.
Saat sekizi dört geçiyor. Güne başlamak için hayli geç bir vakit. Oysa her sabah, çok daha önce geçerdim bu saatin önünden. Görevini tam zamanında yapan biri olarak, hiç de saate bakma gereksinimi duymazdım. Ama bugün... Saate bakma alışkanlığına sahip olmama karşın, sadece "Cozy" saatine değil, gözüme çarpan bütün saatlere baktım. Hırçın bir denizde ölümün yüzünü gören uzun yol gemisi kaptanı gibi hissettim kendimi. Gemim, kayalara doğru hızla sürüklenirken, ben hiçbir şey yapamayacak denli zavallı durumdaydım. İnisiyatif bende değil, gemimizi parçalamak üzere olan fırtınadaydı. Evet, işe geç kalmıştım. Kalbim sıkışıyordu. İşine geç kalan insanların, hiçbir kimseye söz söyleme hakkı olamayacağını biliyordum. Hızla yürüdüm. Saatin "tik tak"ları hâlâ kulağımda.
.
Masalar, akşamdan kalan yorgunluğu taşıyorlar. Ayaklarının titrek, köşelerinin düşük olması bu yüzden. Müşterilerin attığı ağız dolusu kahkahalarla boğulmalarının üzerinden sadece üçte birlik bir gün geçmişken, bu denli hüzünlü sessizliğe bürünmeleri, yorgunluklarının ağırlığından. Masalar, yaşadıkları tanıklıkların utancını nereye gizleyeceklerini bilemiyorlar. Ve henüz gözlerinin derinine yalanlar sızmamış insanların, ilk yalanlarını üzerlerine boca etmelerinden son derecede rahatsızlar. Oysa bu masalar, bir marangozun elinde biçimlenirken, ne de çok mutluydular. Atölyeden çıkar çıkmaz, henüz bilmedikleri bir mağazanın bol ışıklı köşesini süsleyip, satılmayı bekleyecekler ve satılır satılmaz, insanların yumuşak dirseklerinin değdiği sıcaklığı duyumsayacaklardı. Oysa şimdi, iğrenç hayallerin süslediği beyinlerin emriyle hareket eden dirseklerin altında eziliyorlar.
.
.
Ayrıca bakınız: