16 Nisan 2012 Pazartesi

Pembe sermayenin temsilcileri Ayşenil Şamlıoğlu ile Balıkçı Kazmacıbaşı Korsan Orhan Alkaya yapımı "Rosenbergler Ölmemeli Skandalı" sürecinde yeşil sermayenin kültürel dilini çok iyi kullanan İskender Pala, vitrindeki yerini sağlamlaştırıyor!

İskender Pala: "28 Şubat soruşturmasına sevinemiyorum"


28 Şubat döneminden hemen önce YAŞ kararıyla ordudan ihraç edilen İskender Pala döneme ilişkin Radikal'den Ezgi Başaran'a çarpıcı açıklamalarda bulundu


NEDEN

Divan edebiyatı konusunda en ehil isimlerden olan ıskender Pala aynı zamanda eski bir asker. 28 Şubat kararlarından kısa süre önce yapılan YAş’ta ‘irticacı’ olduğu iddiasıyla ordudan ihraç edilmişti. Dindar bir kişi olarak askerde geçirdiği günler zordu, 28 Şubat sonrası atılmış bir asker olarak hayatı idame ettirmek daha da zor. Çevik Bir’in gözaltına alındığı, postömodern darbenin soruşturulduğu bugünlerde Pala neler hissediyor, kimi zaman gözleri dolarak anlattı.


Sizin için ordudaki zor günler 28 Şubat’tan çok önce başladı değil mi? 1988’den itibaren neredeyse her sene başka bir yere atanıyorsunuz, sebep?

TSK’daki herkesin dosyası atamalar için her yıl gözden geçirilir. Normalde atamalar dört yılda bir yapılırdı. Ben 1982’de TSK’ya girdiğimde kim olduğum, ne olduğum konusunda müdahale yoktu. Yine de ben namazımı gizli kılıyor, başörtülü olan eşimle TSK’nın hassas kimselerinin gözüne sokacak şekilde dolaşmıyordum. Tedbirliydim yani. Çünkü bu size ilk günden itibaren hissettirilir. Atatürkçülük ideolojisi adı altında insanlar zihinlerindeki şablonları size dayatır. 1985’ten sonraki yıllarda kovuşturmalar başladı. 1990’lara gelindiğinde ise açıkça söyleniyordu: Kimse namaz kılmayacak, kimse camiye gitmeyecek! Aslında “Üniformayla camiye gitmeyin çünkü orada bir astsubayımızın silahı çalınmıştır” diyorlardı da siz anlıyordunuz bunun ne demek olduğunu. Bir de tabii irticanın tehdit olarak görülmesinden sonra TSK’daki rekabet, bu algıyı bir silah olarak kullanma şekline döndü. Arkadaşlarınız, çevreniz size irticacı damgası yapıştırarak, asılsız mektuplar yazarak önünüze geçme yollarına başvuruyordu. Hepimizin başına geldi.


Siz de bu tip ihbarlar yüzünden mi sürekli sürüldünüz?

Ben ne kadar namazımı gizli kılsam da, herkes muhafazakâr olduğumu bilirdi. Nasıl? Örneğin konken masasına oturup kumar oynamıyorsunuz, içki masasına oturup içmiyorsunuz… Hemen ne olduğun, kim olduğun anlaşılır. O zaman da hemen bu adamı dışarıda tutalım, pasifize edelim çarkları devreye girer. Artık 1990’lara geldiğimizde öyle bir hal vardı ki, askeri okula alınacak çocukların yazın Kuran kursuna gidip gitmediği bile araştırılıyordu. Eskiden mülakatlarda Roman veya Alevi, eşcinsel veya ateist olduğunu öğrendiğimiz adayların askeri okullara girişini engellememiz yaygın teamül idi, sonra bu engeller yer değiştirdi. Bu kez Kuran kursuna gidenler, Fatiha okumasını bilenler engellenmeye başlandı.


Sizin ihraç edilmenize karar veren Güven Erkaya’yla ilişkiniz nasıldı?

Yakın çalıştığımız zamanlar olurdu, daha doğrusu o beni kullanıyordu. Tarih, eski yazı ve edebiyat bilgimden dolayı. Örneğin bir yurtdışı gezisine gidecek, oradaki kokteylde birkaç anektod anlatabilsin diye önceden ona dosyalar hazırlardım, gayri-resmi bir emirle. Zaten onun komuta kademesine benim hakkımda belirttiği görüş, ‘Yararlanılacak zamanda yararlanın, sonra atarsınız!’ idi. 1992’de, benim de olduğum bir ortamda şöyle bir hesap yaptığını hatırlarım mesela: ımam hatip okulları her yıl şu kadar mezun veriyor. Bunların şu kadarı devlet kademelerinde görev alıyor. Bu hesapla 2005’e gelindiğinde Türkiye, imam hatip mezunlarının yönettiği bir ülke olacak.


Siz ne yaptınız?

Tabii bu bana da üstü kapalı bir tehditti. Gerçi tehdit olsa ne olacak, 15 yıl mecburi hizmetim dolmamış. Namaz kılmayı bırakacak, eşime örtünü aç diyecek halim yok… Bunları yapmayınca da iyice üstünüze gelinir. Mesela ramazan günü kokteyl verilir, sizi de çağırırlar. Oruçlu olduğunuzu bile bile ikramda bulunurlar. Zaten ramazanda kokteyl düzenlemek Türkiye’de bir kamplaşmanın göstergesiydi.


1989’da komutanınız Vural Beyazıt’a duygusal bir mektup yazmışsınız. “Ben artık dayanamıyorum, sicilime ne yazarsanız yazın ve beni ihraç edin” diye… Ne cevap gelmişti?

Hiç cevap gelmedi. TSK’da sen gidemezsin, ancak biz atarız diye bir anlayış vardı. 15 yıllık mecburi hizmeti tamamlamak zorundaydınız.


Halbuki siz askerliğe başladıktan 15 gün sonra bu işi yapamayacağınızı anlamıştınız. Niye ıstanbul Üniversitesi’nde öğretim üyesiyken asker olmayı istemiştiniz peki?

Üniversitedeki hocam, benim başarılarımın onunkileri geçeceğini anladığı için daima zorluk çıkarıyordu. ıleride benim şöhretimi silersin, gitsen iyi olur noktasına getirmişti. Orada nasibimin kesildiğini görünce ayrılmaya karar verdim. Bir de 12 Eylül öncesinin anarşik günlerini hatırlayın. Ben de sokaklara çıkmış, dayak yemiş, dayak atmış, duvarlara yazılar yazmıştım. Sonra 12 Eylül oldu. şunu düşündüm: Ne meslek yapabilirim, hangi mesleğin geleceği var? Edebiyat öğretmenliği yapmaktı benim sevdiğim iş. Öğretmenliği TSK çatısı altında yapmanın birçok avantajı vardı. Maaşı daha iyiydi, öğrencilerim zeki olacaktı, lojmanı vardı, bir de belinizde silah. 12 Eylül’ü, o anarşiyi ve kuşatılmışlık hissini yaşamış bir insan o silah güvencesini arıyordu. O nedenle bir ilan görüp başvurdum. Ama sonra bana göre olmadığını anladım. Top tüfek bana uymadı, halbuki ben zannediyorum ki, edebiyat fakültesindeki gibi herkes.


İnsan öyle olmadığını bilmez mi?

Daha önce askerlik şubesinde bile işi olmamış, suyu tencerede görmüş bir Uşaklıyım ben. Bu halde Deniz Kuvvetleri’ne girince, sudan çıkmış balığa döndüm tabii. Tamamen iyi bir hayat arayışıydı benimkisi. Evliliğimi, hayatımı kurtaracak bir yermiş gibi görünmüştü TSK.


Kasım 1996’da ihraç edilmeyi bekliyordunuz değil mi?

Tabii, zaten atılacağımı anladığım için her yerde mecburi hizmet sürem dolduğu gün, istifa edip gideceğim diyordum. 1996’da bir duamı hatırlarım mesela. Benimle beraber TSK’da muhafazakâr kişilerin de ettiğini bildiğim bir dua: Ramazanda… ıftar vakti… Orucunuzu açmak üzeresiniz ve ellerinizi açmış yakarıyorsunuz: “Allah’ım! ınşallah Karadayı Genelkurmay Başkanı, Erbakan Başbakan olsun, ki azıcık nefes alalım!


E oldular…

Evet ve hemen ertesindeki YAş toplantısında benimle birlikte 160 kadar asker irtica sebebiyle ihraç edildi. Halbuki ben Erbakan YAş toplantısında o dosyayı imzalamaz diye düşünüyordum. Çünkü ben hükümete yakın bazı dostlara daima şunu anlatlıyordum: TSK’da muhafazakârların bertaraf edilmesiyle ilgili bir şablon uygulanıyor, yakın zamanda bu şablon askeriyeden çıkıp sivile geçecek! Bunları gerekli yerlerde dillendirin ki, tedbir alınsın… O yıllarda Erbakan’ın başbakan olması, bizler için can simidiydi. Ama işte…


Büyük hayal kırıklığı mı yaşadınız?

Acı şeyleri konuşmak insana acı verir. O günleri anlatmak şu anda bile beni yaralıyor. Kış ortasında çocuklarla ortada kalakaldık. Lojmandaki ev eşyalarımızı bir yere depolayıp, çocukların okuluna yakın olsun diye Levent civarında bir ev aradık. Ama kiralar çok yüksek, bende de para yok. Bir caminin, müezzin olmadığı için boş duran, kırık dökük müezzin lojmanına sığındık. ıki kutucuk oda. Nasıl rutubetli bir harabe anlatamam. ıhraç edilmeden altı ay önce iki üniversiteden görev için teklif almıştım, sonra bana randevu bile vermediler. Ne o dönemki yayıncım, ne de dost bildiklerim yanımdaydı. Acı biçimde anladım ki 28 Şubat baskısı sivil hayatta daha da berbat işliyormuş. Kimse kara listeye alınmamak için TSK’dan atılanları işe almıyordu, şerefimizle şerefsizleştirilmiştik.


Sizinle birlikte ihraç edilen diğer askerlerle iletişiminiz var mıydı?

Evet. Kimisi süt sattı, kimisi pazarcılık yaptı. Bir tanesi maalesef intihar etti. Çünkü yıllarca TSK bize öyle bir şeref anlayışı aşılamıştı ki, sonraki bu hayat hepimize ağır geliyordu. Ben de işsiz olarak evde oturmaktan büyük sıkıntı duyuyorum. Çocuklar okula gidiyor, evde oturmuş sigara içen bir baba. Okuldan dönüyorlar, sigara içen bir baba. Ne kadar işe yaramazmış bizim babamız diye düşündüklerini zanneder, kahrolurdum. Sonra belediyede bir iş buldum, elime biraz para geçince sonraki yıllarda ihraç edilen askerlerden birine zarf içinde para vermeye başladım. Diyordum ki, “Sakın alınma ama ben atıldığımda bir dost bana bunu yapmıştı. şimdi ben borcumu ödüyorum”. Halbuki ne öyle bir zarf, ne de öyle bir dost vardı. Fakat benim yaşadığım zorlukları kimse yaşamasın diye bunu yapardım. Öyle kötüydü ki çünkü o dönem, düşünsenize en yakın arkadaşlarınız sizden vazgeçiyor.


Nasıl yakın arkadaşmış onlar?

Pek çoğu askerim diye arkadaşımmış meğer. Örneğin ben Deniz Müzesi’nde görevliyken yanıma gelip giden bir sürü muhafazakâr arkadaşım sonra uğramaz oldu. Telefonum çalmadı. Ama bakın… TSK’dan irtica nedeniyle 3 bin kişi atıldı, hiçbiri suça karışmadı. Bir düşünün, hepsi silah kullanmayı bilen bu insanlar bir terör örgütü kursaydı, neler olurdu. ıstelerdi ülkeyi ele geçirmek için stratejiler hazırlayamazlar mıydı? Ergenekon’un bile ancak 300 civarında üyesi vardır. Bu 3 bin kişi Türkiye’yi seviyordu ama içlerinde öyle dünyalar yıkıldı ki…


28 Şubat’ın bir tür sermaye savaşı olduğunu düşünüyor musunuz?

Kesinlikle. Cumhuriyet kuruldu kurulalı sadece lafta köylü milletin efendisiydi. Bencileyin köy çocukları yönetici olmayagörsünler, inisiyatif almayagörsünler... 80’lerden sonra ibre Anadolu’daki insanlar lehine kaymaya başladı. Artık kurulu düzen, Anadolu’dan gelen zeki, başarılı kimseler tarafından didiklenmeye başlamıştı. Elbette kendilerini Cumhuriyetin sahibi olarak görenler veya bunu dillendirenler, pastanın büyük payı elimizden gider mi diye endişe ediyorlardı. O nedenle statülerini korumak için askerlerle işbirliği yaptılar, hatta onları kullandılar.


Tüm bunların üstüne sorayım… 28 Şubat soruşturmasının başlaması sizde nasıl duygular uyandırıyor?

Sevinemiyorum. Evet, geçen gün başka bir dostum da aynı sizin gibi şaşırarak baktı yüzüme. Ama doğru, 28 Şubat soruşturmasına sevinemiyorum. Çevik Bir’i öyle görünce, “Oh olsun paşam, keser döner, sap döner…” diyemiyorum. Sadece üzülüyorum. Bizim gibi muhafazakâr insanlarda intikam duygusu yoktur. Hiçbir zaman da olmadı. şu kadarı kesin: 28 Şubat’ın yargılanacağını hayal bile etmemiştim. O nedenle kendi içimde helalleşmeyi başardım yıllar içinde. Öbür tarafta Allah’a boyun büküp biraz nazlanırım, bana neler ettiler diye düşünüyordum. Onun dışında zalimin yaptığına aynı zalimlikle yaklaşmak bize yakışmaz, günahtır. Haksızlıklardan hesap sorulur ama intikam almazsınız. Çünkü intikama başladığınızda size yapılandan daha büyük haksızlıklar yapmaya başlarsınız. Günahkâr olursunuz. Bu soruşturmanın yapılmasının gerekliliğine inanıyorum ama sevinemiyorum. Tabii suçlular adalete teslim edilsin ama şahsi olarak da hiç umurumda değil.


Erbakan’a da kırgındım


Erbakan’a kırgın mısınız?

Birkaç ay önce kırgın olduğum insanların bir listesini yaptım. Elbette içinde Erbakan da vardı. Sonra hayatta olanları tek tek aradım ve ayaklarına gittim. Haksızlığı yapan onlar olmasına rağmen… Benim bir hatam olduysa sen affet, senin hatalarını da ben affettim dedim. Ve listemi tamamladım, herkesle barıştım. Erbakan hocaya da cenazesinde hakkımı helal etmiştim. Nasıl bir yük kalktı üstümden anlatamam. Öyle özgürüm ki… Bence Türkiye de bunu yapmalı. Geçmişindeki tüm hatalarla bu hissiyatla yüzleşmeli.


28 Şubat’ın bir faydası

28 Şubat dini olgularda taşların yerine oturmasına yaradı bence. Örneğin ben altın günah diye yıllarca gümüş alyans taktım, ki bu TSK’da çok dikkat çekiyordu. Yine günah diye aracıma sigorta yaptırmadım, eski bir arabam vardı, pert oldu. Sonra gördüm ki, din adına bana altın yüzüğü haram gösterenler, gümüş yüzük şart değildir diyorlardı. Araba aldıkları gün kasko yaptırıyorlardı. Pardösüsüz olunmaz diyen din hocaları sonra, kadınlar pardösü giymek zorunda değil diyordu. 28 Şubat sonrasındaki bu tartışmalar bozulmuş geleneklerin ıslam diye bize yutturulduğunu göstermek babında faydalı oldu.


Erdoğan’ın o sözü mü attırdı?

İhracınızda, o dönem belediye başkanı olan Erdoğan’ın laf arasında ılhami Erdil’e sizden “bizim ıskender” diye bahsetmesinin payı olabileceğini söylemiştiniz, o vakte kadar fişlenmemiş olabilir misiniz ki?

Elbette ben bu söz yüzünden atılmadım. Fişlenmiştim ve ne olursa olsun atılacaktım. O olay bardağı taşıran son damla olmuş olabilir. Kardak krizi olduğunda, Güven Erkaya’nın bir taraftan beni o konuda çalıştırırken bir yandan da atmayı düşündüğünü sonradan bir üst rütbeliden öğrendim. Yani atılma kararım Başbakanımızın o sözünden çok önce verilmiş.

(Kaynak: Milliyet)


***


Ayrıca bakınız: