17 Eylül 2010 Cuma

Oyun'un notu: Onur Caymaz'ın bize gönderdiği yazıyı, olduğu gibi yayınladık.

Onur Caymaz, LİNÇÇİ Tuncer Cücenoğlu, LİNÇÇİ Yaşam Kaya, LİNÇÇİ Adnan Tönel, SANSÜRCÜ Ali Şimşek'in "çalıştığı" gazete BİRGün'de yazı yazmasına karşın, LİNÇ KAMPANYASI için imza verme alçaklığında asla bulunmadı!


***


"Gece Güzelliği" Baskıya Giderken...


Onur Caymaz
17 Eylül 2010


Nereden baksan iki yıl...
Kimi öykülerin ilk satırlarını iki yıl önce yazmıştım.
Hep karanlıkta kalmış sanki. Nasıl yazdığımı, neden yazdığımı bilmediğim küçük öykücükler.

Millet ajanstan çıkıp gitmiş, düzeltilecek işleri yapmışım, akşam olmuş, dışarda kar yağıyor, önümde bir kutu bira Anahtar Kelime'yi yazıyorum. 80'lerde çıkmış Yunan gazeteleri, Yılmaz Güney'in Türkiye'den kaçışı, bulmaca hazırlamanın nasıl bir şey olduğunu anlayayım diye Aslı'nın cetvelini ödünç alıyor, kâğıtlara kareler çiziyorum. Bir tane şarkı var, hep onu dinliyorum yazarken. Kaş’ı özlemişim. Sahi, sonradan fark ettim, birkaç hikâyede, değişik açılardan hep Kaş’ı anlatmışım. Hikâye, sayfada durmuyor, dönüp dolanıp hayata çıkıyor... Hikâyelerin yolları, şehrimin ara yolları, yokuşları gibi birbirine karışıyor.

Nereden baksan iki yıl...
Dul Oteli aklıma düşüyor mesela. Bir oteldeydim, tek başımaydım. Param vardı, üstelik... Yahya Kemal’in bir şiiri çerçevelenmişti duvara, artık evsizdim. Ortaköy, gece, kış kıyamet...

Nereden baksan iki yıl. Bir roman yazıyordum. Fena da gitmiyordu hani. 80 sayfası bitmişti. Önümü göremiyordum ama çalışıyordum. Bir 12 Eylül romanı.

Ama bir rüya beni rahat bırakmadı. Geceyarıları kelimelerle uyandım hep. Sevgili arkadaşım Orhan, bir öğlen yemeğinde Adana’nın pavyonlarını anlatıyordu bana. O aralar bir Kürtçe şarkı takılıyordu dilime. Anne tarafından dedemin Bektaşi olduğunu öğrenmiştim, elime Bektaşilikle ilgili ilginç bir belgesel geçmişti. Kimi surelerin Arapça yazılışları uykumu bölüyor, bir pavyon fedaisi, sürekli bir kadının peşinden koşuyor, bir türlü ona kavuşamıyordu. Orhan, pavyon kadınlarının neden karanlıkta kaldığını anlatıyordu. Arapça harfler dökülüyor, birileri semah dönüyor, Erkan Oğur çalıyordu bir yandan... Bir sabah erkenden kalkıp yazmaya başladım sonunda. Bir masal, bir mesel, belki büyü, belki efsane... Sonra Sophia Papazoğlu’nu keşfediyorum. Bu Rum sanatçı, benim yazdığım kadına neden bu kadar benziyordu? Her şey, tüm bu karanlık büyü, Gece Güzelliği'ne çıkarıyordu beni. Bıraktım romanımı, oturdum masanın başına...

Ve diğer hikayeler. Ben anlatamam. Biri gerekir anlatmaya. Benim dışımda biri. O da ancak kitabın kendisi... Kendi hikâyesini o kendisi, daha doğru anlatacak.

Az önce elimden uçtu gitti Gece Güzelliği. Çocuklarımdan biri daha... Bugün, yarın baskıya gider, üç beş güne kapağı yapılır, güzel, hüzünlü bir desen seçmeli. Artık benim değil yazdıklarım.

O rüya bitti velhasıl. Artık hiçbirini görmüyorum. Birkaç gündür rahat uyuyorum. Yorgun, huzurlu...

Bitti... Sustuk.

Rüya sırası sizin artık...