18 Ekim 2012 Perşembe

Erbil Göktaş yönetimindeki Yeni Tiyatro Dergisi'nin yeni yazarı, BİRGün Gazetesi'nin "eski" yazarı ve 1. Emek ve Başarı Ödülleri Seçici Kurulu Üyesi Yağmur Yağmur, Cem Özer'in, hem komünist ve hem de Marksist kılığına bürünmesine yardım yataklık etmiş!

Bir Komünistim, bir Marksistim

Yağmur Yağmur
29 Haziran 2012

Sıcak ve bir o kadar da savruk bir pazartesi gününde aldım soluğu onun bahçesinde... Çocukluğumun fenomenlerinden ve Yastık Altı Hikayeleri'nde anlattığı öykülerle yastığımın altına sakladığım sıcak bir dost sesi oldu hep garip 2000'lerin esrik habercisi 90'lı yıllarda... Oyuncu, isyankâr, showman, sunucu, kendi deyimiyle yazmayı seven bir edebiyat meraklısı... Hayatı tanımış, şöhreti ve serveti fazlasıyla tatmış ama bir o kadar da mütevazi... 90'lı yılların en önemli kahramanlarından olan aykırı, muhalif, özgür bir adam... Cem Özer ile 90'ları, Laf Lafı Açıyor'u bugünün Laf Lafı Aşıyor’unu, oyunculuğu, hukuku, bugünü, Yastık Altı Hikayeleri'ni, Nara Benek'i, Can Dündar-Banu Alkan kombinasyonunu ve hayatı konuştuk...

Siz 90'lı yılların en önemli figürlerinin başında geliyorsunuz... Tiyatro oyunculuğu yaparken 90'lı yıllar deyince ilk akla gelen şeylerin başında gelen "Laf Lafı Açıyor"un yola çıkış noktası nasıl oldu?

Vallahi arkamdan ittiler... (Gülüyor) 90'lı yılların başında Maçka Oteli'nde kabare tarzı bir şeyler yapıyordum sahnede. Şarkılı, standup ile karışık bir gösteri. Starın o dönemki patronları ve genel müdürü beni izlemişler ve beğenmişler... Ben de sit-com yapmak istiyordum aslında... O zamanlarda da sit-com dediğimde, -pek bilinmediğinden- estağfurullah sizsiniz sit-com falan deniliyordu... Talk Show yap dediler, aradığımız adam sensin... Yahu daha önce yapmadım ki ben bunu, nasıl aradığınız adam oluyorum diye sorgularken, işte kabaredeki, gösterinin son kısmında seyircileri sahneye alıyordum, şarkılar söyletiyordum falan... İnteraktif bir show çıkıyordu ortaya, bunu televizyona uyarlayalım dediler, öyle başladı macera.

Bizimki üç öğenin yani müzik, sohbet ve şovun güzel bir harmanı gibiydi... Bir de en önemlisi "samimiyet"... Yani ben ekranın arkasında abi diye hitap edip, programa çıktığımda bey demedim... Sizli, bizli gereksiz bir mesafe koymadım. Hürmetin ve nezaketin sizli bizli olmaktan geçmediğine inandım. Tek bir kişiye siz demek bence bir hakarettir. Fransızca ve İngilizce’de siz, aristokrasi sınıfına ait hitaplardır. Aslında sen tek başına bir boka yaramadığından etrafınla varsın ve sizsin demektir... Git bir Anadolu'ya herkes “hoş geldin abi, bacım, kardeşim” gibi kelimeler kullanırlar örneğin... Her şeyin ekrana tamamıyla doğal, içten ve olduğu gibi yansımasına izin verdim. Seyirci söylediklerimden tamamen hoşlanmasalar da samimiyetime sahip çıktılar. Uzun bir süre devam etti program ve sonra da bitti! Banu Alkan'ı çıkart dediler, işte çok matrak falan... Banu Alkan'ın da "Neremi Neremi, Oramı Buramı" diye ortada fink attığı yıllar... Ben bunu yapmak istemedim. Yeterince çıkmış zaten çıkacağı yerlere... Ben zaten onu yıllar önce Can Yücel ile aynı programa almışım! Şimdi kadını maymun etmeye oynamayacağım dedim ve cezalandırıldım. Yayın saatini ileri attılar... Ben de asla gelemem bu tür şeylere, durmam, giderim dedim ve gittim.

‘Laf Lafı Açıyor, Laf Lafı Aşıyor’ adıyla yeni kanal Tv Em'de tekrar "tiryakileriyle" buluştu... Yine yine yeniden...

Evet şimdilerin retro kültürü... Yine yeniden Laf Lafı Aşıyor... 90'lara müthiş bir dönüş var. Programda yeni bir şey var mı diye de sorarsan yenilik benim... Klasik bir program Laf Lafı Aşıyor... Şov, sohbet ve müzik ağırlıklı çizgimizle yeniden ekrandayız. İyi de gidiyor.

Türkiye'deki stand-up olayını başlatan kişisiniz. Türkiye seyircisinin ve seyirci algısının stand-up ve şohw programlarına olan yoğun ilgisini ve bu alanlarda gelinen bugünkü noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Vallahi her şeyin içinin boşaldığını düşünüyorum. Biz son kalelerdik... Direniyorduk. Ve küçümseniyoruz şimdi, esprilerin içinde mesajlar gizli olduğu için. Aslında mesaj vermek derdinde de değildik. Sadece sanatın muhalif bir yanının olduğuna inanıyorduk. İktidarda kim olursa olsun eleştiriliyordu. Sanat, özellikle de mizah muhaliftir. Şimdi bu kalmadı. Stand-up gösterisine gidiyor insanlar, nasıldı diyorsun, çok güldüm diyor, eee neye güldün? Başlıyor anlatmaya ama sen gülmüyorsun... Demek ki ortada espri falan yok... Adamın kendisine ya da anlatır kenki üslubuna gülmüş. Eleştirel olmayan bir şey kafada yer etmez. Seyirci algısında çok kötü bir şey daha oldu ki; sahne sanatını sadece konser ve stand-up olarak algılamaya başladı. Tiyatro gibi olağanüstü bir sanatı ıskalar oldu. Bu da iş bilmez tiyatrocular ve sıkıcı oyunlar sayesinde oldu. Tiyatronun iyisi tiryakilik yaratır, aramaya başlarsın iyi bir oyun oynansa da izlesek diye... Bunlar azaldı kısacası. Tiyatro bir zenginliktir, bir alışkanlıktır.

Bu ülkede kanun var adalet yok!

İstanbul Üniversitesi'ndeki hukuk öğreniminizi yarım bırakıp tiyatro yapma kararınız nasıl yeşerdi?

Hukuk fakültesinde okurken hukuk sisteminin benim değer yargılarım ve düşüncelerimle hiç örtüşmediğini anladım. Şöyle ki; hukuk, bir insanın masumiyetine ve aksi ispat edilemediği sürece suçsuz olduğuna yani adalet mekanizmasının doğru işlemesine olanak tanıyan bir mantığa oturmalıdır. Yani hiç kimse haksız yere suçlanmamalıdır. Delil diye sunulan saçma sapan, uydurmasyon şeylerle insanların mahkûm edilmesi kadar hakkaniyetsiz bir durum olamaz. Eğer ortada bir şüphe varsa bu, masumiyet lehine kullanılmalı. Bize öğretilen şey buydu... İnsanların kaybedilmesine değil, kazanılmasına ve insanların daha yaşanılır bir dünyada varlık göstermeleri  için hizmet eden bir sistematiğe oturmalıdır hukuk. Bu ülkede kanun var adalet yok! Kanunlar sadece kağıt üzerinde kalmış durumda... Bu da egemenlerin işine geliyor tabii... Nedir, düzgün ve adil bir mantık sistemine oturan ve de zırt pırt değişmeyen bir anayasa hazırlarsınız, bunu da siyasetten ve siyasi tüm mercilerden bağımsız bir tutumla hayata geçirirseniz ve halkın da anlayacağı şekilde, en yalın bir halde halka sunarsanız ve de doğru bir şekilde uygularsanız her şey yoluna girmeye başlar. Yani hukuku millet vekilleri yapmaz! Halktan oy bekleyen ve halka rüşvet veren bir siyasi kurum anayasayı belirlemez. Siyasetten tamamen bağımsız ve gerçekten uzmanlık alanı hukuk olan kişilerden oluşan bir ikinci meclis ki buna "senato" denir; bunu halka en şeffaf haliyle sunar. Bugün hukuka vakıf biri olarak Anayasa'yı okusam anlamam herhalde. Ondan sonra da referanduma gittik halk böyle seçti... Halk neyi seçti, o sana oy veriyor anayasayı anladığından ya da çok iyi bildiğinden değil ki... Her şey karmakarışık... Kısacası bunları yapıp yapmamakta sıkışıp kalmak yerine, kendimi daha doğru ve özgür ifade edebileceğim bir alan olarak düşündüğüm oyunculuğu yapmayı tercih ettim.

Ayrıca şunu da belirteyim bu görüşlerimi konuştuğumda beni CHP'li falan zannediyorlar ki, CHP bana çok sağ kalıyor aslında. En doğruyu söylemek gerekirse ben bir Komünistim, bir Marksistim... Ben sınırsız özgürlüklerden yanayım... Özgürlükler "ama" ile kesilemez...

Ve baskının yarattığı travmalar

Laf Lafı Açıyor! dan kimler geldi kimler geçti... Hele ki bir Nara Benek vakası var ki...

Nara Benek o yılların fenomeniydi tabii... Hatta bir de kadın ressam vardı, şimdi adını hatırlamıyorum kendi nü resimlerini çizen... 90'lı yıllar artık erotizmin sinemada iş yapmadığı yıllardı... Bunu kullanabilecekleri başka alanlar yarattı bu tip şöhretler. Nara'yı konuk etmiştik programa erotik şiirler yazıyordu. Transparan bir bluz giymişti. Sohbet "niye sana çıplak şair deniyor"a geldi, o da dedi ki "çıplak yazıyorum"... Dedim ki "soyununca mı ilham geliyor?", "hayır" dedi... "Şiir yazarken ateş basıyor, soyunmaya başlıyorum"... Ben de "hadi bize bir şiir yazsana" dedim ve gerçekten yazmaya başladı... Sonra da çat diye çıkarıverdi üstündekini... Sonra bu Amerika'da haber oldu! Dünyada prime time'da bir programda bir ilktir bu. Ama gördüğünüz gibi o programı izleyen çocuklar seri tecavüzcü olmadı mesela! Ya da 13 yaşında kız çocuğuna kendi rızasıyla tecavüz eden amcalar çıkmadı o yıllarda... Ne zaman oldu bunlar her şeyin yasaklanıp, bastırılmaya çalıştığı zamanlarda mantar gibi türemeye başladı bu ağır rezillikler... Ve baskının yarattığı travmalar.

Benim felsefemde; at binenin, araba sürenin, tarla sulayanındır

Son günlerdeki tartışmalar hakkında neler söylemek istersiniz peki? Şehir ve devlet tiyatrolarıyla ilgili çok tartışılan yönetmelik değişiklikleri ile ilgili?

Bir devletin tiyatrosu ve sineması olamaz bana göre... Her iktidar mutlaka  kendi dünya görüşünü dayatır bu olduğunda... Sanat tüm bunlardan bağımsız olmak zorundadır. Devletin görevi sanata destek vermektir sadece. Vergi aldığı gibi belediye ya da devlet sanata bu olanağı aktarmak durumundadır. Bu devletin halka olan görevidir. Yani şehir ve devlet tiyatrolarındaki sistem en başından yanlış. Başka iktidarlar geldiğinde de bir Necip Fazıl oynanmıyordu mesela ki bu da ne büyük bir değer kaybı bence. Kısacası sanat tam bağımsız ve muhalif olmak zorundadır. Devlet ve belediye şemsiyesi altından tamamen çıkmak zorundadır sanat, tam anlamıyla özgürleşebilmesi için.

Biz eleştiriye açık bir toplum değiliz galiba...

Evet, ondan özgürleşemiyoruz ya zaten! Şu gün mesela bugün iktidarcı, Fethullahçı, cemaatçi olduğunda dünyanın en çağdaş ve en yenilikçi insanısın ama Cumhuriyetçi ya da aydınlanmacı olduğunda dünyanın en yobaz ve en sığ adamısın belki de! Bu noktaya nasıl geldik bilmiyorum. Fethullah Gülen eleştirildiğinde kıyametler kopuyor. Ben herkesin eleştirilmesinden yanayım ayrıca. Baskıcı tutumlar böyle kırılır, insanların ufku eleştiriyle açılır diye düşünüyorum.

Muhafazakârlık... Lafı bile kötü! Neyi muhafaza ediyorsun sen ya da neyi ettin? Ahlakı mı, insanlığı mı, duyarlılığı mı? Görüyorum ki edememişsin arkadaş, şiddet, terör, rüşvet, istismar almış başını gidiyor... Sen neyi muhafaza ediyorsun ki? Bu ülkeye demokrasi tam anlamıyla ne zaman gelir bilemiyorum. Bu uğurda çok da bedeller ödendi. İşkenceler yaşadım desem ayıp olur belki ama ben de yargılandım, Selimiye Kışlaları'na götürüldük, dayaklar yedik... 19 yaşında Aydınlar Dilekçesi’nin altına imza atmış adamım…

90'ların sonunda ya da 2000'lerde şöhret olmuş kaç kişi tanıyorsun bir dünya görüşü belirten? Hadi onu da geçtim, bir şeyler yolunda gitmiyor deyip şikayet eden kaç ünlü tanıyorsun yeni jenerasyondan... Neyiyle hatırlıyoruz bunları yatları, katları ve arabalarıyla... Ha ben bunlara karşı mıyım! Benim de oldu... 90'ların başında Türkiye'de ilk tekne sahibi olanım... Televizyondan kazandığım paralarla şirketlerim, dükkanlarım, reklam ajansım ve daha bir sürü şeyim oldu! Tuhaf bir şekilde mutsuz ve huzursuzdum... Bu ülkede böylesi bir yoksulluk varken ben bunları nasıl alabiliyorum diye...

Hiçbir şey sizin değil ki, benim felsefemde; at binenin, araba sürenin, tarla sulayanındır. Çardak'ta tarlalarımız varmış zamanında bizim... Benim bundan haberim yok. Dediler ki babam öldüğünde burası sizin, ben de dedim ki burada işleri kim yapıyor, dediler ki biz, ben buraya daha önce gelip sizlerle çalıştım mı, hayır... Eee o zaman? Dediler ki Cem Bey burası sizin! Dedim ki buraya emek veren sizlersiniz, getirin ne gerekiyorsa imzalayayım... Burası zaten sizin. Böyle böyle battım işte! (Gülüyor) Mülkiyet hırsı insanı insanlıktan çıkartandır.

Pir Sultan Abdal ciddi bir isyankârdır!

Pir Sultan Abdal ile tiyatro sahnesindeydiniz bir süre önce... Siz de hem rock hem de tasavvufi bir hava sezinliyorum ben. Yani hayatın tüm yüzlerini dibine kadar tanımış ama bir o kadar da dingin ve sabırlı bir tarafınız varmış gibi geliyor... Yanılıyor muyum?

Evet, işte derviş gibi oturup düşünüyorum...  (Gülüyor)  Tasavvufta kabullenmeci bir tutum vardır aslında. Ben kabullenici biri değilim, ama sabırlıyımdır... Pir Sultan Abdal çok muhalif bir karakter mesela! Ciddi bir isyankârdır. Köylü adına büyük bir başkaldırı yapar. Kendi için eyvallah diyen adam, başkası adına başkaldırandır. Bu benim çok yeğlediğim bir karakter. Ben huzuru hep Anadolu filozoflarında buldum. Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş... Çok sevdiğim düşünürler bunlar. İnsanlar maalesef araştırmıyor, hiç merak etmiyorlar bunları. Hindistan'a gidiyorlar huzuru bulmaya, sen burnunun dibindeki zenginliği görmüyorsun.

Berlin in Berlin, Usta Beni Öldürsene, Menekşeler Mavidir, Asansör, Karışık Pizza, Hababam Sınıfı Güle Güle ve daha birçok kült olmuş sinema filmlerinde rol aldınız. Sinemadaki asıl çıkışınız Berlin in Berlin filmi mesela... Yakın geçmişte de Neredesin Firuze ve son yıllardaki bana göre en özgün sinema işlerinden biri olan ama maalesef gişede hak ettiği karşılığı görememiş bir başka işiniz Adem'in Trenleri...

Aktarmacı oyunculuk yerine, yaratıcı oyunculuğu tercih ettim hep. Canlandırdığım karakterlere baktığında birinin yürüyüşü ötekine benzemez mesela. Fotoğraf oyunculuğu işin kolayına kaçmaktan başkası değil. Bütün filmler ve karakterler bana çok şey katmıştır. Hepsini seviyorum. Hepsini araştırarak oynadım. Hepsiyle çok iyi arkadaş oldum.

(Kaynak: BİRGün)