28 Kasım 2012 Çarşamba

Hızla, hem de şimşek hızıyla uçuruma yuvarlanmak için can atan Türk tiyatrosuna, bir de hızlı eleştirmen desteği sunularak, Türk tiyatrosu çürüyüp küf tutmanın yanı sıra iyice ceset hâline geliyor!

Pembe sermayeyle yeşil sermayenin tepiştiği bir süreçte, emekçi kitlelerin, işçi sınıfının tiyatrosunu kurup yaşatmak adına hemen hemen hiçbir şey yapılmıyor. İşçi sınıfı ve bağlaşıklarının iktidar özlemini ayakta tutmak için en temel felsefî zorunluluk olan bilimsel sosyalizm anlayışı tiyatro köyünün zayıf sınırlarını bile zorlayabilecek durumda değil. Biz, azıcık gücümüz, küçücük olanaklarımızla gece gündüz çok büyük bir çaba harcayarak, sosyalist tiyatro anlayışının vücut bulması için gayret ediyoruz.

Ancak...

Sırtını holdinglere yaslayan burjuva tiyatro eleştirmenleri ve yandaşları, karşılarında ciddi bir biçimde, adlarını tek tek teşhir ederek yapılan bir eleştiri duvarıyla henüz karşılaşmadıkları için, ne kadar sevinseler azdır. Biz, LİNÇ KAMPANYASI sürecinde verdiğimiz mücadele sonucu elde ettiğimiz başarının bir benzerini HUKUKSAL LİNÇ KAMPANYASI sürecinde de çok rahatça elde edebilirsek, vay burjuva tiyatro eleştirmenlerin hâline vay!

Şimdilik kaydıyla sadece ve yalnızca teşhir edip okurlarımıza sunduğumuz aşağıdaki tiyatro eleştiri yazarı ve benzerlerini en kısa zamanda ameliyat masasına yatırmayı hep düşünüyoruz!

Sosyalist Sanatçı Hilmi Bulunmaz

***

Seyircilik yan gelip oturma yeri değildir!

Asu Maro

Bu sene baktım da, tiyatrolarda seyirci artık hiç koltuk yüzü görmüyor desek yeridir

Bir süredir bakıyorum, geçti o tiyatroya gidip koltuğuna gömülüp oyun izleme günleri. En sık duyduğumuz sözlerden biri ‘yeni izleme biçimleri’ ve bunun oyunun bir parçası yapma adına izleyiciye görevler yükleme, ondan fiziksel performans bekleme, hatta zaman zaman muhtelif eziyetler etme gibi anlamları var. Yıllar önce Mehmet Ergen Aksanat’ta “Şeylerin Şekli”ni yaptığında hepimiz hayret ve hayranlıkla karşılamıştık. Oyun bir kattan öbürüne çıkarak devam ediyor, seyirci de doğal olarak kat kat tırmanıyordu. Biraz “ha kalktım ha kalkacağım” diye diken üstünde olmana neden oluyordu ama değişik bir işti, Türk izleyicisi için. Hatta sırf bu fikir kendi başına bir reji dehası muamelesi görmüştü.

Bu sene baktım da, artık seyirci hiç koltuk yüzü görmüyor desek yeridir. Önce Özen Yula’nın oyununa gittim, Salt Galata’da. Daha alt katta kafede buluşur buluşmaz bir dizi talimat aldık yönetmenden. Bir müzede geçen oyunda oyuncular yer değiştirdikçe bizim de onları takip etmemiz, ama zinhar Özen Yula sınırını geçmememiz gerekiyordu. Şöyle dursalar bir resmin önünde, biz de otursak olmuyor mu? Olmuyor, seyirci ayakta gerek.

Ardından Bülent Erkmen’in “İki Kişilik Bir Oyun”una gittim, oyuncular metal konstrüksiyonun üstüne tırmanarak oyunlarını oynarken bizler istersek taburelerimizde oturup izleyebiliyorduk, böyle bir seçeneğimiz vardı. Ama bizzat Erkmen’in önerisi “Seyircinin ayakta olması, oyuncularla birlikte hareket etmesi” ise uymamak olmaz. Oyuncunun yüzünü görmek istiyorsan etrafında döneceksin. Nerede o oyuncuların yan yana dizilip birbirleriyle konuşurken de izleyiciye baktığı konforlu günler...

Sonra Mekan Artı’ya gittim, “Bizde Yok”a. Yanımda birlikte en çok oyun izlediğimiz arkadaşım; girişte oyun broşürlerini okuyunca birbirimize baktık endişeyle. Az sonra oyunun yazarı ve yönetmeni Ufuk Tan Altunkaya o nazik sesiyle kapının önünde sıra olmamızı istedi bizden. Elimize birer siyah bant tutuşturuldu ve gözlerimizi bağlamamız istendi. Artık dönüp kaçma imkanı da yoktu, arkadaşımla helalleştik, oyun boyunca birbirimizi göremeyecektik muhtemelen bir daha. “Benim” dedi “öksürüğüm tutarsa çıkabilirim, oyun bittiğinde göremezsen merak etme”. Ben ama zaten baştan aşağı merak halindeyim. Gözümüz bağlandı kurbanlık koyun gibi, sonra birileri elimizden tutup tek tek içeri soktu bizi. Biz artık gardiyanın itip kakacağı, hakaret edeceği, arada gözüne fener tutacağı mahkumlardık. Oyunla ilgili düşüncelerimi daha sonra daha ayrıntılı yazacağım. Ama şu an şunu söyleyebilirim: Bütün bu düzenek fena halde amacına ulaşıyor, evet, insan kendini basbayağı o hapishanenin bir parçası gibi hissediyor. Metniyle, oyunculuğuyla, görülmeye değer bir oyun olduğunu da belirtmeliyim. Ama dediğim gibi, biraz yakın teması, uzun süreli bir karanlığı ve sinir bozukluğunu hesaba katın.

Ben “Bunu da gördüm ya artık bu sezon izleyici olarak sırtım yere gelmez” derken bir de “Mi Minör” geldi başımıza. Memet Ali Alabora ile Pınar Öğün’ün Küçükçiftlik Parkı’nda oynayacağı oyunun ön gösterimine gittik. Pinima diye ‘hayali’ bir ülkede geçiyor oyun, girişte vize engeliyle mi karşılaşmadık, içeride “Kadınlar hava karardıktan sonra evlerine girer” diye salon dışına mı alınmadık... Sürekli bir tetikte olma hali, bir heyecan dalgası. Zaten oyunu yine ortada ve ayakta izliyorsun, her an yanı başında biri konuşabiliyor ve hop oyun senin etrafında dönmeye başlayabiliyor. (Gerçi seyircinin tribünlerde oturup etliye sütlüye karışmama gibi bir seçeneği de olacakmış.)

Ama galiba artık tiyatronun ölmediğini kanıtlamak için böyle bir yol bulundu. Bir takım ‘şer odaklarınca’ ‘müzelik’ bulunup sinemaya yenik düşmesi beklenen tiyatro, ‘canlı’ olmasının avantajını sonuna kadar kullanıyor. Gerekirse seyircisini kolundan tutup çekiyor, yine de ilgiyi ayakta tutmayı başarıyor...

(Kaynak: Milliyet)

***

Ayrıca bakınız:

LİNÇÇİ tiyatro eleştirmenleri kabız olurken Melih Anık hep yazıyor!