29 Kasım 2011 Salı

Melih Anık, Ayşenil Şamlıoğlu ile Lemi Bilgin'den avanta elde etmek için değil, tamamıyla tiyatro sanatına katkı sunmak için tiyatro yazıları yazıyor!

Melih Anık'la dünya görüşlerimiz, tiyatro anlayışlarımız bire bir uyum içerisinde olmasa da, Anık'ın LİNÇÇİ olmaması nedeniyle, yazılarını zaman zaman yayınlıyoruz. Melih Anık, görebildiğimiz kadarıyla, tiyatro sanatını bir çıkar elde etmek için değil, yaşamı estetize etmek kullanıyor. Tiyatro yazıları yazan Melih Anık, Ayşenil Şamlıoğlu ve/ya Lemi Bilgin'den bir avanta beklemediğine göre, neden yazı yazmaya devam ediyor? "Sıfır menfaat" peşinde olmasına, yani hiçbir menfaat gözetmemesine karşın yazı yazmayı büyük bir coşkuyla sürdüren Melih Anık, en önemli empati araçlarından biri olan tiyatro sanatıyla toplumun tinsel olarak sağaltılabileceği kanısında. Yada biz, bu kanıda olduğu kanısındayız...

Melih Anık'ın aşağıdaki yazısına yüzde yüz katılmasak da, bu yazıya sonuna kadar kefil olmasak da, bu yazıyı mutlaka, ama mutlaka, hararetle, ısrarla ve inatla okumanızı öneririz!

Sosyalist Sanatçı Hilmi Bulunmaz


***


"Mutfak Söyleşileri (İBBŞT) Üzerine" Akif Çamlı’ya Açık Mektup


Melih Anık
20 Kasım 2011


İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın sahnelediği "Mutfak Söyleşileri" isimli oyunla ilgili Yeni Akit gazetesinde bir yazı yazmışsınız. Ben, yazınızı Haber Vakti’nden okudum. (http://www.habervakti.com/?page=news_details&id=59577)

Bu mektubu "oyunun ne anlattığını biri çıkıp açıklasın" dediğiniz için yazıyorum. Daha önce oyunu seyrettiğimde bir yazı da yazmıştım. (http://melihanik.blogspot.com/2011/08/bir-damla-gozyas-ve-tebessumyesim.html) İlgi duyarsanız okuyun.

Yeni Akit’in künyesinden, spor müdürü olduğunuzu biliyorum ama tiyatroya gitme alışkanlığınızı bilmiyorum. Yani tiyatroyu ne kadar takip edersiniz, senede kaç oyun seyredersiniz, seyredeceğiniz oyunu nasıl seçersiniz, oyun ve eleştiri okuma alışkanlığınız var mıdır vb. hususları bilmiyorum. Daha önce yazmış olduğunuz bir tiyatro eleştirisine rastlamadım. "Mutfak Söyleşileri"ni nasıl seçtiniz merak ediyorum.

"Mutfak Söyleşileri", gerek yazarı ve gerekse yönetmeni ve de oyuncuları ile sezonun en önemli oyunlarından biri. İstanbul’da o kadar oyun varken, "Mutfak Söyleşileri"ni seçmenize bakacak olursam, siz, çok iyi bir tiyatro seyircisi olmalısınız. Bu nedenle, söylediklerinize kulak vermek gerekir diye düşünüyorum. Ben, oyunu seyrettiğim ve düşüncelerimi yazdığım için, gözlerimi sonuna kadar açarak yazınızı okudum; hem de bir defa değil, kerelerce, yanlış anlamamaya çalışarak.

"Oyunun dili Türkçe, lâkin ruhu bu toprakların mahsulü değil. İçinde işlenen tema da anlaşılır gibi değil... İnsan zihnini gereğinden fazla zorlamasına rağmen anlatmak istediği net olarak belli değil. Nefsin akıl almaz ve kabul edilemez isteklerini sıralayan oyunun ahlâk kriterleri de belli değil. Zorlamayla yazılmış ve sahnelenmiş oyunun sahne performansı eksinin de altında..." demişsiniz. Çok takdir ettim; zira bu cümleleri kuracak tiyatro eleştirmeni sayısı çok az ülkemde maalesef. (Düzenli tiyatro eleştirileri de yazıyor musunuz? Bence yazmalısınız.)

Tiyatroda bir ruh arıyorsunuz ki, bu mükemmel. Bu ruhun "kendi topraklarımızdan" alınmasını tercih etmek, kişisel bir tercih. Mesela ben, her oyunun ruhu olmasını yeterli bulurum. Tiyatromuzda yerli oyunların çoğalmasını istemeniz de, çok yerinde; zira tiyatromuzun kurtuluşu yerli yazarlarımızın artmasına bağlı.

Gerçi sizin eleştirdiğiniz "pornografik oyun" nasıl becerdi diye düşünüyorum, ama benim seyrettiğim sizinkiyle aynı ismi taşıyan oyunun "insan zihnini fazla zorlaması" tespitinize de katılmadan edemiyorum. Evet, zihni çok zorluyor ve buyurduğunuz gibi "anlatmak istediği net olarak belli değil"; metaforu çok, entelektüel seviyesi yüksek ve de seyircinin zihinsel katılımını istiyor. Bu türün tiyatro edebiyatındaki karşılığı “fantastik absürd”, yani “saçma bir hayâl ama olsa ne olur”. Örneğin bir annenin çocukları için kendini parçalayarak saçını süpürge etmesi, çocukların annenin beynini çıkarması olarak verilmiş. Hani bizde “beyninin etini yemek” diye bir tarif var ya onun gibi bir şey. Annenin “kalbini çıkarıp” kızına götürmesi de kutsal annelerimizin yapabileceği bir fedakârlık değil midir? Annenin çocukları için ölümü göze alması ne kadar ahlâklı bir davranış değil mi? Evleneceği erkeğe “elini veren” gelinin de yine kutsal bir davranış biçimi var: kadın erkeğine öylesine bağlı ki elini kesip veriyor. Bir kadın bundan daha öte ne yapabilir ki! Erkeğin önüne geçmek isteyen kadınlar ibret alsın! Karısı için mutfak tasarlayan kocanın “düşünceliliği” kimi duygulandırmaz. Karısı rahat etsin diye hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan koca “yabancı” bir uzman bile getiriyor. Onun yaptıklarından tatmin olmayınca kendisi kolları sıvıyor. Bu da bize ne kadar “milliyetçi koca” dedirtiyor. Milliyetçılik, sanırım sizin gibi “yerli oyun yazarlarına olanak tanınsın ve edebî eserlerde bu toprakların ruhu olsun” düşüncesinde olan bir yazarın tasvip edeceği bir şeydir. Bir başka hikâyede komşularına caka yapalım diye evlerine borç harç pahalı taştan duvar yaptıran karı kocanın düştüğü acınası durum kimin içini sızlatmaz? Çevremizde mala mülke düşmüş maneviyatı terk etmiş insanlar yok mu! Son hikâyede de ölüm gününü bilen bir kadının hayatının son anına kadar dünyayı öğrenme telâşı var. Cahilliği ortadan kaldırma “oku”mak ile başlamaz mı? “Derya içinde olup deryayı bilmeyen balık”, tasavvuf edebiyatının ne güzel bir tarifidir, bilirsiniz. Bu kızcağız da okyanus içinde bir küçük yengeç. Sahneleri birbirine bağlayan Hamile Kadın ile verilen ‘doğum’ Allah’ın büyük mucizelerinden biri değil mi!

Hayatın akıl dışıymış gibi anlatılmasında ulaşılan sanatsal zirve yazarın becerisi elbette. Öte yandan idrak sınırlarını zorlayan durumlar üzerinde çaba harcayıp anlama niyet ve gayreti sarfedip samimiyetle düşününce hangisine kabul edilemez diyebiliriz! Seyirci bu gayreti göstermezse gördüğüne başka anlamlar yükleyebilir tabii. İnanıyor ve diliyorum ki her seyirci bu oyunun çok ulvi düşünce ve duyguları içerdiğini bir gün mutlaka görecektir. Oyunda “Ahlâki kriterlerin belli olmayışı” tespitinizi birden fazla kriterin olmasıyla yorumluyorum. Oyunun tek bir ahlâkî anlayış üstüne kurulmamış olması, bazı zihinlerde kaosa neden olabilir.

Oyunun yazarı dünyanın tanıdığı İzlandalı bir milletvekili ve hümanist bir kişi. Amerikan emperyalizmine karşı çıkmış, milliyetçi karakterini hayatı boyunca korumuş, feminizmin ilk öncülerinden biri sayılmış. Ama kendi eserini sahneye uyarlamamış. Belki kendisi yapmış olsa buyurduğunuz hataları düzeltirdi kim bilir. Oyun için “zorlamayla yazılmış” buyurmuşsunuz. Ne doğru bir tespit yapmışsınız. Zaten bu eser, oyun olarak yazılmamış, ölümünden çok sonraları yazarın hikâyelerinden oyun haline getirilmiş. Bir yazara sipariş edilmiş, zorlama olmuş tabii zira oyunlaştıran epey zorlanmış, kendi söylüyor.

“Sahne performansının eksinin altında olduğu” yolundaki ifadeniz inanın tiyatro eleştirisinde yepyeni bir söylem. Ben başarısız demek istediğinizi anladım ama muhtemelen siz çok daha derin bir ifadeyi bu söyleyiş içine gizlemişsiniz. Ama şu da var ki “sahne performansı” eksinin üstüne çıkarsa oyunun seyredilir olabilir imasını ne güzel buyurmuşsunuz. Bununla da tiyatronun bir gerçeğini dile getiriyorsunuz. Oyunların sahne performansı “eksinin altında” olmamalı, yoksa dondurur.

Oyunun “fuhşiyattan ve zararlı cümlelerden arınması, belden aşağı, ağdalı ve iğrenç tümcelerden ayıklanması, bir filtreden geçirilmesi, süzülmesi” ile oynanabileceği yolundaki tavsiyenize bakılacak olursa siz seyrettiğiniz oyundan umutlusunuz ve her şeye rağmen oyunda kurtarılacak bir şeyler buldunuz demek ki. Oyuncular tavsiyenizi dikkate alıp sizin buyurduğunuz tertemiz, “kırmızı noktasız” bir oyunu sahneleme şansları olmasına memnun olacaklardır.

“İstanbul’a yakışmayan yaklaşım” ifadenizi açmanızı rica ederim. Zira bu herkes için çok öğretici olacaktır. Ayrıca sahnede gösterilenlerin “16 yaş” üzerindekileri etkilediğini belirtmiş olduğunuza göre yazının diğer kısımlarında yazılan “16 yaş altındakiler oyunu seyrediyor” ifadesinin yanlış olduğuna şehadet ediyorsunuz. Zira salonda 16 yaş altındakiler olsa sizin bahsettiğiniz oyundan onlar daha çok etkilenmez miydi? Şimdi “Bunu seyreden bir de uygulamaya koyarsa...” ikazınıza binaen gereken ihtimam ve dikkati gösterip kendimi yeniden gözden geçirdim; daha önce oyunu seyreden biri olarak geçen altı aylık sürede oyunun üzerimde herhangi bir olumsuz etkisini görmedim ama ne olur ne olmaz, tuhaf bir durum görürlerse beni uyarmaları ve de zaptı rapta almaları için eşimi dostumu uyardım. Ne dersiniz daha ne kadar beklemeliyim? Bu süre daha ne kadar olabilir?

“Repliklerin havada uçuşması” da Haldun Taner’a ait bir cümle, siz iyi bir tiyatro okurusunuz da.. Repliklerin kesintiye uğraması da havada çarpışmalarından mütevellittir. Bu uyarınızla oyuncular buna dikkat edecekler ve replikleri havada yalnız bırakmayacaklar ve bu şekilde çığrından çıkma yaşanmayacaktır diye düşünüyorum. Zira hepsi tiyatromuzun genç ama çok deneyimli oyuncuları. Performansı ısıtmayı(eksiden artıya geçirmeyi ) becerirler diye düşünüyorum ki bu buyurduğunuz eksiler içinde bu en kolay olanıdır. Ama sizin seyrettiğiniz gün, sahne zaten çok “sıcak”mış!

Sanıyorum sizin seyrettiğiniz gün sahne biraz kalabalıkmış. Ben oyunu beş kadın bir erkek toplam altı oyuncudan seyrettim, siz tamamına yakını kadınlardan oluşan 10 kişiden seyretmişsiniz. Belki de onun için replikler havada çarpıştı, oyunun kadrosunda olmayan yeni kişiler sahneye girince, bu kalabalıkta kimin eli kimin cebinde belli olmayan bir durum ortaya çıktı ve buyurduğunuz gibi “oyun kırmızı noktalı”(pornografik) hale geldi. Bu arada benim seyrettiğim gün olmayan şey, siz seyrederken oldu, oyuncular içki şişelerini ellerine aldılar, küfürler ederek kendilerinden geçtiler, cinsel ilişki sahnelerinin benzerini teşhir ettiler ve sahnede âlem yaptılar herhalde. Ben insanları ailemden sayarım ve kızımı, kardeşimi korur gibi onların haysiyet, iffet ve faziletini korumaya aşırı dikkat ederim. Yazılarımda dikkat ettiğim en önemli husus budur. Tiyatrocu, mesleğinin onurunu düşünen insandır, kötü oynayabilir ama toplumun kutsal saydığı değerlerini sorgulasa bile ahlâkî erozyonun aracısı ve nedeni olmaz. Buna inanmak benim inancımın da bir gereğidir. Emin olmadığım konularda ahkâm kesmem. Yanılmış olmaktan korkar ve çekinirim. Aksi bir durumda vicdanıma cevap veremem aynaya bakamam. Hepimiz bir gün ölümü tadacak ve hesap vereceğiz değil mi! Benim için inanması güç olmakla beraber sizin gibi ahlâkî değerlere düşkün, (muhtemelen) inançlı biri tarafından yazılanları okuyunca ne yapacağımı şaşırıyorum. Doğrusunu isterseniz yazdıklarınız tiyatromuzda bir ilktir, yani sahnede oyuncunun yoldan ve oyunun çığrından çıkması. Hele hele oyunun bazı seanslarda farklı bir şekilde oynanması dünya tiyatrosu için bir ilktir. Ben kitabına uygun bir oyun seyrettim. Siz bir bakıma hiç kimsenin başına gelmemiş bir şey yaşamışsınız. 6 kişilik oyunu 10 kişilik yaparsanız olacak budur! Haklısınız “Ne günleri yaşıyoruz”
“Tiyatro milletin aynası” ifadenizle yaptığınız yeni yorum tiyatroyu daha anlamlı kılmıştır. “Tiyatro hayatın aynasıdır”ın ufkunu genişlettiniz.

“Reşat Nuri Sahnesi'nde oynanan Mutfak Söyleşileri her ne kadar bir perdelik oyun olsa da izleyene hiçbir şey vermediği gibi, belden aşağı içeriğiyle ahlâkî erozyonu gözler önüne sermiştir...” buyurmuşsunuz. Yazınız yayımlandığında onlar başka bir sahnede olacaklar, malûm turne yapıyorlar. “Her ne kadar bir perdelik de olsa ahlâkî erozyonu gözler önüne sermiştir” ifadenizden yola çıkarak tiyatronun gücünü ne kadar güzel ifade ediyorsunuz. Tiyatro böyle bir şeydir, söz bile söylemese, 5-10 dakika bile olsa “hiçbir şey vermez gibi yaparak” her seyredene kendine göre bir “gerçek” buldurur; düşünce ve algısına göre seyrettiğine anlam yükletir; bazısını kendisiyle yüzleştirir, yüzüne ayna tutar; kişilikleri deşifre eder, itiraf ettirir; kimine hayatı öğretir; kimini vurur, ne yaptığını ne yazdığını bilmez hale getirir. Gerçi ben çok yararını gördüm ama bazılarının, tiyatronun insanlık için “tehlikeli” bir şey olduğunu söylemesi, belki de bundan dolayıdır. Tiyatronun gücünü gösterme olanağı veren böyle bir oyuna, İBB Şehir Tiyatroları’nın oyun programında daha çok yer vermesi gerektiği hususunda benimle aynı fikirde olduğunuzu sanıyorum.

Anladığım kadarıyla siz İBB Şehir Tiyatroları’nı yönetenlerden memnun değilsiniz. Ne tesadüf ki ben de! Zira ben sizin seyrettiğiniz ve yazdığınız oyunun, İBBŞT’nu değiştirmek, ele geçirmek için bazı gurupların kendi adamına iş yaratma, kadrolaşma teşebbüslerinin sonucu olmasından kuşku duyuyorum. İşte bakın sahneye dört adamını birden soktu birileri! Birileri de “’Şehir’ mi olsun ‘Kent’ mi, Engin mi gelsin Nurettin mi?” tartışması yapıyormuş, ne demekse? Belki siz bilirsiniz, bir araya gelip konuşsak ne iyi olur.

Size açık ve samimi bir çağrı yapmak istiyorum: Yazıda adı geçen tiyatro eleştirmeni Birol Cürgül, Aile Sağlığı Uzmanı ve Teolog Prof. Dr. Mustafa Erdoğan Sürat, siz ve ben bir araya gelip oyuna gidelim ve kimseler uyanmadan cürm-ü meşut yapalım. Bu arada oyuncuların kulaklarını da çekeriz; biraz yanaklarını “okşarız”, faydamız olur.

Tiyatro ile ilgili gerçeklerinizi anlattığınız yazınızda anlamadığım tek ifade en son cümleniz:

“Hayret!.. Bunca yıldan sonra gelinen noktada demek ki tiyatro hiç yol katedememiş...” Sanki çok uzun bir aradan sonra tiyatroya gitmiş de karşınıza çıkan bu durumdan şaşırmış gibi bir haliniz var. Bu gibi durumlarda çözüm, daha çok tiyatro seyretmektir. Tiyatro seyretme alışkanlığı arttıkça reaksiyonlar azalır. Bilirsiniz, bünyenin yeni ilaca alışması ve tedaviye olumlu karşılık vermesi de zaman alır.

Önerim yazının sonunda da geçerli: Oyunu hep birlikte seyredelim, oyuna sonradan girmiş o dört kişiyi sahneden atarak temizliğe başlayalım ve bir yerlerde çay, kahve içip ahlâklı tiyatroyu konuşalım, tiyatronun “ayna”sını kırmadan...

(Kaynak: Melih Anık, "DÜŞÜNCELER")