9 Temmuz 2011 Cumartesi

Kursağında hiçbir meta estetinin lokması bulunmayan Oğuzcan Önver, yapıtlarını, egemenlerin iktidarı için değil, emekçilerin geleceği için üretiyor!!!

Oğuzcan Önver'in ilk röportajı...


Ön not: Mayıs ayında yapılan bu röportaj, Evrensel Gazetesi'nde yayınlanmak üzere, gazetenin dış haberler sorumlusu Soner Barbaros'la gerçekleştirilmiştir. Bu röportaj, "kültürel bir söyleşi" olduğu için, Evrensel Gazetesi Kültür Servisi'nden Devrim Büyükacaroğlu'yla röportaj hakkında görüşülmüş ve röportajın uzunluğu nedeniyle yayınlanmasının gecikeceği bana bildirilmiştir. ''Bize her gün ne TUTKAL'lar geliyor!'' tavrı sonucu, röportajın bunca zaman yayınlanmamasını da göz önünde bulundurarak, beklemenin bir anlamı kalmamış ve bu röportajı, kendi yayın organlarımızda (Sosyalist OYUN Dergisi ve Internet sitelerimiz) yayınlama kararı almış bulunmaktayım.

TUTKAL romanı yazarı Oğuzcan Önver


***


Oğuzcan Önver'in ilk röportajı...


"Muktedirler de şunu bilsin; biz kazanacağız!"


Oğuzcan Önver, yalanların, gösterişlerin, abartıların, reklâm oyunlarının kuşattığı dünyada, etrafındaki duvarları yıkmak için, işçi sınıfının o duru, basit olan hayatına ve ona iktidar vaat eden sosyalist ideolojiye merak sarmış genç bir yazar.

Oğuzcan Önver, Marksizm, sosyalizm üzerine yazılan eserleri okuyor; İstanbul Şehir Tiyatroları Fatih Reşat Nuri Sahnesi önünde, kralcı olduğunu düşündükleri Shakespeare’i eleştiren OYUN Dergisi’ni dağıtırken, tiyatronun resmi görevlileri tarafından itilip kakılınca öfkesini sınıfsal öfkesine ekleyebilen genç bir yazar.

Oğuzcan Önver’in ailesinden aldığı küçük burjuva ruhuna kendi deyimiyle "gerilla saldırıları"düzenleniyordu. Oğuzcan Önver’in, kendisine dayatılan dünyada doğru olmayan bir şeyler olduğunu sezmesiyle, çocukluğunu ve gençliğini rahatça yaşaması bile engellenmiş. Haksız da sayılmaz; bu kadar karmaşanın arasında yalınlaşmak aslında görünür olmaktır. Sahi, bu ilişkiler ömrünü tamamlamış mıydı? Bilmiyordu, ama şuna emin olmak istiyordu Oğuzcan; en azından ona kan pompalayan birileri olmayacaktı. Bunun için, kendi dünyasındaki küçük burjuva ruhu eleştiren TUTKAL adlı kitabını yazdı. Tiyatroyla ilgilenmesi onun için asıl zenginlik olmuş ve bu süreç, kitabındaki karakterleri oluşturmuş ve onları rahatça konuşturabilmesine yardımcı olmuştu. Bulunmaz Tiyatro’da ücretsiz olarak katıldığı tiyatro çalışmaları ve aynı zamanda Oyun Dergisi’nin genel yayın yönetmenliği yapması, diğer yandan da yakasını kurtaramadığı kurallarıyla beraber yaşadığı lisesinde okumaya devam etmesi ilginç...

Geçen hafta Oğuzcan’a verdiğimiz sözü yerine getirip, Bulunmaz Tiyatro’da, bu röportajımızı yaptık.

Soner Barbaros - Kitabı okurken, kitabın başlığına gerekçe arıyorsunuz, ama ben bulamadım. Kitabın ismi TUTKAL, neden TUTKAL, neden bu isim?

Oğuzcan Önver - Kitaba önceleri başka bir başlık düşünmüştüm, ama sonraları değiştirdim. Kitabı tutmak ve kitabı bitirene kadar okumak, onda kalmak anlamına geliyor TUTKAL. Zâten kitap kısa, eline alırsın hemen okursun. Kitabımda hep farklı türleri kullanarak roman yazmak gibi bir düşüncem vardı. Bu biçimleri bir arada tutmak, kitabımdaki önemli karakterin küçük burjuvalığıyla hesaplaşırken, çevresindeki diğer insanlarla bir araya gelip bütünleşme çabasına da uygun bir isim. Yapıştırıcı bir unsur. (Oğuzcan gülümseyip mütevazı bir tavırla) Kitleleri birleştirmek için değil ama.

Soner Barbaros - Kitabınla ilgili konuşurken "Benim için büyük, insanlık için küçük bir adımdı" diyorsun. Mütevazısın, ama bunun ötesinde TUTKAL’ın çıkartılması, basılmasıyla ilgili sıkıntılar, okunulma kaygısı yahut dağıtılmasıyla ilgili neler söylemek istersin?

Oğuzcan Önver - Mütevazılığım, emekçi karakterimden geliyor sanırım. Açıkçası, piyasadan uzak durmak gibi bir amacım var. Piyasaya bulaşmak, benim için endişe verici bir şey. Yani günümüz Türkiye’sinde “çok satan kitap” sahibi olursan orada bir sorun var demektir. Schopenhaeur’un şöyle bir sözü var bu konuyla ilgili:

"Çok iyi kitaplar fazla satmaz, çok kötü kitaplar da az satmaz."

Kitabım, ‘büyük kitapçılarda’ satılmıyor; hiçbir zaman D&R’da satılsın istemem mesela. Bu bir tavırdır. Zâten çok satılmasını da istemiyorum. Farklı bir dağıtım yoluyla dağıtıyorum kitabımı. Yeraltı yoluyla (gülümsüyoruz) 96 sayfa ve daha az sayfalı kitaplar için Kültür Bakanlığı’ndan bandrol izini almanız gerekmiyor. Daha kalın kitaplar için ciddi bir para ödüyorsunuz. Kitabın basılması, Hilmi Bulunmaz’ın maddi ve manevi desteği sayesinde olmuştur. Yazdığım romanı, ("yarattığım roman" sözünü kullanmak istemiyorum, çünkü bu söz yazarın egosunu arttırıyor) çok kişinin okuması için, çoğunu ücretsiz dağıtıyoruz. Kitaptan maddi bir kazanç elde etme amacımız yok. Ama yayınlayacağım yeni kitabımın masraflarını çıkarırsa, pek de fena olmaz. İkinci romanımı yazmaya başladım çünkü.

Soner Barbaros - Tolstoy’un edebiyatla ilgili özgünlük, samimiyet vurguları üzerinden yola çıkarak, TUTKAL’la neyi hedefledin? Roman diyorsun, ama farklı bir edebiyat biçemi olarak adlandırılma isteği taşıyorsun. Bu kaygının kaynağında Tolstoy’un edebiyat anlayışının etkisi mi var?

Oğuzcan Önver - Yeni bir edebiyat akımı oluşturmak istiyorum. Bu kitapta bunu deneme amacını taşıdım. Roman okumak ve yazmak burjuvazi için ortaya çıktı. Eskiden televizyon ve benzeri vakit geçirme araçları yoktu. Roman egemenlerin aracı olarak kullanıldı. Şekil itibariyle bile ona hizmet etti. O zamanlar, hattâ şimdi de, 600-700 sayfalık bir romanın, emekçiler tarafından okunması zordur. Ama şu an romanı bu kadar uzatmaya gerek yok. Romanın akıcı olarak okunması için Kafka’nınki gibi kısa ve net mesajlar vermelidir.

Ayrıca Tolstoy, sanat tanımlamasını yaparken ilk sıraya koyduğu samimiyet duygusunun aynı zamanda en önemli unsur olduğunu dile getirir. TUTKAL, dünyayı değiştirmeyecek, aman aman bir etkisi olmayacak. Kitabımı yazarken, topluma karşı sorumluluk duygusu, hesap sorma duygusu taşıdım. Ama gerektiği kadar sert olduğumu düşünmüyorum. Biyografi, şiir, tiyatro, hikâye, mektup gibi türleri bir araya getirmeye çalıştım. Her bölümde ayrı bir türü kullanmaya, ama ana olay örgüsüne de bağlı kalmaya çalıştım.

Soner Barbaros - "Gözlerimde oyuncakları kırılmış bir çocuk, ağlıyor mu gülüyor mu belli olmuyor" gibi, kitabında çocukluğa ve oyuncaklara göndermeler ve çocukluk dönemi benzetmeleri yaygın. Kitabı yazarken, karakterlerinde sen ne kadar varsın? Eğer varsan, örneğin kendisiyle hesaplaşan küçük burjuva İsa karakterinin ne kadarı sensin?

Oğuzcan Önver - İsa yüzde yüz ben değilim, ama onun çocukluğunun sıkıntılı geçmesi, benim de yaşadığım bir şey. Ayrıca, ben de, küçük burjuva sayılırım. Ama İsa, benden bağımsız bir karakter. Örneğin, babasının kendisinden istediği hayatı yaşıyor, şair olmak istemesine rağmen, babasının zoruyla üniversitede reklamcılık okuyor. İsa, hayalleri büyük olan, ama hayata tutunamayan birisi. Başaramıyor. Bu kitabı yazarken, küçük burjuva insanının kötü karakterini irdeledim, kafa karışıklıklarını, çok şey düşünüp hayalleri geniş olup hiçbir şey yapmamalarını... Günümüz Oblomovculuğunun eleştirisi diyebilirim. Reklâmcı oluyor, ama bu da ona acı veriyor. Örneğin, kız arkadaşı Selin’i aldatıyor. Selin’e "beni terk ettin" deyince, Selin, ona, "hayır beni aldatarak sen beni terk ettin asıl" diyor. Oğuz Atay’dan etkilendiğimi söylemeliyim. Oğuz Atay’ı şimdilerde, kapitalistlerin kullanmasına kızıyorum. Tamam, Oğuz Atay politik biri değildi, ama, küçük burjuva dünyasını övmedi, eleştirdi. Günümüzde, "Issız Adam", "Kaybedenler Kulübü" gibi filmler, hep tutunamayanlar edebiyatından geçindi.

Soner Barbaros - Peki, sanatçı nedir? Türkiye’de roman deyince Orhan Pamuk ve Elif Şafak akla gelir, sana göre bunlar neden sanatçı?

Oğuzcan Önver - Orhan Pamuk ve Elif Şafak sanatçı olamazlar. Egemenlerin dizinin dibinden ayrılmazsan, sanatçı olamazsın, ama ünlü olursun. Sanatçı özgür insandır. Bunların bütün kitaplarını toplasan Oğuz Atay’ın ya da Kemal Tahir’in bir sayfası bile etmez. Bu kadar çok okunmalarının nedeni, sürekli reklâmlarının yapılmasıdır. Orhan Pamuk, ABD’deki bir vakıf tarafından desteklenen bir yazardır. Eserlerinde hırsızlık yapmıştır. Fuat Carım adlı bir yazarın "Pedro'nun zorunlu İstanbul seyahati" adlı kitabından sayfalarca yazıyı çalarak "Beyaz Kale" adlı kitabını yazmıştır. Bu iş ortaya çıkınca da: "Modern edebiyatta böyle şeyler olur." gibi saçma bir cevap vermiştir. Açıkça hırsızlıktır bu. Orhan Pamuk, Türk edebiyatının Shakespeare’dir. Bunlar, Shakespeare çocuklarıdır. Orhan Pamuk’un savunmadığı bir sınıf hakkında konuşma ve nutuk çekme hakkı yoktur.

Soner Barbaros - Shakespeare çocuğu derken?... Kitabında da, sanat camiasında birilerine suçlama yaparken bunu kullanmışsın. Yani Shakespeare’den nefret mi ediyorsun?

Oğuzcan Önver - Shakespeare’le ilgili ülkemizde bir kafa karışıklığı var. Shakespeare, özellikle bu ülkede işçi sınıfı ve emekçilere sevdirilmeye çalışılıyor. Ama o kralcıdır, işçi sınıfının düşmanıdır. O da, eski anonim halk eserlerini çalarak kendi eserlerine uyarlamıştır. Tolstoy da, "Sanat Nedir?" kitabında Shakespeare’i yerden yere vurur ama bundan kimse bahsetmemektedir. Tolstoy’un bu kitabı ve Shakespeare’in egemenlerle ilişkileri ve bunun oyunlarına yansıması ile ilgili kimse konuşmamaktadır. Shakespeare’in 66. sonesindeki dizeleri büyük bir sevgiyle okunur ve okutturulur. Ama aslında, orada bile bir vazgeçiş, ümitsizlik aşılamaktadır. Örneğin; Romeo ve Juliet adlı eserde aileyi kutsar. Çünkü Juliet’in ailesini dinlemesini sağlar ve Romeo ölür. Ardından Juliet intihar eder. Ayrıca Shakespeare çok insan "öldürür". Krallık içindir bu. İnsanlar ölüme alıştırılır. Kral Lear’da sahneye çıkan on beş kişiden oyun sonunda üç kişi sağ kalır. Tiyatro’da üç birlik kuralını bozan ilk kişidir. Onun tiyatrosu, televizyon dizilerine ve sinemaya daha uygundur aslında. Televizyonun yapay dünyasına kaynaklık eder. Dili ve biçemi, televizyon dizilerinin kökenidir.

Shakespeare, çaldığı oyunları, aslına uygun uyarlamaz, sarayın yararına değiştirir. Örneğin çaldığı "King Leir" adlı anonim oyunda, Fransa’nın İngiltere’yi yendiği görülürken, kendi oyunu "Kral Lear"da, tam tersine, savaşı İngiltere kazanır. Tolstoy, bu yüzden ona şovenist suçlaması yapar. Edebiyat ve sanat dünyasında Tolstoy’un bu kitabı, hak ettiği yerde değildir ve Shakespeare hak etmediği bir yerdedir. Bunun kaynağında Boğaziçi Üniversitesi çevresi vardır.

Türkiye’de Shakespeare çevirenlere bir göz gezdirsek bile bu açığa çıkar. Halide Edip Adıvar, kendisi aynı zamanda mandacıdır, Üsküdar Amerikan Lisesi’lidir. Robert Kolej’li bir başka Shakespeare çevirmeni tiyatro diktatörü Özdemir Nutku’dur. Talat Sait Halman, Shakespeare çeviricisi 12 Mart’tan sonra kültür bakanı oluyor. Bunlar, Shakespeare şiirlerini, Türkiyeli gençlerin, sanatçıların okumasını istiyorlar. Tolstoy da Shakespeare’in telkin yani yalan yoluyla insanlara sevdirildiğini söyler.

George Orwell gibi aslında. Yazdıkları kitaplarla beyin yıkarlar. Orwell da, Shakespeare okunmasını önerip durur. Ayrıca, bu sezon, "Selam Sana Shakespeare" oyununun, Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu tarafından oynanması, hiç de tesadüf değildir.

Bence halk, Shakespeare’i sevmiyor. Çünkü o bir kralcı. O, halk yığınlarının ve işçilerin düşmanıdır. Sol cenah, Shakespeare meselesinde yanılmış, yanıltılmış, kandırılmıştır. Can Yücel de, şiirlerini çevirmiştir Shakespeare’in. 66. Sone, bakireliği öven gerici bir şiirdir, ama Can Yücel çevirmiştir mesela bu şiiri, hatâ yapmıştır.

Ama Shakespeare, aslında katil Elizabeth’in gücünü anlatır. Hâlbuki o dönemde, Almanya’da yeni bir yaşam için mücadele eden ve bu uğurda hayatlarını yitiren alman köylüleri vardır. Ama o, Katolik vurgusunu yapmayı yeğler. Protestanlık güçlendiğinde ise, Protestanlığı övmekde zorluk çekmez. Çünkü o kralcıdır ve egemenlerin sanatçısıdır. "Dönektir."

Shakespeare, Hollywood mantığına daha uygundur. TV altyapısına önayaklık eder. Shakespeare oyunları da öyle. Oldukça filmi yapılmıştır bu oyunların. Devleti, özel mülkiyeti ve aileyi kutsar Shakespeare. Shakespeare, halkın tiyatroya gitmesine de engel olur. İnsanlar kendini kandırarak "Shakespeare iyidir." derler. Shakespeare eleştirilemez. Onu beğenmemek kolay değildir. Shakespeare’i beğenmediğini söyleyen insana çevresi hemen ateş püskürtür. "Sen kim oluyorsun da Shakespeare gibi bir dehayı beğenmezsin" derler. Aklıma, "Arka Sıradakiler" adlı iğrenç televizyon dizisini eleştirirken, bu dizinin senaryo doktoru Coşkun Büktel’in; "Sen daha 17 yaşında çocuksun, sen de kimsin?" tepkisi geldi. Ezilen halkları televizyonda uyuşturup rahatlatıyorlar ve bundan para kazanıyorlar. Aslında, onlara, paralarını televizyon kanalları değil, dolaylı olarak, reklâmlar verenler veriyor. Onların ücretlerini katil markalar ödüyor. İsa da, romanda, reklâmcılık okuyor, ama bu işin ne kadar iğrenç bir şey olduğunu biliyor, bunun mantığını çözüyor.

Soner Barbaros - Karakter neden küçük burjuva?

Oğuzcan Önver - Onun baskıcı bir ailesi var. İş buradan başlıyor. Modern aile zâten kapitalist bir kurum. Eğitim kurumları, okullar, andımız, istiklal marşı, tek tip kıyafetler, üniversite okuması küçük burjuva olması için yeterli. Bu ilişkiler zâten bunun kaynağı.

İnsanların yaşadığı boşluk tüketimle doldurulmaya çalışılıyor. Hiçbirimiz saati, saate bakmak için satın almıyoruz artık. Güç gösterisi olarak satın alıyoruz. Kullanım değeri için satın almıyoruz. Buna kapitalizm deniyor işte.

Modern psikoloji, toplumdan dışlanmışları anormal olarak görür ve deli olarak tanımlar. Toplumun geneline göre deli olan aslında normal sayılabilir. Burada, İsa’nın babasının hastaneden kaçan arkadaşı, sistem tarafından deli olarak sayılsa da, aslında deli değildir, bu kitap biraz da deliliğin zaferidir. Delinin zaferi, devrimin zaferidir. Burada deli, aslında reklâmcıyı vuruyor. Ben de, bu kitabımla vur kaç taktiği yaparak etkide bulunmaya çalıştım. Kitabım sert değil, daha sert bir dil kullanmak gerekliydi diye düşünüyorum. Küçük burjuva eleştirisi yapan bir kitaptır TUTKAL. Anne-baba ve çocuklar arasında bir uçurum var. "Çocuğumu çok mu ihmâl ediyorum?" diye sorması lâzım insanların. Kitabın yazarı da, küçük burjuvanın ta kendisi aslında.

Bulunmaz Kültür Merkezi'ne bağlı olarak çalışan Bulunmaz Yayıncılık bastı kitabımı. Kitaptaki eleştiri politik olarak yazıldı. Hayatta yaşanılan bohemliğin kaynağı da kapitalizmdir. Bu kitabı kendi çıkarlarına göre kullanmasınlar diye böyle bir dil kullandım. Kimse TUTKAL’ın dizisini yapamaz yani! Kapitalizm, insanı canından bezdiren güçlü bir sistem…

Soner Barbaros - Kitabında bahsetmişsin: "Okumasını bilirsen her insan bir romandır." Nasıl okunur bir insan?

Oğuzcan Önver - İnsan okumanın tekniğini herkes kendi bulacak, bu hayatı anlamakla ilgili bir şey, bir sürü kitap okuyacak ama önce insan kendini tanıyacak. Önce bunu yapması lazım. Ailemden para alarak geçiniyorum, zamanla küçük burjuvalığı aştım. Ben, küçük burjuva olmasaydım bu kitabı yazamazdım.

Soner Barbaros - Önsözde yer alan "TUTKAL’dan önce TUTKAL’dan sonra", iddialı bir söylem değil mi?

Oğuzcan Önver - Bu bana ait bir tanımlama değil, Hilmi Bulunmaz’ın söylemi. Ama TUTKAL, benim başladığım yer diyebilirim. Tolstoy da bir zamanlar 18 yaşındaydı. O ilk romanını yirmisinde yazdı; ben, onun yazdığı yaştan biraz daha erken yazdım. Tolstoy’la yoldaş olmak, ama onu putlaştırmamak gerek, sevdiğimiz önderleri önce insan olarak görmek lâzım. İkinci romanımda, TUTKAL’ın tersini yazmayı düşünüyorum. Daha politik. İsa karakterinin tam tersi, hedefi olan, başarılı bir sistem karşıtının hikâyesi olacak. Yaşamın içinde olmadıktan sonra yazdıkların işe yaramaz.

Bu arada, Bulunmaz Tiyatro’da, ücretsiz yazarlık çalışmalarımızın da başladığını belirtmeliyim. Bildiğim her şeyi insanların yararına kullanmaktan büyük bir haz alıyorum. Bu bir görevdir aydın için. Yazar olmak isteyen gençler, mücadelelerinde yalnız değiller, bunu bilsinler, muktedirler de şunu bilsin; biz kazanacağız!

Bu benim ilk röportajımdı, bu yüzden Evrensel Gazetesi'ne teşekkür ederim.

Güncelleme 9 Temmuz 2011: Evrensel Gazetesi'ne değil de, Soner Barbaros’a teşekkür ederim.