaman, can sıkıntısı, bürokrasi ve yalan!...
Sanat dışında her şey var! Sadece sanat ticareti ya da sanat borsası veya sanat teşvikleri ticareti... Sadece bir başka banka hesabı, sayıları toplama sanatı!…
İnanıyoruz ki, sanat insanların kalbini değiştirebilir... Onlara güç verebilir... Sanat insanlara yaşamı ve varoluşlarını hissettirebilir... Sanat her erkeğin ve kadının ruhuna erişebilir... Sanat toplumsal şuur getirir, bizleri daha iyi insan yapar. Sanat evrensel olabilir, sınırsız, dinden bağımsız ve ırktan bağımsız. Sanat bir silah olabilir, ama bir dekor asla, gerçek bir silah. SANAT GELECEKLE YÜKLÜ BİR SİLAHTIR!..."
***
Sanat kavramının, zamanla içeriğinin boşaltılarak, sadece biçem hâline dönüştürülmesi ve yozlaştırılmasına rağmen, hâlâ varlığını sürdürebilmesini, "sanat eseri gibi" eserlerin varlığıyla açıklayan Tolstoy, bunun "ödünçleme, öykünme, şaşırtma, ilginç olma" gibi hilelerle sağlanabildiğini belirtiyor... Bu dört unsuru, ayrıntılı bir şekilde açıkladıktan hemen sonra da, sanat üreticilerinin sanat tüketicilerini birtakım efektlerle nasıl yanılttıklarını ve "sanat eseri gibi" olan eserlerin nasıl gerçek sanat olarak kabul gördüğünü açıklıyor. Dolayısıyla, neredeyse belirli biçimlerde formüle edilen sanatın(!) âdeta laboratuvarlarda üretilen bir ilaç gibi pazarın gereksinimlerine göre üretildiğini belirten Tolstoy, hazır reçetelere göre üretilen taklit yapıtların, gerçek sanat yapıtlarının yerine geçerek, haksız yere sanat ortamını işgâl ettiğini iyice kanıtlıyor...
Tolstoy, "Sanat Nedir?" adlı eserinin on ikinci bölümünde, sanatın yozlaşmasına neden olan diğer faktörleri tam olarak analiz ediyor. Temel olarak üç faktörü ön plana çıkaran Lev Tolstoy, ilk olarak "profesyonellik" meselesini ele alıyor... Yalnızca ürettiği eserlerle geçimini sağlamak isteyen ve sanat işinin dışında herhangi bir işle uğraşmaktan kaçınan sanatçıların, böylelikle kendilerini hayattan yalıttıklarını ve bu yalıtılmışlığın onların zihinsel dünyalarını ve yaratıcılıklarını körelttiğini çok net bir biçimde bizlere anlatıyor...
İkinci olarak da, "sanat değerlendirmesi ve sanat eleştirmenleri" meselesini irdeleyen Tolstoy, böylelikle eleştirmenlerin varoluş nedenini sorguluyor. Eğer eleştirmen, sanatı açıklamak için varsa, ele alınacak eserin, kesinlikle sanat eseri olamayacağını, çünkü gerçek sanat eserinin açımlanmaya ve izâh edilmeye asla gerek duymayacağını belirtiyor. Beri yandan, sanat eleştirmenlerinin ve otoritelerin yazıp çizdikleriyle insanların beğenilerini hızla iğdiş ettiklerini ve göklere çıkararak genç sanatçılara örnek olarak sundukları eserlerle taklit sanatın önünü açtıklarını örnekliyor.
Üçüncü ve son olarak, "sanat okulları" meselesini somut olarak ele alan Tolstoy, bir mesleğe dönüşen sanatın belirli formüllerinin ve yönteminin öğretildiği sanat okullarının, gelinen bu olumsuz noktada çok önemli payı olduğunu ifade ediyor. Ancak sanatçının yaşadığı kendine özgü bir duygunun diğer insanlara aktarımının bu okullarda öğretilmesinin kesinlikle mümkün olmadığını ve bu okullarda sadece ve yalnızca "sanat eseri gibi" eserler üretmenin hilelerinin öğretileceğini belirtiyor. Tabiî ki, bu okullarda, ideal olarak sunulan akımların ve bu akımların idol olarak kabul edilen isimlerinin yapıtları merkeze konacağı için ve buna paralel olarak öğrenci yetiştirileceğinden, çok fazla sayıda genç sanatçının ve/ya sanatçı adayının daha erken yaşlarda sanatsal beğenilerinin, etik algılarının çarpık hâle geleceğini "iki kere iki dört" gibi kanıtlıyor...
Hristiyanlığın tarihsel süreç içerisinde yalın insancıl özelliklerini yitirmesi, bunun yerini, Lev Tolstoy'un neredeyse "puta taparlık" ile eşdeğerde gördüğü kilise Hristiyanlığının almaya başlaması, toplumun egemenlerinin dinsel bilinçten uzaklaşmaları ve eski zamanların eserleriyle tanışmaları, ahlâki açıdan kendilerine yeni bir merkez belirleyememeleri ve giderek dünyevî tutkuları, hazzı yaşamlarının tam olarak merkezine almaları, yozlaşmanın sanata olan yansıması sonucunda da sanatın giderek içeriksizleşmesi ve biçimciliğin ön plana çıkması, sanatın yegâne öneminin haz verip vermemesi kriterlerine indirgenmesi ve tüm bu alt yapıya paralel olarak sanat kuramcılarının, estetik bilimcilerin, sanat üzerine yazı yazan eleştirmenlerin ve sanatçı yetiştiren okulların, kitle iletişim araçlarının olumsuz etkileri neticesinde sanatın gelinen noktada neredeyse, yokluğunun varlığından daha hayırlı olduğunu, güçlü bir ısrarla öne sürüyor Lev Tolstoy. Öyle ki, kendi eserlerinin dahî, gerçek sanat kategorisine asla konamayacağını söyleyen Tolstoy, "Tanrı Gerçeği Görür" ile "Kafkasyalı Tutsak" isimli öykülerinin dışında kalan bütün yapıtlarının, eleştirmiş olduğu sanatın içinde olduğunu açık yüreklilikle, çok anlaşılır bir dille iyice belirtiyor...
Sanatsal yozlaşmanın, hayatın diğer alanlarındaki yozlaşmalarıyla doğrudan karşılıklı etkileşim içinde olduğunu ve böylelikle ortaya sadece kötü yapıtların çıkmakla kalmadığını, insanların da ahlâki açıdan bir çöküntü içine girmeye başladıklarını belirten L. Tolstoy, insanların has kardeşlik öğretisine bağlı olarak bütünleşmelerinin, sanatsal üretimin, sanatsal faaliyetlerin uzağında kalan halkın da "yaratıcı" etkinliğin içinde doğrudan yer almasıyla ancak mümkün olabileceğini, "özgünlük, açıklık ve içtenlik" ilkelerine tam uygun olarak üretilen eserler aracılığıyla insanlar arasında duygudaşlık köprülerinin kurulabileceğini ve insanlığın "yüceye doğru yaptığı yolculukta" sanatın asıl işlevinin bu olduğunu açıkça ifâde ediyor.
***
Bu yazının sonucuna erken gitme isteğim yada eleştirinin eleştirisi
"Doğrusal işaret bağlantıları veya yazara bağlı yazı konuşma bağıntısı arasında iki tek anlamlı uyum olmadığını açıkça görebiliriz ve bu çoklu referans taşıyan, çok boyutlu makinik kataliz de yoktur. Ölçek simetrisi, kesişim geometrisi, genişlemelerinin hastalıklı tutarsız karakteri, bütün bu boyutlar bizi ara değeri dışlama mantığından alıkoyar ve daha önce eleştirdiğimiz ontolojik binarizmi reddimizi güçlendirir." Felix Guattari
Şimdi, "Sanat kuramı ile ilgili bir yazıda bu alıntı da neyin nesidir böyle?" diye sorabilirsiniz... Buna benzer bir soruyu ben de, Lev Nikolayeviç Tolstoy'un "Sanat Nedir?" isimli kitabındaki "sonuç" bölümünü okurken sordum. Çünkü Lev Tolstoy, toplamda yirmi bölümden oluşan eserinin on dokuz bölümünde sanat kuramını iyice analiz ederken, "sonuç" bölümünde çağının bilim anlayışını mahkûm ediyor... Oysa ben, ilk bakışta sanat ve bilim arasındaki bağlantıyı kuramamıştım. Ama meseleye biraz daha geniş açıdan baktığımda, bilimle sanatın, insanlığın hakîkati kavrama isteğinin ve hem kendini, hem de bir parçası olduğu böyle muazzam kâinatı anlama çabalarının bir aracı olduğu gerçeği gördüm. Âdeta bir "yap-boz"un küçük parçaları gibi hayattaki her şeyin diyalektik bir yapı içerisinde karşılıklı (doğrudan ve/ya dolaylı olarak) etkileşim içinde olduğunu anladım. Zâten bildiğim "diyalektik" kavramını, "Sanat Nedir?" adlı kitabın içerisine yedirilmiş olarak serpiştirilmiş olduğunu anlamam, bana, bu kitabı, defalarca okuma isteği verdi.
Lev Tolstoy, insanlığın geldiği noktada, bilimin insanlığı doğrudan ilgilendirmeyen konularda çalışmalar yaptığını belirtiyor. Özellikle deneysel ve doğal bilimlerin "sanat için sanat" kuramına benzeyen bir şekilde "bilim için bilim" kuramını benimsediğini, çalışmalarda egemenlerin hayatını kolaylaştıracak unsurlara önem verdiklerini belirtiyor. Bilim laboratuvarlarında yapılan çalışmalarda, dünya halklarının refahı, mutluluğu gibi buluşların sağlanmasına yönelik denemeler yerine, daha çok "tayf çözümlemesi yapmak" ya da "domuz balıkları" adıyla anılan balıkları kesip biçmek gibi şeylerle uğraşıldığını ifade ederek, "Bilim Nedir?" kitabı yazmayı öneriyor!
Tıpkı sanat alanında olduğu gibi, bilim alanında da kalabalık insan topluluklarının ihtiyacı ya da beklentisinden çok, azınlığı teşkil eden egemenlerin ihtiyacı ve beklentisi doğrultusunda çalışmalar yapıldığını belirtiyor. Tolstoy'un, on dokuzuncu yüz yılda kaleme aldığı satırları okurken, insan bugünkü durumu düşünmeden asla edemiyor. Bugün, dünyadaki nüfusun yüzde yirmisi, kaynakların yüzde seksenini tüketiyor... Dünyadaki askerî giderlere yapılan harcamalar, "gelişmekte olan(!) ülkelere yapılan yardımlar"dan on iki kat daha fazla. Her gün beş bin insan, kirli içme suyu nedeniyle ölüyor. Bir milyar insanınsa, temiz içme suyuna ulaşma imkanları kesinlikle yok. Bir milyara yakın insan aç geziyor. Her yıl, dünyada reklâmlar için beş yüz milyar dolar harcanıyor. Birleşmiş Milletler araştırmalarına göre, harcanan bu rakamın yüzde onu, dünyadaki açlık sorununu büyük ölçüde gidermeye yeterli... Ve böylesine bir manzarayla karşı karşıya kalmışken bilimin, teknolojinin ne kadar ilerlediğinden, teknolojik ilerlemeden vesâire bahsetmek, sanatın, günümüzdeki hâliyle bize esenlik getireceğine inanmak kadardır...
Modern sanat adı altına saklanarak yapılıp, özellikle postmodern masallarla desteklenen sanat yanılsaması, bir başka deyişle "sanat gibi" olma hâli, sanat kavramının, her gün daha hızlı yozlaşmasına hizmet ediyor. Kendilerini daha aydın, daha eğitimli ve daha öncü olarak gören insanlar, sanat galerilerinden "ayrıcalıklı oluşlarına ilişkin yeni bir diyet daha ödediklerini ve bu ayrıcalıklarını yeniden pekiştirdiklerini düşleyerek" ayrılıyorlar. Best-seller (çoksatar) olarak sınıflandırılan kitaplar birkaç hafta boyunca konuşulduktan ve adı üstünde "bol miktarda satıldıktan" ve iyice tüketildikten sonra tarihin çöp sepetindeki yerini derhal alıyor. Sinemalarda seyrederken, zaman zaman uyukladığımız filmleri, üzerimizde herhangi bir etki bırakmadıkları için, daha sinema kapısından çıkmadan unutuveriyoruz. Yaz aylarında binlerce insanı dans pistlerinde coşturan şarkılar, bir sonraki yaz mevsiminde çoktan ömrünü tamamlamış oluyor. Sahnelerdeki oyunlar, ya geçmişin sanat tanrılarının gösteri peygamberliğine öykünüyor ya da ilerici hamleler yapmak adına giderek soysuzlaşıyor. Geçmişte olduğu gibi, günümüzde de sanatı destekleyen ve sanat üreten varsıllar ya taklit yapıtları finanse ediyor ya da daha vahimi sistemin dışladığı belli grupların "dramlarını, acılarını" ele alan yapıtları daima öne çıkarıyor. Ama bunu yaparken içtenlikten ve yalınlıktan çok uzak kaldıkları için, tabiî ki, bu ürünlerin tüketicileri de, yine üreticileri ya da o sınıfa mensup insanlar oluyor. Başka türlüsü olası değil...
Bu konuyla ilgili olarak paylaşmak istediğim önemli bir anekdot var. Geçtiğimiz yıl 8-12 Aralık tarihleri arasında "Documentarist- İstanbul Belgesel Günleri" kapsamında Salt Beyoğlu, Aynalı Geçit, Dutch Chapel ve Tütün Deposu / Cezayir mekânlarında belgesel gösterimleri yapıldı. "Hangi İnsan Hakları?" temasının uygun görülerek düzenlenen festivale ilk gün dışında düzenli olarak hep katıldım. Gerçekten de sözünü hiç sakınmayan, hem estetik hem de içerik olarak çok yetkin filmler seyrettim. Azınlıkların sorunları, emeğini satarak asla geçinemeyip sadece hayatta kalmaya çalışan yoksulların çok acı dramları, cinsel yönelimleri nedeniyle dışlanan insanların yaşadığı önemli sorunları işleyen filmler vardı. Ama o salonlarda, her gün karşılaştığımız normallikte olağan halk yoktu.
Genel olarak, şehrin iyi eğitim almış ve belirli bir sosyo-ekonomik grubunun üyeleri oradaydılar. Fakat, ne anadilini konuştuğu için baskı gören Berfin teyze, ne de Diyarbakır'ın ünlü çöplüklerinden çocuklarına azıcık yiyecek aramaya çıkmış Baran amca oradaydı...
Festivali düzenleyen bayanlar ve baylar bunun kendi sorunları olmadığını ve kapılarının herkese açık olduğunu söyleyebilirler... Ancak, bu yazının buraya kadar gelen bölümünde ifâde etmeye çalıştığım durumları göz önünde bulunduracak olursak, olup bitenlerin doğal sonucunun bu olacağını tahmin etmek çok da zor olmasa gerek. Bu konuda anlatmak istediğim ikinci anekdot şu:
Salt Beyoğlu'nda seyrettiğim bir filmin ardından biraz hava almak için dışarıya çıktığımda, o ânda oradan geçmekte olan iki delikanlı mekâna bakarak; "Burada ne var acaba?" sorusunu birbirlerine sormaya başladılar. Bu iki delikanlı, öyle zannediyorum ki, asgarî ücretle günde en az on iki saat çalışan çocuklardı ve içeri girip de bakmaya çekiniyor, hattâ korkuyorlardı. Çünkü bu mekân onları çekmiyor, aksine iyice itiyordu. Derken bir tanesi tüm cesaretini toplayıp içeri girmek için bir hamle yaptı. Ama arkadaşı kolundan çekerek onu oradan uzaklaştırıverdi. İçeri girselerdi bile, güvenlik görevlilerinin ve katılımcıların kendilerine pek de şirin gözlerle bakmayacaklarını tahmin etmek çok mu acımasızca olur? Bilmem!
Bilim ve sanat meselesine yine dönecek olursak, Peter Medawar'ın 1968'deki "Bilim ve Edebiyat" başlıklı konferansından küçük bir alıntı yapmak yerinde olur diye düşünerek sizlere sunuyorum:
"Stil en önemli amaç hâline gelmiştir. Hem de nasıl bir stil?! Benim için bu, havalı ve yüksekten yürüyen, kendini beğenmişlikle dolu, bir baletin alkış almak için daha önce üzerinde çalışılmış yapay duruşlarında yükseldiği gibidir. Modern düşüncenin kalitesi üzerinde içler acısı bir etkisi olmuştur."
Hâl böyle olunca, ortalık Guattari'ninkilere benzeyen akademik, bilimsel(!) makalelerle dolup taşıyor. İçeriksizliği ya da içerikteki sahteliği örtmek için de, anlaşılmazlık kılıfına sarılıp sarmalanmış makalelerle doluyor her yer. Bunları okurken kusmak istiyorum!
Tolstoy'a göre, bilim de tıpkı sanat gibi varoluş nedenine uygun bir biçimde ele alınmalı ve belirli bir sınıfın çıkarları ve beklentilerine göre değil, halkın hayatının kolaylaşması için gerçekleştirilmelidir. Lev Tolstoy'a göre sanat, özgün, içten ve yalın olmalı ki, bu sayede sanatçının gerçekte ya da düşlemlerinde hissettiği hoş bir duyguyu ve/ya düşünceyi diğerlerine aktarmasını sağlayabilmelidir... Bunu yaparken, her şeyden önce, o duyguyu, sanatsal bir form içinde yeniden "yaratmalı", bunu oluştururken mutlaka içten olmalıdır.
Tolstoy'a göre, sanat, tüm halka hitâp edebilmeli, sanatın işlevsel olarak icrâ edilebilmesi için, ter akıtan insanlar sanattan mahrum kalmamalı, üretim ve etkinliklerde bizzat yer alabilmelidir. Sanatın içeriği, dinsel bilinçle şekilleneceği için, evrensel kardeşlik ilkesine uygun üretimde bulunulmalı, insanlığın "yüce olan" kavramına doğru yaptığı yolculukta sanat, varoluş gereğine uygun olarak işlevini yerine getirmelidir. Tolstoy, bunu sürekli vurguluyor!...
Tolstoy'un, sanat konusunda bizlere sunduğu reçete, ruhânî bir reçetedir. Lev Tolstoy'a göre, Hristiyan sanatı, (ki kendisi bunu "günümüz sanatı" diyerek genelleştiriyor) "Katolik sanat" olmak zorundadır... Böylece, Tolstoy'un idealize ettiği "Katolik sanat", evrensel olmanın ve bütün insanları birleştirmenin kapılarını aralayacaktır. Tolstoy, sanat kuramını dinsel bilinç üzerine inşâ ettiği için, özünü hiç yitirmemiş, gayet yalın ve insancıl bir Katolik inancını da sanat anlayışının merkezine koyuyor. Öyle düşünüyor!
Tolstoy, "Sanat Nedir?" kitabında Hristiyan sanatını ikiye ayırıyor: İlki, dinsel bilinçten kaynaklanan duyguları aktaran dinsel sanat ve diğeri ise gündelik yaşama ilişkin, dünyadaki bütün insanların anlayabileceği duyguları aktaran evrensel sanat. Bu çok önemlidir. Çünkü Lev Tolstoy, insanoğlunun ulaşabileceği en yüksek refah düzeyine, ancak kendi aralarında tam birleştiğinde erişebileceğine inanır. İnsanoğlunun gönenç ve esenliğe ancak bütün insanların kardeşliğiyle ulaşabileceğini iddia eder. Tolstoy, bunu vurgular!...
Lev Tolstoy'un yukarıdaki görüşüne şahsen katılmakla birlikte, bir noktada itirazda bulunmadan edemeyeceğim. Günümüz sanatının Katolik olmak zorunda olduğu fikrine ivedilikle itiraz ediyorum!... Çünkü evrensel birliği, kardeşliğimizi ve bütün dünya halklarının farklılıklarıyla birlikte bir uyum içerisinde hareket edebilmelerini sağlayacak olan şey, bence ne Katolik ahlâkı, ne de bir başka dinin öğretileri olabilir. Gezegenimizdeki farklı inanış biçimlerini göz önünde bulunduracak olursak, herhangi bir dinin buyruklarına ve ahlâki öğretilerine göre sanat isterlerini belirleyemeyeceğimizi düşünüyorum. Tam da bu sebeple, sanat bütün dinlerden, ulusal prangalardan, sermayenin taleplerinden ve otoriter devletlerin baskıcı yönetimlerinden âzâde olabildiği ölçüde gerçek sanattır!...
Yukarıdaki nedenle, Lev Tolstoy'un sanat anlayışına özü itibariyle katılıyor olsam bile, onun "dinsel bilinç" kavramını sürekli olarak ön plana çıkardığı noktalarda "sınıfsal bilinç" kavramını anmadan edemiyorum, ki biz buna sürekli "enternasyonal bilinç" diyoruz... Bizimkisi, Tolstoy'un dile getirdiği sanat görüşünün kızıl renklisi!
Katolik inancıyla Hristiyan sanatını, Hristiyan sanatı ile günümüz sanatını eşdeğer tutan yazarın, bir Batılı hastalığı olan Oryantalizm sularında seyrettiğini düşünüyorum. Evrensellik iddiası olan bir düşünürün tüm dünyaya reçete olarak Katolik sanatı salık vermesi bana tutarlı gelmiyor. Lev, her ne kadar, Hristiyan sanatını iki alt başlığa ayırarak, ikinci kategoriyi kısmen de olsa dinden bağımsız olarak ele alıyor ve gündelik duyguların herkesçe anlaşılabilirliği ilkesinden bahsediyor olsa da, bu başlığı da Hristiyan sanatı üst başlığına bağlıyor oluşu, bence sorunlu bir yaklaşıma evriliyor!...
Lev Tolstoy'un Marksizm'e karşı olan mesafeli duruşu ve dünyevî zevkleri ve hazzı ön plana çıkaran nesnel sanat kuramını da toptan reddediyor oluşu nedeniyle, elinde kalan tek enstrümanın din ve Katolik inancı olması beni şaşırtmıyor. Ama buna rağmen, "Sanat Nedir?" kitabının bütününe baktığımızda, yazarın emekçi halklara olan sevecen yaklaşımı ve evrensel kardeşlik ilkesine verdiği değer ve egemenlerin değil de, halkın öz çıkarlarını hep ön planda tutuşu onun neredeyse "Katolik bir komünist" olduğunu düşünmemize yol açıyor. En azından, kendini "Sol"da tanımlamalarına rağmen, sadece kendi gemisini kurtarmaya çalışanlarla kıyaslanmayacak kadar tutarlı, içten ve sahici bir sanat kuramı koyuyor ortaya…
Ben, sanatın, dünyayı değiştirmek için sahip olduğumuz araç ve gereçlerden biri, en önemlisi olduğuna inanıyorum. Nüfusun çok küçük bir kesiminin üretici ve katılımcı olarak "tükettiği" bir sanat anlayışından çok, bütün insanların, hem üretim, hem de üretilene ulaşımı anlamında eşit oldukları bir zamanın hayalini kuruyorum.
Sermayenin, yani sanatı finanse eden varsılların, devlet erkânının ya da aklî temele dayanmayan gelenek göreneklerin, resmî dinin buyruklarına göre değil, tam bağımsız, özgür düşünceli insanların üretecekleri gerçek sanat eserlerinin tüm dünyada etkili olacağı ve tüm sanat mekânlarını ele geçireceği ânın hayalini kuruyorum!...
Şan, şöhret elde etmek, para kazanmak ya da birilerini memnun etmek için değil, sadece ve yalnızca kendi içlerindeki güçlü sarsıcı duyguları neredeyse bir vecd hâlinde dışa vuran, bunu yaparken, mümkün olan en etkileyici biçime, biçeme, içeriğe, öze ulaşmaya çalışan sanatçıların yetişebilecekleri ortamın hayalini kuruyorum.
O sanatçılar ki, biçimi öze, özü biçime asla fedâ etmeyecek kadar gerçek sanatçılar olacaklardır. Evrensellik ilkesini es geçmeyerek, tüm insanlara hitâp eden, insanlığa ve genel olarak kâinata ilişkin sorunları ele alan, ama bunları slogan atmadan, zarif bir şekilde gerçekleştiren, tıpkı kadife eldiven içindeki demir bir yumruk gibi, sahteliğin suratına inen bir güçlü sanatın hayalini kuruyorum!...
Yazımı, 2003 yılında gösterime giren, İspanyol yönetmen Achero Manas'ın "Noviembre" adlı filminden küçük bir alıntıyla bitirirken, "Sanat Nedir?" adlı bu değerli kitabı, duyacağı yeni cevaplardan korkmadan soru sorma cesaretini gösteren herkese öneriyorum.
"Bugün, tiyatro sanatı ve genel olarak sanat gerçekten kokuşmuş durumda. Ticaretin, yönetici odalarının pis kokusu, devlet memurları, ticaret, reklâmcılık, âdet, konfor, boş zaman, can sıkıntısı, bürokrasi ve yalan!...
Sanat dışında her şey var! Sadece sanat ticareti ya da sanat borsası veya sanat teşvikleri ticareti... Sadece bir başka banka hesabı, sayıları toplama sanatı!…
İnanıyoruz ki, sanat insanların kalbini değiştirebilir... Onlara güç verebilir... Sanat insanlara yaşamı ve varoluşlarını hissettirebilir... Sanat her erkeğin ve kadının ruhuna erişebilir... Sanat toplumsal şuur getirir, bizleri daha iyi insan yapar. Sanat evrensel olabilir, sınırsız, dinden bağımsız ve ırktan bağımsız. Sanat bir silah olabilir, ama bir dekor asla, gerçek bir silah. SANAT GELECEKLE YÜKLÜ BİR SİLAHTIR!..."
***
Ayrıca bakınız:
Sosyalist Sanatçı Hilmi Bulunmaz yönetimindeki Bulunmaz Tiyatro - İstanbul'a üç "antrenman" önce bir Shakespeare hayranı olarak katılan Erkan Doğan, sağlam bir Tolstoy değerlendirmesi yaptı!...