23 Şubat 2011 Çarşamba

Aşağıdaki röportaj, yakında değerlendirilecek! (HB)

Nihai amacım, öğrencilerimi daha iyi insanlar yapmak


Ayşe Arman
aarman@hurriyet.com.tr
3 Şubat 2008


Aynı yerde 40 yıl durduğuna dair 40 tanık gerekir! O kadar hareketli. Kıpır kıpır. Hazırcevap. Direkt. Esprili. Kahkahalı. Gürültülü. Dikkat çekici.

Çok hızlı işleyen bir beyin. Farklı çalışan bir beyin. Kutunun dışında düşünen bir beyin. Bir şehir efsanesi. Bir efsane hoca. Tiyatrocu olmak isterken hoca olmuş, çok da iyi olmuş. Cuk oturmuş. Okulunun, Boğaziçi Üniversitesi'nin demirbaşlarından, resmen okulun envanter listesinde adı var! Dalga geçiyorum tabii, o kadar Boğaziçi Üniversitesi'yle bütünleşmiş biri. 22 yıl İngiliz Dili ve Edebiyatı'nın bölüm başkanlığını yapmış. 40 yıl boyunca farklı Shakespeare'ler anlatmış. Fıkralarla, kendinden örneklerle edebiyat süsü vererek hayat anlatmış, anlatıyor. Evet ben de sizin gibi düşünüyorum, Ölü Ozanlar Derneği filmindeki Robin Willams'a benziyor. Ve şu cümlesini müthiş buluyorum: "Nihai amacım, öğrencilerimi daha iyi insanlar yapmak..."

40 yıldır Boğaziçi Üniversitesi'nde ders veriyorsunuz. "Efsane Hoca" olarak anılıyorsunuz. En başından beri hedefiniz "hoca" olmak mıydı?

- Hayır, tiyatrocu olmak istiyordum. Robert Kolej'den sonra tiyatro okumak için ABD'ye gittim.

Tiyatro okumak istemenizin özel bir sebebi var mıydı?

- Aşıktım çünkü tiyatroya. Ben Cumhuriyet çocuğuyum. Tiyatronun, topluma çok büyük katkısı olduğuna inanırım. Tiyatro, insanın ufkunu açar, zenginleştirir. Kültürle ilgili her şey benim baştan çıkmama yetiyordu...

Aileniz peki? "Sen ne istersen onu oku!" mu dediler?

- Tabii ki öyle demediler. Ama kafasına koyduğunu yapan biriyim. Amerika dönüşü Genç Oyuncular'a katıldım. Onlardan o kadar çok şey öğrendim ki. Araştırmacı, yenilikçi, sorgulayıcı bir tiyatro anlayışı. Müthişti. Birlikte olmaktan çok keyif aldım. Sonra tekrar tiyatro üzerine doktora yapmak için Amerika'ya döndüm. Tesadüf, orada muhteşem edebiyat hocalarım oldu. İngiliz ve Amerikan edebiyatının en önemli isimleri. John Berryman'ın asistanlığını yaptım, çok büyük şairdir. Jack Ludwig ve ABD'nin en önemli Aristo hocası Sonkowky ile çalıştım. Onlar sayesinde, eğitmenliğin insan yaşamının anlamını zenginleştirmekteki önemini fark ettim.

Demek tiyatrodan vazgeçtiniz?

- Evet. Kendimi tamamen hocalığa ve akademik hayata verdim. Pişman da değilim, benden zaten iyi tiyatrocu olmazdı.

Türkiye'ye dönerken hiç tereddüt etmediniz mi?

- Hayır, memleketime çok bağlıyım. Bütün renkliliğine, çeşitliliğine, zenginliğine... Hiç orada kalmayı düşünmedim, bir an evvel dönmek ve ülkeme yararlı olmak istedim. Böyle bir demode amaç içindeydim!

Karakter yapınızda, yaptığınız her şeyi tutkuyla yapmak gibi bir şey var herhalde...

- Var herhalde. Ama herkeste olması gerekmez mi? Hocalığı hep çok sevdim, her zaman tutkuyla ders verdim.

Dersi, "tiyatro sahnesindeymiş gibi" vermenizin sebebi nedir?

- Ben benim, ders verme tarzım bu. Arkadaşlarımla nasıl konuşuyorsam, dersi de öyle veriyorum: Doğaçlama. Tiyatro sahnesindeymiş gibi ders verdiğimi düşünmüyorum ama öğrencinin dikkatini canlı tutmaya çalıştığım doğru. Severim yani öğrencimi şaşırtmayı, eğitirken eğlendirmeyi. Bunun için de elimden geleni yaparım.

Her derste ayrı bir "performans" sergilemek yorucu olmuyor mu?

- Benim hiçbir dersim birbirinin aynı değil, hepsi kendi içinde bir bütün. Heyecanlı dersler, sürprizli dersler. Çünkü ben öyle biriyim. İnandığım şeye heyecanla bağlanırım, heyecanla yaparım. Edebiyat da benim için öyle heyecan verici bir şey. Edebiyat sayesinde öğrencilerimin dünyalarının zenginleştiğini bilirim. Hayatın ne kadar muhteşem, ne kadar karışık, ne kadar ikilemlerle dolu olduğunu fark etmelerine tanık olurum. Sözcüklerin kayganlığından ne kadar büyülendiklerini de... Hiç sıkılmadan Shakespeare anlatırım, 40 yıldır anlatıyorum. Her seferinde bırakın onları, ben yeniden baştan çıkıyorum.

Ne güzel anlattınız. Dersi böyle vermek size özgü bir şey mi, yoksa eğitimde kullanılan bir yöntem mi?

- Ben içimden nasıl geliyorsa öyle ders anlatırım. Baktım ki, ölü balık gibi bakmaya başlıyorlar, bir fıkra anlatıveririm ya da kendi başımdan geçen küçük komik bir şeyi. Zaten başımdan devamlı komik şeyler geçiyor, adım çıkmış dalgın profesöre... Uyanırlar. Tabii o arada konu da kayar, ama sonunda yine kaldığımız yere bağlarım... Başka türlü ders nasıl anlatılır bilmiyorum. İnşallah edebiyat anlatırken öğrencilerime başka dersler de veriyorumdur. Vefa gibi, cesaret gibi, namus gibi...

Sizin dersinizde uyumak ya da sevgiliye dair hayale dalmak mümkün mü?

- Yoooook. Ona müsaade etmem. Öğrenci, öğrenciliğini bilecek. Zaten sık sık şunu söylerim: "Sizin göreviniz öğrencilik, tam yapın. Kaç kişiye düşüyor bu kadar bilgiye ve zengin kültürlere açılma şansı, değerlendirin." Bazen de hızımı alamam bağırırım: "Önünüze inciler saçıyorum, inciler! Değerini bilin..."

Tamam hocalık müthiş kutsal bir görev ama neticede her gün aynı şey tekrarlanıyor. Hiç mi insanın içi şişmez, sıkıcı gelmez?

- Katiyen. Her ders kendi içinde ayrı bir dinamiği olan bir bütün. Yani sürekli tekdüze tekrarlanan bir şey değil.

"Bu işi neden yapıyorum?"un cevabı nedir? Ya da "40 yıl boyunca neden yaptım?"

- Çok zevk alıyorum, çok heyecanlanıyorum, çok eğleniyorum. Beni diri ve canlı tutuyor, hayat enerjisi aşılıyor. Bir de tabii karşımdaki gençlerin ufuklarının açıldığı görüyorum. Onlara biraz katkım oluyorsa ne mutlu bana... Şimdi tabii epey zamandır hocalık yaptığım için, o kadar çok öğrenci geçti ki elimden, bir kısmı çok başarılı, bu da beni çok mutlu ediyor. Selçuk Altun'un yeni kitabı çıktı mesela, eski öğrencimdir. Nazmi Ağıl, çok değerli bir şairdir, öğrencim. Milliyet'in genel yayın yönetmeni Sedat Ergin, Hürriyet yazarı Ferai Tınç, İngiliz Dili ve Edebiyatı'ndaki neredeyse bütün profesörler öğrencim. TRT'de çalışan ya da medyadaki dergileri yöneten o kadar çok öğrencim var ki... Elimde değil, gurur duyuyorum.

Allah korusun ama diyelim ki ders vermeniz engellendi... Artık vermeyeceksiniz... Ne olur o zaman?

- Evde oturup kitap okurum. Koşturmaktan insan her şeyi okuyamıyor. Benim de okuyamadığım her şeyde aklım kalıyor. Bu akıl kalması, çok kötü bir şey. Ben hayatta her şeyi yapmak isteyen biriyim. Tabii istesen de istemesen de, bu kadar her şeye saldırınca dağılıyorsun. Nefis bir opera görmüşsün değil mi, e git eve artık, hayır, üçüncü sınıf bir lokantaya gidip yemek yiyorum. Neden? Çünkü orayı da merak ediyorum. Gitmezsem aklım kalır. Katiyen seçici değilim. Bir hocam bana, "Senin merakın fazla merak!" derdi. Evet öyle. Her şeyi merak ediyorum. Berbat bir şey bu kadar meraklı olmak. Akıl kalması da kötü bir şey. Ama hep böyleydim. Bunları öğrencilerimle de paylaşıyorum...

SÜRPRİZ KONFERANS

Nihai amacınız, öğrencilerinizi daha iyi insan yapmak mı?

- Aynen. Budur.

Oluyorlar mı?

- İnşallah oluyorlardır.

Peki siz onlardan ne öğreniyorsunuz?

- Yeni bakış açısı! Mesela, 20 kere öğretmiş olduğum şiire, birisi yepyeni, bambaşka bir yorum getiriyor. Büyüleniyorum. İşte o da benim kazancım.

Farklı bir hoca olarak sistemle, okul yönetimiyle, velilerle ya da öğrencilerle hiç başınızın belaya girdiği oldu mu?

- Tam tersine, hep onurlandırıldım, hep sevildim. Emekli olurken de gerek bölümüm, gerek de üniversitem, 22 yıl bölüm başkanlığı yaptığım için bir dersliğe adımı verdi ve adıma uluslararası bir konferans düzenledi. Haberim yoktu, sürprizdi. İnanılmaz mutlu oldum, şimdi bile ağlayabilirim.

Nasıl oldu da haberiniz olmadı...

- Öyle ayarladılar. Seminer başladı başlayacak, ABD'den, İngiltere'den adamlar gelmiş, "Nerede bu seminerin dosyası?" diyorum, "Merak etmeyin gelir" diyorlar, herkeste müthiş bir rahatlık. Boğaziçi'nin bütün duvarları Shakespeare posterleriyle kaplı çünkü adı Skakespeare Konferansı. Bir meslektaşım, "Hadi odana gidip kahve içelim" diyor, meğer komploymuş. Beni odama gönderdikten sonra bütün Shakespeare posterleri inmiş, Oya Başak Konferansı posterleri asılmış. Binanın tepesinden aşağıya kadar kocaman bir flama sarkıyor, üzerinde resmim. Ağla, ağla... Açılışı Yıldız Kenter ve Talat Halman yaptı. Çok güzeldi. Çoğu profesör olmuş eski öğrencilerim, ABD'den, İngiltere'den gelenler. Müthiş, müthiş!

Sadakat ve bağlılık sizi tanımlayan değerler mi?

- En. Vefa ve güveni de ekleyebilirsiniz. Üstelik sadakat hiç sıkıcı bir şey değildir, aynı yerde, aynı insanlarla keyifle yaşayabilirsiniz.

Tutucu olduğunuz söyleyenebilir mi?

- Yok ama laikliği çok kuvvetli savunduğum için, tutucu olduğumu düşünenler var. Yoksa avangard bile sayılabilirim. Ne var ki fena halde sadığım. Düğün saçımı tarayan, bugün hálá berberim. Değiştirmem. 40 yıldır tanıyor saçımı, neden başkasına gideyim? Mahalle berberimden söz ediyorum, Bebek'teki Yaşar. Darılır mı acaba böyle deyince, şimdi meşhur oldu zaten. Hep kalıcıdır ilişkilerim. Allah korusun biri güvenimi sarsarsa, işte o zaman yıkılırım. Bana sadık olana ben de sadığım.

Bu bitmez tükenmez enerjiniz sizi de şaşırtmıyor mu?

- Sanırım o benim şansım. Bana doğuştan hediye.

Bazen arabayı durdururmuşsunuz, trafiğin ortasında, birdenbire, güneşin batışını izlemek için...

- Evet yapıyorum, "Dur!" diyorum taksiciye, "Bak güneş ne güzel batıyor!" Şoför hayretler içinde kalıyor. Yakaladığım her nefis anı, dibine kadar yaşarım. Eğlenmek önemli. Kahkaha atmak önemli.

EN BÜYÜK 3'LÜ

Peki sizinle yaşamı paylaşmak nasıl bir şey? Kolay mı?

- Zor herhalde. Yorucu olabilirim. Sürekli ortalıkta "İlle onu da görelim, şunu yapalım, buna gidelim" diye tutturan biri var, düşünsenize. Onlar gelmiyor mu, tek başıma giderim.

Üç kızınız var, anneliği nasıl idare ettiniz? Bu kadar işin ve koşuşturmanın arasında.

- Annem yardım etti, yakın oturuyordu. Bir bakıcıları her zaman vardı ama annem hep kontroldeydi. Annelikten hep keyif aldım, külfet gibi yaşamadım. Kızlarımı ilginç bulduğum her yere sürükledim. Onlarla bir sürü şey paylaştım. Bir hayat keyfi aşıladım diye düşünüyorum. Şimdi onlar beni "Hadi gel ilginç bir konser var" diye oraya buraya sürüklüyor.

Bunca yıl Shakespeare anlattıktan sonra, Shakespeare size ne ifade ediyor?

- Ooooo! Bu bilgisayara "İçinde ne var, ne yok?" diye sormak gibi bir şey. 40 yılda anlatmayı tamamlayamadığım bir şeyi birkaç cümlede özetlemek nasıl olur bilmiyorum. İnanılmaz bir deha. Büyük bir usta. Gelmiş geçmiş en büyük dil üstadı. Onun kadar yaşamın ikilemlerini, kargaşasını, insanın açmazlarını sergileyen bir başka yazar düşünemiyorum. Aşkı da en iyi anlatan odur. O var olmasa, dünya böyle olmayacaktı. Varlığı insanlık için bu kadar önemli.

Hayranlık duyduğunuz ve öğrencilerinize anlattığınız "En büyük üç deha"dan biri Shakespeare; diğer ikisi kim?

- Mozart ve Atatürk. Böyle bir şehir efsanesi var, "En büyük 3'ü bilmezsen Oya Başak adamı mezun etmez!" diye. Aslında öyle bir şey yok ama çocuklar öyle takdir ettiği için ben de benimsedim. Çünkü hakikaten bu üç insanın da dehasına inanıyorum. O kadar muhteşem kafalar ki onlar, bütün dünya değişir eğer hakları verilse ve doğru anlaşılsalar...

Seyahat de başka bir tutkunuz. Sizi en son Kostarika'da buldum...

- Evet bayılıyorum. Çok şükür bir sürü yer gördüm. Rasgele planlıyorum. Mesela doktora gidiyorum değil mi, "Sizi haftaya görecek miyim?" diyorum. "Hayır ben Küba'da olacağım" diyor, "Ya öyle mi" diyorum, hooop ben de kendimi onunla birlikte Küba'da buluyorum, çünkü onun turuna yazılıyorum. Bazılarına arkadaş grubuyla gidiyorum, bazılarına kızımla, eşimle, yalnız... Bazıları lüks, bazıları değil... Her çeşit seyahat... Hiç üşenmem teklif edilince hemen kalkar giderim.

"Her başarılı kadının arkasında sabırlı bir erkek vardır!" öyle mi? 40 yıllık eşiniz sabırlı bir erkek mi?

- Evet, sabırlı ve kendine güvenen bir erkek. Bana da saygı duyduğunu düşünüyorum.

EĞLENCEYİ DE KÜÇÜMSEMESİNLER

Öğrencilerime sorumluluk bilinci, merak ve heyecan aşılamak isterim. Tabii dürüstlük, dünyaya açıklık... Benden mezun olduktan sonra topluma katkıda bulunma heyecanı duysunlar... Sözlerini tutan insanlar olsunlar... Önemlidir sözünde durmak, geç kalmamak, gelen mektubu yanıtlamak, geri aramak, tutamayacağın sözleri vermemek. İyi insan olmayı öğretmeye çalışıyorum, yaşam sevincine sahip olsunlar, eğlenceyi da küçüksemesinler...

O ÇOCUK DEĞİL, CÜCE

Bir şeyi kafaya koymayagöreyim. Yıllar evvel ortanca kızımı operaya götürmeyi kafama koydum. Alışsın diye. O zaman 6 yaşında. Bebek'ten koştura koştura gittik AKM'ye, Aida oynuyor. Kapıda "Hanımefendi çocuk yasak!" dediler. O kadar da yol tepmişiz, gelmişiz, olacak şey değil. Görevliye "O çocuk değil, cüce!" deyiverdim. O kadar güldü ki, girdik.

(Kaynak: Hürriyet)