Levent Üzümcü: "Muhafazakarlığın sanatta yeri yok!"
Tiyatro sanatçısı Levent Üzümcü, ile son dönemin büyüyen dizi sektörü, tiyatronun durumu ve sanatçıların iktidara karşı tavırları üzerine konuştuk.
Dizilerle başlayalım. Bugün giderek büyüyen bir dizi sektörüyle karşı karşıyayız. Aynı zamanda bu sektörün Türkiye’de, tersanelerden sonra en yoğun sömürünün olduğu ikinci sektör olduğu söyleniyor. Dizi sektöründeki koşulları bir de sizden dinleyelim.
Bizler oyunculuk yaparak İstanbul’da yaşayabilmenin yollarını arıyoruz. Ve bu gittiğimiz mecralar, bizi sürekli bir televizyon işi yapmaya itiyor. Yapmak zorunda kalıyoruz. İçlerimizden bazı şanslı olanlar, sadece reklam seslendirmesi yaparak yaşayabiliyor. Ama açık açık söylemek gerekirse, bir oyuncunun çocukları varsa, İstanbul’da yaşıyorsa mutlaka ekstra para kazanmak zorunda. Geçtiğimiz son 15 yılda, ekstra para kazanmanın yolu da dizi yapmak oldu.
80’lerdeki Türk sineması zaten, apolitik ve garip bir şekilde yalnızlaşmış, kendi içinde konusuzlaşmış bir sinemaydı. Şarkıcılarla, türkücülerle, mankenlerle idare etmeye başlamıştı. Televizyonlar açılmaya başladıktan, Türk dizileri yapılmaya başladıktan sonra yine şarkıcıların, türkücülerin yanına, zor durumda olan oyucular eklenmeye başladı. Onunla birlikte seyircinin yapısı da bir parça değişmeye başladı. Şimdi oyunculuk piyasasında, televizyon piyasasında genellikle okul bitirmiş ya da bir tiyatroda oyunculuk yapan oyuncular oynamaya başladı. Televizyon kendi içinden çıkan starlarını, oyunculuk kökenli insanlardan seçmeye başladı. Bu da halkın beğenisinin yükseldiği anlamında geliyor. Senaryolarda, çekimde, oyunculuklarda bir ilerleme var. Tabii ki de olacak, çünkü bu bir etkileşim.
Ama asıl önemli hikaye şu: Büyük kanal patronları her zaman siyasilerle dirsek temasında oldular, çünkü siyasiler her zaman, kendi taraflarına çekmeye çalışırlar. Sonunda çark şuna döndü: “Sen bana dokunma, ben sana dokunmayayım”. Ve bu karşılıklı ateşkes anlaşması, televizyon sektöründe çalışan insanların fütursuzca sömürülmesine yol açtı.
Setlerdeki koşullardan biraz daha bahsedebilirseniz. Çok uzun çalışma saatlerinden, iş kazalarının çokluğundan, güvencesiz çalıştırmadan vs. sıkça bahsediliyor.
Bu pek çok kişi tarafından dile getiriliyor. Zaten BİROY’un (Birleşik Oyuncular Meslek Birliği) kurulmasındaki amaç da buydu. Sadece oyuncular değil, ben oyuncu gözüyle baktığım için oyuncular diyorum, ama bu sektörde çalışan herkes yakında bunun üyesi olacak. Ve 5-10 yıla kalmaz, belki de çok daha kısa bir zamanda, oyuncular sendikalı olacak, çalışma saatleri buna göre düzenlenecek. Bu sömürü düzeni biraz daha iyileşecek.
Asıl önemlisi, üstüne basarak tekrar söylemeye çalıştığım şey, medya ile siyasilerin işbirliği. Çünkü bu kararlar Meclis’ten çıkacak, “bu insanları sömürmeyin” diyecek, sendika hakları, telif hakları, çalışma saatleri gibi durumlar Meclis’ten çıkacak olan kararlarla kesinleşecek. Ama bir takım medya patronları, ellerinde koca koca gazeteleri, koca koca televizyon kanallarını tutan medya patronları, bunun önüne her zaman geçiyorlar.
Bu sendikal girişimden biraz daha bahsedebilir misiniz? Bu yapı tüm set işçilerini kapsayacak mı?
Evet. Herkesi kapsıyor. Sinemaya, televizyon dizilerine çalışan olarak emek vermiş herkesi kapsıyor. Ama özellikle oyuncuların telifini kapsıyor.
Örgütlenme şu anda ne aşamada?
Şu anda kendi kurullarını ve kurumlarını, kendi düzenini sağlamış durumda. Avukatlarla birlikte çalışılıyor. Bir takım modeller üzerine çalışılıyor. “Kuruluş modeli ne olmalı?” gibi şeyler üzerine. Şu an şunu söyleyebilirim, televizyonlardan, tiyatrodan yüzüne aşina olduğunuz bir çok ünlü yönetim kurulunda görev yapmakta. Diziler, sinema, 1990’dan beri bir atılım içerisinde, aslına bakarsanız son iki üç yıldır, bakıldı ki hiçbir şey olmuyor, kimse bizim adımıza bir şey yapmayacak, ancak biz hareketlenirsek bir şeyler olacak mantığıyla, örgütlenme başladı.
Yapımcılardan, ya da televizyon kanallarından bir tepki aldınız mı?
Kaç tane yapımcı sendikalı olma yolundaki oyuncularla çalışmayacaklarını deklare ettiler. Ama Türkiye’de şu an bu işi yapan, kalburüstü 50-60 kişi var zaten. Bu 50-60 kişi de işin içinde. Onun için bir noktada tıkanacaklar.
Dizilerde ya da setlerde çalışan insanlara verilen ücretler arasında çok büyük farklar hatta uçurumlar olduğu söyleniyor.
Aslında bu dizi, televizyon gibi işlerin hepsi ekip işidir. Ama bu starlar, okul bitirmiş olsalar da olmasalar da, “ben şu kadar para istiyorum” diyorlar. Şöyle oranlayarak söyleyeyim: bugün bir starın aldığı para o setin bir haftalık çalışmasında, setin bütün işçilerinin aldığı paradan daha fazla. Bugün bir televizyon starına 75 bin ile 150 bin arasında paraların verildiği söyleniyor. Bu paraları da direkt kanal ödüyor. O adama ya da kadına bu parayı tek başına verdiği için, yapımcıya daha az para veriyor. Sette çalışan diğer elemanlar, ışıkta, set biriminde vs. daha az para almak zorunda kalıyorlar. Ama “sus otur, konuşma” diyorlar. “Bu tarz starların olduğu işler, 36, 70 bölüm falan devam ediyor, bari bir iki yılımızı kurtarırız” diye onlar da seslerini çıkartmıyorlar.
Tiyatroya gelirsek, diziler tiyatroyu da etkiliyor, tiyatronun arka planda kalmasına neden oluyor gibi görünüyor. Tiyatro oyuncuları da sizin de dediğiniz gibi dizilerde oynamak zorunda kaldıkları için giderek daha fazla buraya vakit ayırmak zorunda kalıyor herhalde. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Açıkça söylemek gerekirse, tiyatro tamamıyla gönül işi. Sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde bu böyle. Tiyatro yapmak isteyenler, tiyatro yapınca, o duyguların ne olduğunu bilenler zaten tiyatro yapıyor. Biz sürekli, diziler, sinema filmleri tiyatroyu öldürüyor gibi haberler yapıyoruz. Hiç alakası yok. Tiyatro yapmak isteyenler yapıyor. İyi yapıldığı taktirde, tiyatronun izleyicisi de var. Ben İstanbul Halk Tiyatrosu’nun kurucu ortaklarından biri olarak bunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Tiyatronun durumunu genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Özel tiyatroların zor durumda olduğundan, seyircilerin azaldığından bahsediliyor.
Ben de özel tiyatro yapıyorum. İstanbul Halk Tiyatrosu. Orada bakıyorum, hiç öyle bir durum yok. Gittiğimiz her yerde ful oynuyoruz. Seyircimiz gayet iyi, ne demek istediğimizi gayet iyi anlıyor. Seyirci de beğendiği işe gidiyor, beğendiği işi başkalarına öneriyor. Bizler de tiyatro sanatının iyisini yapabilmek için, artık sığ beğenilere hitap eden tiyatrolar yapmamalıyız. Sığ beğenilerden kastım, yanlış anlaşılmasın, tiyatronun etiğine uygun, sözünü lafını anlatabilecek oyunlardan bahsediyorum. Birçok tarzda oyun yapılıyor. Küçük Parisler, küçük New Yorklar için tiyatrolar yapılıyor. Buna da ihtiyaç var. Sulu zırtlak komediler yapılıyor. Buna da ihtiyaç var. Ama halkın genelini toplayacak, lafı sözü olan tiyatroya da ihtiyaç var. Bunların hepsini nitelikli yaptığınız taktirde, inanın seyirci sayınızda bir düşme olmaz.
Biraz da Şehir Tiyatroları’nın durumundan bahsedelim. Son dönemde malum bazı gazetelerin, Şehir Tiyatroları’nda örneğin çok fazla Nâzım oyunu oynandığı ama Necip Fazıl’ın oyunlarının oynanmadığı gibi bir tartışma başlattığına şahit olduk.
Yok öyle bir şey. Necip Fazıl da oynandı. Hatta ben oynadım Bir Adam Yaratmak oyununda. Hiç de abartıldığı gibi bir İslamcı oyun değildir. Ancak şunu da söylemek istiyorum. Sanat özünde anarşisttir. Bir takım konservatif eğilimli siyasi görüşlerin, bir takım gerici siyasi görüşlerin, sanatın birçok dalında, özellikle tiyatro edebiyatında, dünya çapında eserler verebilmeleri mümkün değildir. Tiyatro sanatına çok yabancı bir takım siyasi görüşlerin, neden tiyatro sanatında iyi eserler üretemediğinin en bariz açıklaması budur. Çünkü ellerinde tiyatro yapacak elemanları yoktur, ellerinde tiyatro sanatı yazacak birikimleri dünya görüşleri yoktur. Son zamanlarda böyle bir tartışma var, muhafazakarlar niye kendi sanatlarını yaratmıyorlar diye. Sanat özünde anarşisttir, muhafazakar değildir, zaten yaratamazlar. Bugün herhangi bir ödenekli tiyatroda siyasilerin baskısının olması normaldir, çünkü parayı onlar vermektedir. Ama ellerindeki materyal, kendi siyasi görüşleri her neyse onu savunacak materyal, sanatta kapı bulmaz.
Siyasete geçmişken, son dönemde AKP iktidarının sanata ve sanatçılara dönük baskıcı bir tutum içerisinde olduğu görülüyor. AKM’nin kapatılması gibi çok somut adımlar da atıldı. Siz bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sanatla ve sanatçıyla problemlerinden çok, bütün sağ iktidarların ortak bir problemleri vardır. Bütün sağ iktidarlar, özellikle Türkiye’de, baraj, yol, bina üzerine kuruludur. Yani onlar dünyaya çok materyalist bakarlar. İsterler ki, orada alışveriş merkezi olsun, dört şeritli otobanlar olsun… Bu İstanbul’un önemli yerlerindeki görmüş olduğumuz büyük binalarla ilgili problemleri de aslına bakarsanız sanatla ilgili problemleri değildir. Onlar tamamıyla, bu binalardan ne kadar para kazanılabilir, bu binayı yıkarlarsa yerine yapılacak otoparktan ne kadar para kazanılabilir diye düşünürler. Aslına bakarsanız onların dertleri çok da sanatla, sanatçıyla değil.
Biz hep, özellikle geçmişe baktığımızda, sanatçının muhalif olduğunu gördük, sizin de dediğiniz sanatçıların gibi sağ iktidarlara karşı sesini yükseltmesini beklerdik. Ama son dönemde, Başbakan’ın kahvaltı sofralarında da görüldüğü gibi, günümüzde bazı “sanatçı” olarak adlandırılan kişilerin iktidara yaranan, iktidarla uyumlu şeyler söylemeye çalıştığını görüyoruz.
Fotoğraflar, açıklamalar, basın, yayın, tarihtir. Tarihte nasıl yer alacağını, anlık bir takım egosal yaklaşımlarla, yanlış hareketlerle belirlemeye çalışırsan, bunun hesabını veririsin. Hiçbir sanatçının ülkelerin yönetiminde bulunan insanlarla, hiçbir şekilde yakınlaşmasını doğru bulmuyorum ben. Çünkü bu sanatçıyı, ister istemez bir takım kalıplara sokar. Bugün kendi görüşlerini söylemek için dahi olsa, oraya giden insanlar var; ama Başbakan’la yan yana fotoğraf çektirmek isteyen insanlar da var. Latincede çok güzel bir laf vardır: Sanat uzun hayat kısa diye. Onun için ben herkesi, gerçek anlamla ilkeli olmaya, sağduyuya davet ediyorum. Bugün sizin herhangi bir siyasi ile görüntülenmeniz, sanat adına çok hayırlı bir iş değildir. Çünkü siyasiler siz ne derseniz deyin, bildiklerini okurlar. Sizi de o fotoğraflarda yanlarına alarak yaparlar bunu.
Son olarak, sanatçılar muhalif seslerini nasıl yeniden kazanacak sizce?
Bugün bizim siyasi görüşünü açıklamayan arkadaşlarımızın pek çoğu korkuyorlar. Çünkü bizim jenerasyonumuz biraz apolitik yetiştirilmiş bir jenerasyondur. Ve apolitik olmasının yanında, bugüne kadar Türkiye’deki jenerasyonların pek çoğundan daha sosyal yetişmiş bir jenerasyondur. Bu jenerasyonun içerisinde de, sosyal dengelerini korumaya çalışırken siyasi görüşünü söylemeyen, ya da siyasi görüşü hiçbir zaman olmadığı kadar sağda bütünleşmiş birtakım sanatçı arkadaşlar var aramızda. Türkiye’nin gidişatıyla çok fazla dertleri olmayan ya da başka başka dertleri olan birçok insan türedi. Bu lafı söylemeyi çok seviyorlar: “Hepimiz aynı gemideyiz” lafını. Ama gemideki açlar bir tarafa yüklenirlerse, gemi hafif bir yelkenli moduna girebilir.
Alıştılar halkın bu kadar az tepki göstermesine. 1980’den sonra biten bir tepki dönemi var. Ancak, yavaş yavaş ortaya çık tepkilerle, son 10-15 yıldan beri 1 Mayıslarda kendisini gösteren, TEKEL eylemlerinde kendisini gösteren, maden ocaklarında kendisini gösteren hikayelerle, olay farklı bir boyuta girmeye başlıyor. Şunu da söylemek gerekiyor: dünyanın hiçbir yerinde aynı anda yaşayan iki insanın arasında böyle uzun mesafeler olmamalıdır. Türkiye’de gelir dağılımındaki eşitsizliğin, işsizliğin tepkisizlikle birleşmesi, işverenlerin siyasilerin ve bunlara yağ çekerek geçinenlerin çok işine yarıyor. Bugün Türkiye’de açlık korkusuyla yatmayan insan sayısı yüzde 20’dir. Koca bir ülkenin yüzde 80’i açlık korkusuyla, gelecek kaygısıyla yatıyor. Bu ülkeyi kimler böyle bir sirk alanına çevirdi, halk bunun hesabını sorma azminden yoksun zannediliyor. Ancak herkesin bir dayanma noktası vardır.
(Kaynak: FKBC)
***
Ayrıca bakınız:
Tiyatro sanatçısı Levent Üzümcü, ile son dönemin büyüyen dizi sektörü, tiyatronun durumu ve sanatçıların iktidara karşı tavırları üzerine konuştuk.
Dizilerle başlayalım. Bugün giderek büyüyen bir dizi sektörüyle karşı karşıyayız. Aynı zamanda bu sektörün Türkiye’de, tersanelerden sonra en yoğun sömürünün olduğu ikinci sektör olduğu söyleniyor. Dizi sektöründeki koşulları bir de sizden dinleyelim.
Bizler oyunculuk yaparak İstanbul’da yaşayabilmenin yollarını arıyoruz. Ve bu gittiğimiz mecralar, bizi sürekli bir televizyon işi yapmaya itiyor. Yapmak zorunda kalıyoruz. İçlerimizden bazı şanslı olanlar, sadece reklam seslendirmesi yaparak yaşayabiliyor. Ama açık açık söylemek gerekirse, bir oyuncunun çocukları varsa, İstanbul’da yaşıyorsa mutlaka ekstra para kazanmak zorunda. Geçtiğimiz son 15 yılda, ekstra para kazanmanın yolu da dizi yapmak oldu.
80’lerdeki Türk sineması zaten, apolitik ve garip bir şekilde yalnızlaşmış, kendi içinde konusuzlaşmış bir sinemaydı. Şarkıcılarla, türkücülerle, mankenlerle idare etmeye başlamıştı. Televizyonlar açılmaya başladıktan, Türk dizileri yapılmaya başladıktan sonra yine şarkıcıların, türkücülerin yanına, zor durumda olan oyucular eklenmeye başladı. Onunla birlikte seyircinin yapısı da bir parça değişmeye başladı. Şimdi oyunculuk piyasasında, televizyon piyasasında genellikle okul bitirmiş ya da bir tiyatroda oyunculuk yapan oyuncular oynamaya başladı. Televizyon kendi içinden çıkan starlarını, oyunculuk kökenli insanlardan seçmeye başladı. Bu da halkın beğenisinin yükseldiği anlamında geliyor. Senaryolarda, çekimde, oyunculuklarda bir ilerleme var. Tabii ki de olacak, çünkü bu bir etkileşim.
Ama asıl önemli hikaye şu: Büyük kanal patronları her zaman siyasilerle dirsek temasında oldular, çünkü siyasiler her zaman, kendi taraflarına çekmeye çalışırlar. Sonunda çark şuna döndü: “Sen bana dokunma, ben sana dokunmayayım”. Ve bu karşılıklı ateşkes anlaşması, televizyon sektöründe çalışan insanların fütursuzca sömürülmesine yol açtı.
Setlerdeki koşullardan biraz daha bahsedebilirseniz. Çok uzun çalışma saatlerinden, iş kazalarının çokluğundan, güvencesiz çalıştırmadan vs. sıkça bahsediliyor.
Bu pek çok kişi tarafından dile getiriliyor. Zaten BİROY’un (Birleşik Oyuncular Meslek Birliği) kurulmasındaki amaç da buydu. Sadece oyuncular değil, ben oyuncu gözüyle baktığım için oyuncular diyorum, ama bu sektörde çalışan herkes yakında bunun üyesi olacak. Ve 5-10 yıla kalmaz, belki de çok daha kısa bir zamanda, oyuncular sendikalı olacak, çalışma saatleri buna göre düzenlenecek. Bu sömürü düzeni biraz daha iyileşecek.
Asıl önemlisi, üstüne basarak tekrar söylemeye çalıştığım şey, medya ile siyasilerin işbirliği. Çünkü bu kararlar Meclis’ten çıkacak, “bu insanları sömürmeyin” diyecek, sendika hakları, telif hakları, çalışma saatleri gibi durumlar Meclis’ten çıkacak olan kararlarla kesinleşecek. Ama bir takım medya patronları, ellerinde koca koca gazeteleri, koca koca televizyon kanallarını tutan medya patronları, bunun önüne her zaman geçiyorlar.
Bu sendikal girişimden biraz daha bahsedebilir misiniz? Bu yapı tüm set işçilerini kapsayacak mı?
Evet. Herkesi kapsıyor. Sinemaya, televizyon dizilerine çalışan olarak emek vermiş herkesi kapsıyor. Ama özellikle oyuncuların telifini kapsıyor.
Örgütlenme şu anda ne aşamada?
Şu anda kendi kurullarını ve kurumlarını, kendi düzenini sağlamış durumda. Avukatlarla birlikte çalışılıyor. Bir takım modeller üzerine çalışılıyor. “Kuruluş modeli ne olmalı?” gibi şeyler üzerine. Şu an şunu söyleyebilirim, televizyonlardan, tiyatrodan yüzüne aşina olduğunuz bir çok ünlü yönetim kurulunda görev yapmakta. Diziler, sinema, 1990’dan beri bir atılım içerisinde, aslına bakarsanız son iki üç yıldır, bakıldı ki hiçbir şey olmuyor, kimse bizim adımıza bir şey yapmayacak, ancak biz hareketlenirsek bir şeyler olacak mantığıyla, örgütlenme başladı.
Yapımcılardan, ya da televizyon kanallarından bir tepki aldınız mı?
Kaç tane yapımcı sendikalı olma yolundaki oyuncularla çalışmayacaklarını deklare ettiler. Ama Türkiye’de şu an bu işi yapan, kalburüstü 50-60 kişi var zaten. Bu 50-60 kişi de işin içinde. Onun için bir noktada tıkanacaklar.
Dizilerde ya da setlerde çalışan insanlara verilen ücretler arasında çok büyük farklar hatta uçurumlar olduğu söyleniyor.
Aslında bu dizi, televizyon gibi işlerin hepsi ekip işidir. Ama bu starlar, okul bitirmiş olsalar da olmasalar da, “ben şu kadar para istiyorum” diyorlar. Şöyle oranlayarak söyleyeyim: bugün bir starın aldığı para o setin bir haftalık çalışmasında, setin bütün işçilerinin aldığı paradan daha fazla. Bugün bir televizyon starına 75 bin ile 150 bin arasında paraların verildiği söyleniyor. Bu paraları da direkt kanal ödüyor. O adama ya da kadına bu parayı tek başına verdiği için, yapımcıya daha az para veriyor. Sette çalışan diğer elemanlar, ışıkta, set biriminde vs. daha az para almak zorunda kalıyorlar. Ama “sus otur, konuşma” diyorlar. “Bu tarz starların olduğu işler, 36, 70 bölüm falan devam ediyor, bari bir iki yılımızı kurtarırız” diye onlar da seslerini çıkartmıyorlar.
Tiyatroya gelirsek, diziler tiyatroyu da etkiliyor, tiyatronun arka planda kalmasına neden oluyor gibi görünüyor. Tiyatro oyuncuları da sizin de dediğiniz gibi dizilerde oynamak zorunda kaldıkları için giderek daha fazla buraya vakit ayırmak zorunda kalıyor herhalde. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Açıkça söylemek gerekirse, tiyatro tamamıyla gönül işi. Sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde bu böyle. Tiyatro yapmak isteyenler, tiyatro yapınca, o duyguların ne olduğunu bilenler zaten tiyatro yapıyor. Biz sürekli, diziler, sinema filmleri tiyatroyu öldürüyor gibi haberler yapıyoruz. Hiç alakası yok. Tiyatro yapmak isteyenler yapıyor. İyi yapıldığı taktirde, tiyatronun izleyicisi de var. Ben İstanbul Halk Tiyatrosu’nun kurucu ortaklarından biri olarak bunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Tiyatronun durumunu genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Özel tiyatroların zor durumda olduğundan, seyircilerin azaldığından bahsediliyor.
Ben de özel tiyatro yapıyorum. İstanbul Halk Tiyatrosu. Orada bakıyorum, hiç öyle bir durum yok. Gittiğimiz her yerde ful oynuyoruz. Seyircimiz gayet iyi, ne demek istediğimizi gayet iyi anlıyor. Seyirci de beğendiği işe gidiyor, beğendiği işi başkalarına öneriyor. Bizler de tiyatro sanatının iyisini yapabilmek için, artık sığ beğenilere hitap eden tiyatrolar yapmamalıyız. Sığ beğenilerden kastım, yanlış anlaşılmasın, tiyatronun etiğine uygun, sözünü lafını anlatabilecek oyunlardan bahsediyorum. Birçok tarzda oyun yapılıyor. Küçük Parisler, küçük New Yorklar için tiyatrolar yapılıyor. Buna da ihtiyaç var. Sulu zırtlak komediler yapılıyor. Buna da ihtiyaç var. Ama halkın genelini toplayacak, lafı sözü olan tiyatroya da ihtiyaç var. Bunların hepsini nitelikli yaptığınız taktirde, inanın seyirci sayınızda bir düşme olmaz.
Biraz da Şehir Tiyatroları’nın durumundan bahsedelim. Son dönemde malum bazı gazetelerin, Şehir Tiyatroları’nda örneğin çok fazla Nâzım oyunu oynandığı ama Necip Fazıl’ın oyunlarının oynanmadığı gibi bir tartışma başlattığına şahit olduk.
Yok öyle bir şey. Necip Fazıl da oynandı. Hatta ben oynadım Bir Adam Yaratmak oyununda. Hiç de abartıldığı gibi bir İslamcı oyun değildir. Ancak şunu da söylemek istiyorum. Sanat özünde anarşisttir. Bir takım konservatif eğilimli siyasi görüşlerin, bir takım gerici siyasi görüşlerin, sanatın birçok dalında, özellikle tiyatro edebiyatında, dünya çapında eserler verebilmeleri mümkün değildir. Tiyatro sanatına çok yabancı bir takım siyasi görüşlerin, neden tiyatro sanatında iyi eserler üretemediğinin en bariz açıklaması budur. Çünkü ellerinde tiyatro yapacak elemanları yoktur, ellerinde tiyatro sanatı yazacak birikimleri dünya görüşleri yoktur. Son zamanlarda böyle bir tartışma var, muhafazakarlar niye kendi sanatlarını yaratmıyorlar diye. Sanat özünde anarşisttir, muhafazakar değildir, zaten yaratamazlar. Bugün herhangi bir ödenekli tiyatroda siyasilerin baskısının olması normaldir, çünkü parayı onlar vermektedir. Ama ellerindeki materyal, kendi siyasi görüşleri her neyse onu savunacak materyal, sanatta kapı bulmaz.
Siyasete geçmişken, son dönemde AKP iktidarının sanata ve sanatçılara dönük baskıcı bir tutum içerisinde olduğu görülüyor. AKM’nin kapatılması gibi çok somut adımlar da atıldı. Siz bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sanatla ve sanatçıyla problemlerinden çok, bütün sağ iktidarların ortak bir problemleri vardır. Bütün sağ iktidarlar, özellikle Türkiye’de, baraj, yol, bina üzerine kuruludur. Yani onlar dünyaya çok materyalist bakarlar. İsterler ki, orada alışveriş merkezi olsun, dört şeritli otobanlar olsun… Bu İstanbul’un önemli yerlerindeki görmüş olduğumuz büyük binalarla ilgili problemleri de aslına bakarsanız sanatla ilgili problemleri değildir. Onlar tamamıyla, bu binalardan ne kadar para kazanılabilir, bu binayı yıkarlarsa yerine yapılacak otoparktan ne kadar para kazanılabilir diye düşünürler. Aslına bakarsanız onların dertleri çok da sanatla, sanatçıyla değil.
Biz hep, özellikle geçmişe baktığımızda, sanatçının muhalif olduğunu gördük, sizin de dediğiniz sanatçıların gibi sağ iktidarlara karşı sesini yükseltmesini beklerdik. Ama son dönemde, Başbakan’ın kahvaltı sofralarında da görüldüğü gibi, günümüzde bazı “sanatçı” olarak adlandırılan kişilerin iktidara yaranan, iktidarla uyumlu şeyler söylemeye çalıştığını görüyoruz.
Fotoğraflar, açıklamalar, basın, yayın, tarihtir. Tarihte nasıl yer alacağını, anlık bir takım egosal yaklaşımlarla, yanlış hareketlerle belirlemeye çalışırsan, bunun hesabını veririsin. Hiçbir sanatçının ülkelerin yönetiminde bulunan insanlarla, hiçbir şekilde yakınlaşmasını doğru bulmuyorum ben. Çünkü bu sanatçıyı, ister istemez bir takım kalıplara sokar. Bugün kendi görüşlerini söylemek için dahi olsa, oraya giden insanlar var; ama Başbakan’la yan yana fotoğraf çektirmek isteyen insanlar da var. Latincede çok güzel bir laf vardır: Sanat uzun hayat kısa diye. Onun için ben herkesi, gerçek anlamla ilkeli olmaya, sağduyuya davet ediyorum. Bugün sizin herhangi bir siyasi ile görüntülenmeniz, sanat adına çok hayırlı bir iş değildir. Çünkü siyasiler siz ne derseniz deyin, bildiklerini okurlar. Sizi de o fotoğraflarda yanlarına alarak yaparlar bunu.
Son olarak, sanatçılar muhalif seslerini nasıl yeniden kazanacak sizce?
Bugün bizim siyasi görüşünü açıklamayan arkadaşlarımızın pek çoğu korkuyorlar. Çünkü bizim jenerasyonumuz biraz apolitik yetiştirilmiş bir jenerasyondur. Ve apolitik olmasının yanında, bugüne kadar Türkiye’deki jenerasyonların pek çoğundan daha sosyal yetişmiş bir jenerasyondur. Bu jenerasyonun içerisinde de, sosyal dengelerini korumaya çalışırken siyasi görüşünü söylemeyen, ya da siyasi görüşü hiçbir zaman olmadığı kadar sağda bütünleşmiş birtakım sanatçı arkadaşlar var aramızda. Türkiye’nin gidişatıyla çok fazla dertleri olmayan ya da başka başka dertleri olan birçok insan türedi. Bu lafı söylemeyi çok seviyorlar: “Hepimiz aynı gemideyiz” lafını. Ama gemideki açlar bir tarafa yüklenirlerse, gemi hafif bir yelkenli moduna girebilir.
Alıştılar halkın bu kadar az tepki göstermesine. 1980’den sonra biten bir tepki dönemi var. Ancak, yavaş yavaş ortaya çık tepkilerle, son 10-15 yıldan beri 1 Mayıslarda kendisini gösteren, TEKEL eylemlerinde kendisini gösteren, maden ocaklarında kendisini gösteren hikayelerle, olay farklı bir boyuta girmeye başlıyor. Şunu da söylemek gerekiyor: dünyanın hiçbir yerinde aynı anda yaşayan iki insanın arasında böyle uzun mesafeler olmamalıdır. Türkiye’de gelir dağılımındaki eşitsizliğin, işsizliğin tepkisizlikle birleşmesi, işverenlerin siyasilerin ve bunlara yağ çekerek geçinenlerin çok işine yarıyor. Bugün Türkiye’de açlık korkusuyla yatmayan insan sayısı yüzde 20’dir. Koca bir ülkenin yüzde 80’i açlık korkusuyla, gelecek kaygısıyla yatıyor. Bu ülkeyi kimler böyle bir sirk alanına çevirdi, halk bunun hesabını sorma azminden yoksun zannediliyor. Ancak herkesin bir dayanma noktası vardır.
(Kaynak: FKBC)
***
Ayrıca bakınız: