26 Kasım 2010 Cuma

Bulunmaz Tiyatro sanatçılarından Sabri Can Locva, bütün minarelerinin kılıfı hazırlanmış "New York'ta Beş Minare"nin, film bile olamadığını anlatıyor!

Bulunmaz Tiyatro sanatçıları Oğuzcan Önver, Uğur Özkan, Sabri Can Locva


***

Yeni bir yazısını yayınladığımız Bulunmaz Tiyatro sanatçılarından Sabri Can Locva, henüz on altı yaşında ve lise üçte okuyan biri olmasına karşın, son derecede başarılı, gayet özgün ve asla (ç)alıntı duygusu vermeyen yazılara imza atıyor. Aynı zamanda OYUN dergisinde de önemli konulara değinen Sabri Can Locva, şu anda provaları sürmekte olan (ve Bulunmaz Tiyatro sanatçılarından Oğuzcan Önver'in yazdığı) "biLİNÇaltında ölümcül anlar" oyununda da oyuncu olarak görev alıyor. Yaklaşık olarak bir buçuk yıl önce, edebiyat ve tiyatro aşkıyla yolu Bulunmaz Tiyatro'ya düşen Sabri Can Locva, seyrek aralıklarla da yazsa, deneme tadındaki yazılarıyla dikkat çekiyor. (HB)


***


Sabri Can Locva
24 Kasım 2010


Sinema filmi olduğu iddiasıyla piyasaya sürülen "New York'ta Beş Minare", mekân duygumuzun sarsılmasına neden olan, âdeta oyuncusuzlaştırılmış, yönetmensizleştirilmiş, tarih bilincimizi örselemek için kurgulanmış izlenimi veren, sıradan bile diyemeyeceğim, film bile diyemeyeceğim, "bir şey"!...

Sinema filmi olduğu iddiasıyla piyasaya sürülen "New York'ta Beş Minare", sinema sanatının teknik zorunluluklarını benimseyebilme becerisine ve sinema sanatının zorunlu kıldığı estetik donanımı duyumsayabilecek entelektüel bir bilince sahip olamayan insanların ortaya çıkardığı sentetik, fantastik "bir şey"!...

Sadece ve sadece para gücüne, yani kapitalizmin var ettiği rüzgârın gücüne yaslanarak yelkenini şişiren bu şişirme "meta estetiği", ortaya karışık "bir şey"!

Toplumsal duyarlılığa önem verip, ülkesinin refahı için kafa yoran, okuma uğraşının sadece ders kitaplarını okumaktan ibaret bir uğraş olamayacağının bilincine varmış benim gibi henüz lise üçüncü sınıfta okuyan ve ancak on altı yaşındaki bir genci uyutmayı başarabilmenin ötesinde, hiçbir halta yaramayan bu "bir şey" için, daha fazla söz söylemek gerekiyor. Ancak, şu anda, "yabancı bir yer"deki bir bilgisayarda yazı yazmaya çalışıyorum ve parmaklarım geri geri gidiyor! Oysa, evimdeki, her zaman için sıcak duygularla yaklaştığım bilgisayarımın başına geçince, "yabancı bir yer"de yazmaya başladığım bu yazıyı, OYUN okurları için, daha fazla düşünce geliştirecek ve bu konuda daha çok söz söyleyeceğim!

***


İzleyicilerin gözlerini kamaştırıp, onları koltuklarına yapışmış birer nesne durumuna düşürmek için özel özen gösteren bir mantıkla kurgulanmaya çalışılmış ve göz alıcı mücevherlerle kaplayarak gerçeklik duygusunun üzerini örten bu "bir şey", içinin tamamıyla boş olmasına ve abartı sözcüğünü bile mütevazı olarak algılamamıza neden olacak kadar abartılmış bir biçim ve biçemle üretilerek, izleyicinin niceliğine yönelmekten başka bir amaç gütmemiş.

Sözcüğün her anlamıyla, mücevherlerin parlak ışıltılar saçan bir seçimle tasarlandığı bu "bir şey"de, duygularını sadece vitrinlerdeki metalara bakarak köreltmeye yeltenen yoksul izleyicilerin de, bu "bir şey"in ruhuna teslim olmalarına neden oluyor. Amerikan yaşam tarzının taşıyıcısı Hollywood filmlerinin oluşturduğu "hızlı, daha hızlı" ve "hareket, daha çok hareket" mantığının izdüşümüyle görsel imgeler peşine düşmüş bulunan "New York'ta Beş Minare", doğal olarak, Hollywood filmlerinin suyunun suyu olmanın ötesine (çok çabalamasına karşın) asla gidemiyor.

Birçok ülkede gösterildiği ve gösterileceği söylenen "New York'ta Beş Minare", aslında, gerçek anlamda yönetilebilmiş bir film değil. Lise öğrencilerinin, kendi aralarında kurdukları bir okul tiyatrosundaki oyuncu adaylarının doğaçlama yaparken, rastlantı eseri buldukları durumları sahneye taşımalarına benzer bir mantıkla yönetilenen bu "bir şey", Mahsun Kırmızıgül'ün, aslında bir an önce, sadece türkücülüğüne dönme vaktinin geldiğini "muştuluyor"...

Bu "bir şey", yemek yapmak için her türlü araç gerece sahip olmasına karşın, yemek yapabilecek bilinçten yoksun yeni gelin izleğini çağrıştırıyor!...

Oysa, bırakınız "New York'ta Beş Minare" adını vermeyi, minareyi çalmak için kılıf hazırlayan amatör hırsızlara tasarınızı teslim edip, "şöyle şöyle bir film çevireceksiniz" deseydiniz, sinemanın "s"sinden, oyunculuğun "o"sundan hiç anlamayan bu amatör hırsızlar bile, sadece gizli kameraların nerede bulunduklarını bilmeleri nedeniyle, Mahsun Kırmızıgül'ün çıkardığından çok daha rahat bir film çıkarırlardı ortaya...

Daracık bir alana sıkıştırılıp kalmış kurmalı bir oyuncak gibi, senaryonun kısır döngüsüne tutsak olmuş bulunan "New York'ta Beş Minare", bazen kurmalı oyuncak olmanın dışına çıkma girişimlerinde bulunsa da, bunu bile (çok çabalamasına karşın) asla başaramıyor!

Filmin afişinde yönetmen adı bulunmasına karşın yönetmensiz, oyuncu adları yazmasına karşın oyuncusuz bir film olan "New York'ta Beş Minare", yavan bile diyemeyeceğim konusuyla, "sade suya tirit" sözünün içerdiği kavramın ne olduğunu çok güzel bir biçimde somutluyor.

Şöyle bir soru sorabilirsiniz: "Madem ki beğenmeyecektin, neden bu 'bir şey'i izlemeye gittin?" Aslında, soruyu şöyle sormanızı beklerdim: "Bu filmi izlemeye kim gitmişse beğenmeyip anlamsız bulmuş, sen neden bu anlamsız filmi izlemeye gittin?" Aslında, ben de sizin gibi düşünüyor ve ben de bu soruyu, başta kendime olmak üzere, çevremdeki herkese soruyordum! Ama, lânet olsun içimdeki merak duygusuna!

İçine düştüğümüz "New York'ta Beş Minare" çukuru şöyle oluşmuştu: 16 Kasım 2010 sabahı, kuzenimle birlikte sinemaya gitmeye karar vermiştik ve seçtiğimiz film, tabii ki, "Testere 7" olmuştu. Zâten, bu filmin seans saatine bakarak kendimizi ona göre koşullamıştık. Ancak, bütün kurulmuş ayarlarımız birdenbire bozuluverdi. Çünkü, "Testere 7", +18 yaşa hitabediyormuş! Böylelikle düşlerimiz paramparça oluvermişti ve bizim bu parçalanmışlığımızı belki tedavi eder düşüncesiyle "New York'ta Beş Minare" yedek düşüne düşmek zorunda kalmıştık.

Filmi, midemizin sancılarıyla birlikte zar zor izledik ve sinemadan çıkar çıkmaz, kuzenimle yüz yüze gelince, her ikimiz de, gözlerimizi birbirimizin ayak uçlarına diktik. Yanlış yaptığımız, zevksiz bir zaman geçirmiş olduğumuz ve en önemlisi dolandırılmış duygusuyla donandığımız ruh durumumuzu, kendimize bile itiraf ve ikrar edemedik!