ELEŞTİRİ SERÜVENLERİ: OLAĞANÜSTÜ KÜÇÜK ŞEYLER VE 2009-2010 SEZON DEĞERLENDİRMESİNE BİR GİRİŞ
Erbil Göktaş
3 Şubat 2010
"…Hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydim. Bir ara
Hiç kimselerin tutmadığı oyunlara giderdim
Tiyatrolar ki benim en sevdiğim boşluklarımdır. Maun tabutumda
Her yerleri çok süslenmiş ölüler gibiyimdir…"
Edip Cansever, "Pesüs" şiirinden.
2000’li yıllarda “eleştiri”de biraz yol alınca başta “şiir” olmak üzere, “öykü”nün, “deneme”nin, “gülmece”nin ve diğer yazınsal türlerin olanaklarından yararlanmanın beni cezbettiğini gördüğümden zaman zaman bu yönde de çalışmalarım oluyor. Bu yazınsal çalışmalarımı yadırgayanlar olduğu gibi, sevenler de var. Sadık Aslankara’dan Cuma Boynukara’ya, Yılmaz Onay’dan Sema Göktaş’a kadar pek çok “sevdiğim” insan “yazmam” konusunda beni hep yüreklendirmişlerdir. Geçen yıl İsmet Küntay Ödülleri’nde seçici kurul üyesi olarak çalıştığım halde ve bu 10 Haziran 2008’de Cumhuriyet Gazetesi’nde fotoğraflı olarak yayınlanmasına rağmen başka biri (!) çalışmış gibi gösterdiği için, çok sert eleştirdiğim Hayati Asılyazıcı da, birlikte çalıştığımız dönemlerde “aferin”lerini, saatler boyu süren konuşmalarımızda bana iletirdi. (Hayati Asılyazıcı’nın İsmet Küntay Ödülleri nedeniyle geçen yıl yaptığı vefasızlık yüzünden ben de ona basında gösterdiğim tepkiyle “aferin” demiş olmuştum. Ben, bana yapılan bütün vefasızlıkları, haksızlıkları affederim. Umarım bana hak etmediğim davranışları reva görenler de “kendilerini” affederler.)
Hilmi Bulunmaz’la Coşkun Büktel’den de zaman zaman “yeterince” yazmadığım için eleştiriler alıyorum. Özellikle Bulunmaz, kendisine ne zaman bir şey anlatsam “Bunu niye yazmıyorsun?.. Yazsana bunu…” der durur. Hilmi’nin yazdıklarıma ve Yeni Tiyatro Dergisi'ne karşı bu “hayranlığı” karşısında daha fazla direnemeyip oturdum yazı masasının başına… Aşağıdaki yazı ve bunu takip edecek yazılar Hilmi Bulunmaz’a ve çevremdekilere anlattığım düşünce ve duygularımdır…
Sezon başında Üsküdar’ın İcadiye semtine taşındığımız için çok mutluyum. Çünkü yeni semtimizin her yanı tiyatro salonlarıyla çevrili. Şimdiye dek değiştirdiğim yerleşim yerlerini hesap ettim, İzmir, Elazığ, Erzurum, Kocaeli, İstanbul kentlerindeki yerleşimlerimin sayısı on beşi bulmuş, yani on dört kez ev değiştirmişim. Ben bir yere yerleşirken, yerleştiğim yerin çevresinde, arka sokağında ya da bir ötedeki caddede “tiyatro” var mı diye özellikle dikkat ederim. Yaşamımdaki en büyük lüksüm budur!.. İstediğim zaman, istediğim oyuna yürüyerek ya da bir araca atlayıp hemen tiyatroda soluğu alıvermek benim için “olağanüstü küçük” bir mutluluktur… Eee, “tiyatrolar ki benim en sevdiğim boşluklarımdır maun tabutumda / her yanı çok süslenmiş ölüler gibiyimdir” demiş ya Edip usta, aynen öyle… Yıllardır Ankara’ya, İstanbul’a ya da yurt dışında herhangi bir kente “tiyatro” için gittiğimde de otelimin tiyatrolara yakın olmasına özen gösteririm. Örneğin Ankara’da Gençlik Parkı’nın karşısında bulunan İstasyon Meydanı’ndaki oteller yaklaşık yirmi yıldır, neredeyse ikinci evim gibi olmuşlardır. Çünkü Büyük Tiyatro da, Küçük Tiyatro da, Oda Tiyatrosu da hemen oracıktadır. Ankara Sanat Tiyatrosu ve Ankara Ekin Tiyatrosu da on beş dakika yürüme mesafesindedir. Yeni Sahne ise bildiğiniz gibi artık yok; bir “orman yangınında, orman kanunlarına” kurban gitti; “aman Ormancı, canım Ormancı” türkülerine aldırmaksızın…
Oturduğum semtte İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın Musahipzade Celal Sahnesi ve Kerem Yılmazer Sahnesi adıyla iki salonu var. Hemen on dakikalık "araç" mesafesinde de Kadıköy Haldun Taner Sahnesi ve Ümraniye Sahnesi salonlarıyla birlikte etti mi dört tiyatro salonu?... Kadıköy’de Müjdat Gezen Tiyatrosu, Moda’da Oyun Atölyesi, Duru Tiyatro, Moda Sanat Tiyatrosu, Kadıköy Sanat Tiyatrosu, etti dokuz… Devlet Tiyatroları’nın Üsküdar sahilindeki Paşa Limanı’nda yeni açtığı Tekel Sahnesi’nde de iki salon var, eder on bir tiyatro salonu… (Ama burada okurlara ve tiyatro izleyicilerine Tekel Sahnesi’yle ilgili “küçük” bir anekdot anlatmalıyım: Fazla kilolarımdan kurtulmak için mümkün olduğunca yemek işini evde çözümleyip dışarıda yememeye özen gösteriyorum, çünkü Egeli olduğumuzdan kendimi bildim bileli yemeklerde hep zeytinyağı kullanırız. Lokantada yemek yemeye kalksan yemeklerde genellikle kalitesiz yağ kullanıyorlar. Hadi iyi bir lokanta buldun, bu kez “hakiki” çavdar ekmeği bulunmaz, en iyileri artık benim gibi “gıcık müşteriler” için kepekli ekmek bulunduruyorlar. Neyse ki salata kültürümüz genişledi de bu konuda fazla sorun yaşamıyorum. Rokayı, maydanozu da severim ama salatada dereotu olması bana büyük keyif verir; bir lokantada bahşiş bırakmamın önkoşulu salataya dereotu ve küçük kırmızı turp koymaları ve deniz börülcesinde havanda dövülmüş sarımsak kullanmalarıdır. Tabii tiyatroya gideceksem sarımsaktan vazgeçebilirim. Yemekten sonra da “iyi” demlenmiş bir çay ya da kısık ateşte pişirilmiş sade Türk kahvesi tercihimdir. Bazen yemek arasında bir duble buzlu rakı da tercihlerim arasında olabiliyor. Tabii ben yaşamı bir “ritüel” olarak değerlendirdiğimden ve öyle yaşamak istediğimden evden de oyuna yirmi dakika kala çıkmak ve taksiyle gitmek gerekiyor. Üsküdar Lisesi’nin önünden eşim Sema’yla taksiye binip İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun Tekel Sahnesi’ndeki Beliz Güçbilmez’in yazıp Mahir Günşiray’ın yönettiği “Kül Bellek” adlı oyuna gitmek üzere yola çıkıyoruz. Taksiciye “Paşa Limanı’ndaki Tekel Sahnesi” diyeceğime “Paşakapısı Limanı Tekel Sahnesi” deyiveriyorum. Şoföre Fethi Paşa Korusu’ndan gidelim dediğim halde Fıstık Ağacı’ndan Üsküdar Meydanı’na doğru ilerlemeye başlıyor. Neyse ki umduğumun aksine fazla trafik yok ama fazla para almak için yolu uzattığı halde ses çıkarmıyorum. Ne zaman ki şoför Doğancılar’a gitmek için ara yola sapıyor, ayılıyorum… Oyuna da on dakika var, dediğim yoldan gitseydi, üç dakikada oradaydık… “Kardeşim nereye gidiyorsun, geç kalacağız” dediğimde, şoför, “Paşakapısı’ndaki tiyatroya” deyiveriyor. Yani Musahipzade’ye götürüyor bizi. “Ama ben sana liman dedim” diyorum. Şoför, “Paşakapısı’nda liman yok, tiyatro var ama” deyince Sema telaşlanıp “Durdur kardeşim, ineceğiz” diyor. Oyunun başlamasına dokuz dakika var ve biz yürüyerek gitsek, tiyatroya ulaşmak en az on dakika çekeceğinden, şoföre “Sahile in hemen” diyorum. “Ama abla ‘dur’ dedi” deyip bir de duruvermez mi?.. Sema’ya “yürüyerek yetişemeyiz” diyorum. Şoföre “bas gaza, öndekine korna çal” diyorum. Şoför habire bize, “Paşakapısı’yla Paşa Limanı’nı” anlatıyor. “Paşakapısı” Aziz Nesin’in “Tek Yol” romanındaki cezaevinin adı, ben yine Nesin’in “Seyahatname” adlı yapıtındaki kahraman gibi “Şefaat ya Resulallah!” diyeceğime, “Seyahat” demişim gibi, şoför, Üsküdar’dan Doğancılar’a çıkan ara sokaklarda dolaştırıyor bizi. “Paşa Limanı” diyeceğime, “Paşakapısı Limanı” demişim, üstelik “Tekel Sahnesi” diye de eklemişim ama şoför sadece başını dinlediğinden ve “tiyatro” olarak Musahipzade’ye alışkın olduğundan bizi oraya götürecek. Neyse sahile iniyoruz ama Sema kızgınlıkla şoföre, “sizin bütün tiyatroları bilmeniz gerekmez mi?” diyor. Şoför alınarak, “Biliyoruz” diyor ve bize Üsküdar’daki eğlence mekanlarını, sinemaları, tarihi yapıları anlatmaya başlıyor. “Laf yetiştirmeyi bırak da, gaza bas” diyorum. Vites değiştirirken dostça elime dokunup “hani yenge şey etti de, o yüzden” diyor. Sema’nın da duyacağı biçimde, “beş dakika var, yetişebiliriz” diyorum. Akşam sekize üç kala binanın önünde duruyoruz, taksimetre altı lirayı geçmiş ama şoför “beş lira yeter” diyor. İçerde İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun çiçeği burnunda müdürü Şakir Gürzumar’ı görür gibi olunca oyunun daha başlamadığını anlıyoruz ve içimizde çiçekler açıyor. İçerde seyirci var ama bir tuhaflık da yok değil… Hatta gençten bir kız, telefonla arkadaşına “sahilden gelin, sağ tarafta” diyor. Konuşmalarından anlıyorum ki, taksici onun da arkadaşını Doğancılar’a Musahipzade Celal Sahnesi’ne götürmüş. Kızın arkadaşı koşarak soluk soluğa geliyor iki dakika sonra ve başına gelenleri anlatıyor. Sema’ya “biz gene zamanında ayılmışız, bak Musahipzade’ye gidip dönememek de vardı” diyorum. Etrafıma bakınıyorum Şakir Gürzumar yok, hemen görevlilere yöneliyorum…Kendimi tanıtıp seyircinin niye salona alınmadığını soruyorum; aldığım yanıt karşısında donakalıyorum…)
Devamı Yeni Tiyatro Dergisi, Şubat 2010, 16. Sayıda…
(Kaynak: Yeni Tiyatro)