31 Temmuz 2010 Cumartesi

GENÇ BİR OYUNCUNUN ANI DEFTERİ / 12

Genç bir oyuncunun yazarlık acıları...


Oğuzcan Önver
31 Temmuz 2010


Temmuz ayının son günü. Günlerden cumartesi. Her cumartesi günü olduğu gibi, ben, saat 17.00 itibariyle Bulunmaz Tiyatro'daydım. Tiyatromuzdaki çalışmaları yürüten Hilmi Bulunmaz'ın tiyatroya gelmesini bekliyordum. Bulunmaz Tiyatro'daki çalışmalara sürekli olarak, yoğun bir ilgiyle katılan diğer arkadaşlarım (Mehmet Şahin hariç) yaz tatilinde oldukları için gelmemişlerdi. Ben, Hilmi ustayı bekliyordum. Usta gelir gelmez;

"Kalemin, kâğıdın var mı?" dedi.

"Var!" dedim.

Ve hemen, hiçbir zaman asla bırakmadığım kalemle kâğıda sarıldım. Hilmi usta, beyaz bir poşetten büyük bir cam kavanoz çıkartıp, sertçe yere fırlatarak, kavanozun paramparça olmasına neden oldu:

"Şu anda ne hissediyorsan hemen yaz." dedi.

Bu beklenmedik durum karşısında çok şaşırmış ve çok irkilmiştim. Ancak, tüm şaşkınlığıma, tüm irkilmişliğime karşın, yine de yazmaya başladım. İçinde bulunduğum durumun ivmelendirmesi nedeniyle, yazarken hiçbir şey düşünmüyor ve âdeta soluk almadan, dolu dizgin yazıyordum. Yaklaşık üç-dört dakika sonra...

Yazdıklarım biter bitmez, yazar Coşkun Büktel tiyatromuza geldi. Böylelikle, saatlerce tiyatro üzerine sohbet ettik. Saat 21.00'e gelmek üzereyken, ben, tiyatrodan tam ayrılıyordum ki Hilmi Bulunmaz, bu haftaki çalışmamızın başında yazdığım yazıyı hatırlatarak;

"Oku!" dedi.

Ve, yazılmasının üzerinden dört saat geçmesine karşın, hâlâ dumanı tüten yazımı hemen okudum.

Yazının okunmasının ardından, bu yazıyı yazmamı esinleyen cam kırıklarının başında, yukarıda görmüş olduğunuz fotoğrafım çekildi. Ben, çok kısa sürmüş ve tamamıyla "doğaçlama" biçiminde gelişmiş olsa da, bu çalışmanın bana çok şey kattığını düşünüyorum. Daha önce, kimse bu kadar yakınımda, bu kadar "korkunç" bir ses çıkaran, bir cam kavanoz kırmamıştı ve ben bu "korkunç" sesi, hiç bu kadar yakından duymamıştım. Aşağıda sunduğum "doğaçlama" yazı, tamamıyla bu yaşadıklarımın izdüşümüdür...


***


İşte o cam kırıklarının çıkardığı "korkunç" sesin dondurduğu kısacık anda yazılan küçücük bir yazı


Her şey birbirine girmişti. Etrafta kimseler yoktu. Kendimi çok yalnız hissediyordum. Yalnız hissetmek, yalnız olmaktan daha zordu. Cam kırıkları, canımı acıtıyordu. Cam kırıklarına, canım sıkılıyordu. Kulaklarımdaki bir ses, hiç durmadan dans ediyordu. Oysa ben, dans etmeyi hiç bilmiyorum! Kimse benimle dans etmiyor. Ben, bunları düşlerken kulaklarımdaki sesin ivmelendirdiği dans hızlanıyor. Sağır olmanın eşiğine geliyorum. Bir uçurum kıyısına gelir gibi…

Aşağıya asla bakamıyorum. Çocuklar düşüyor düşlerimde. Kafam iyice karışıyor. Çocukken uçurtma uçururdu tüm arkadaşlarım. Onlar uçurtma uçururlarken, ben, öylece bakardım. Ben, uçurtma uçurmayı da bilmiyorum! Kimse benimle uçurtma uçurmuyor. Tüm arkadaşlarımın uçurtmalarının iplerini kestiler. Bizim de, idam sehpalarındaki ipimizi kestiler. Kimse, hiçbir zaman, hiçbir şey düşlemesin diye...

Belki her şey birbirine girmedi. Belki biz bilmesek de, bir yerlerde birileri vardı. Belki bazı camlar hiçbir zaman kırılmadı. Belki canım hiç acımadı. Belki dans etmeyi biliyorumdur da, şimdi aklıma gelmiyordur dans etmeyi bildiğim. Hem dans etmeyi bilmeden aşk olur muymuş? Aşk olsun size! O çok uzaklardan gelen ses, bir şiir mi taşıyor içerisinde? Şairlerin hepsi, kendi şiirleriyle kazdıkları uçurumlardan, hem de paraşütsüz atlamamışlar mıydı?

Her ne haltsa?! Ben, yepyeni bir şiir ülkesi inşa etmek için, küflü masallar anlatıyorum soysuz aristokratlara!

-Hey nöbetçiler! Bir kez olsun can kulağıyla dinleyin beni! Madam Bovary'i getirin bana! Onun gözlerini siyah toprağa gömeceğim! Siyah topraktan beyaz güne birlikte dirileceğiz!!!

Sonra?…