18 Şubat 2009 Çarşamba

GAZZE’DE ÖLEN KUNEYTRA’NIN DOĞMAMIŞ ÇOCUKLARINA TANIKLIK


Sabri Kuşkonmaz
17 Şubat 2009


Dünyanın geleceği için suları, denizleri, ormanları düşünmek kadar, Gazze’li çocukların geleceğini düşünmek zorunluluktur. Yoksa, herkes öldürülen çocukların kanını ellerinde görecektir. Gazze’de öldürülenlerin kanı, tüm dünyanın elinde bir lekedir. Çünkü, Gazze katliamından sonra, insanlık için yaşamak bir lekedir artık. İnsan yaşamı topyekûn lekelenmiştir...

27 Aralık tarihinden başlayan İsrail saldırılarıyla birlikte Gazze’de yaşananlar, dünyanın belleğine yerleşti. Dünyanın belleğinin sıradan bir rafına. T. Adorno 1969’da, “Auscwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” demişti. 27 Aralık’tan sonra devam eden üç haftalık bombardımandan sonra, peşinen söylemek gerekirdi belki, Gazze’den sonra yaşamak bile artık barbarlık haline gelmiştir. Belki diyorum, çünkü Kuneytra’yı gördükten sonra, Gazze’nin dünyanın belleğindeki yeri sıradanlaşıyor.

İsrail devletinin Gazze saldırısı, kısa sürede barbarca girişilen bir katliama dönüştü. Barbarca işlenen katliam, dünya televizyonlarında yaşanan görsel saldırıyla günlük bir vahşet halini aldı.

Cinayet Ortadoğu’da işleniyordu. Kurbanlar Araplardı. Arapların çocuklarıydı. Dünyayı yöneten paranın iktidarı ve bu iktidarın yönlendirdiği ana akım medya füze fırlatılması/kara harekâtı ekseninde bir yaklaşımla olayı haberleştirdi. Fransız düşünür Pierre Bourdieu’nun eşsiz tanımıyla, televizyonlar gösterirken, hatta çok fazla gösterirken, gizlemeyi, farklı göstermeyi başarabiliyordu.

Gazze vahşeti yaşanırken, durmanın değil gitmenin doğru olduğunu düşünmeye başladık. 30 Aralık tarihinde PEN Yazarlar Derneği yönetimine, “görmek değil, yapmak gerek” diyerek bir öneride bulundum; Gidilecek yere kadar, Filistin’e, olmadı Filistin sınırına gidip, görmek yerine olmayı, seyretmek yerine yapmayı içeren bir eylemdi söz konusu olan. İnsansız, hayatsız bir edebiyatın ve sanatın olamayacağına gönülden inanan PEN yönetimindeki diğer arkadaşlarımız öneriyi çok yerinde buldu. Aynı dönemde, Edebiyatçılar Derneği’ne de yapılan çağrı olumlu yanıt buldu. Zaten Edebiyatçılar Derneği de, Suriye üzerinden Golan Tepeleri’nde, İsrail Filistin sınırında, katliamı lanetleme konusunda bir eylem hazırlığı içindeymiş. Böylece iki eylemi/yolculuğu birleştirdik.

CİLVEGÖZÜ VE BAB EL HAWA

21 Ocak Perşembe akşamı, Cilvegözü sınır kapısında 28 kişiydik.

Sınır kapısındaki ıssızlık bizimle kalabalık oldu. Gecenin ayazında üşüyerek pasaport işlemlerini bitirdik. Tampon bölgeyi geçip, Suriye’nin sınır kapısı Bab el Hawa’ya vardığımızda, yine ıssızlığın ortasındaki gerçeküstü bir film sahnesi gibi duran “freeshop” bizi karşıladı. Aklımızda Gazze görüntüleri, utangaç alışverişlerden sonra, yeniden pasaport kontrol, giriş işlemleri derken gece 02:30 gibi Suriye’ye girdik. 500 metreyi 2:30 saatte geçtik. Çok yakın, çok uzak.

Hesapta, 4-5 saatte Şam’da olmak var. Geceyarısı bastıran yoğun siste otobüsümüz zor ilerliyordu. Bir süre sonra sisle birlikte durduk. Yol kıyısında gösterişsiz bir yol kıyısı konaklama yerinde epeyce bekledik.

Sabah aydınlığında boz bir coğrafyada ilerlemeye başladık. Boz ve tanıdık görüntüler. Yol kıyısında çeşitli yerleşim yerleri. Evlerin damları beton sütunlu, demir filizli tamamlanmamış inşaat görünümleri ile bize çok tanıdık gelen kasabalardan geçiyoruz. Arapça yazılar olmasa, orta Anadolu’da gibiyiz. Yakın ve tanıdık. Bu yollardan çok kez geçmiş kişiler için çok sıradan bir görünüm, sıradan bir yolculuk belki. Ancak, ben ve benim gibi pek çok dostumuz ilk kez yolun tersine bir yolculuk ediyoruz. Gitmek Batı’ya doğrudur ya hep. Şimdi tersine bir yolculuktayız. Çoğmuz için “Öte dünyaya” ilk giriş. Bu nedenle gördüklerimizden çok, hissettiklerimizin etkisi altındadyız. Bu yazıda yer alan gözlemlerde de olduğu gibi. Gitmek Batıya dedik ya, gelen de Batı’dan olur hep. Örneğin, Adoniz’i, Necip Mahfuz’u, hatta ve hatta Mahmut Derviş’i Paris, Londra, Newyork “vizeli” kitaplarından tanımadık mı? Böylesi de bir uzaklığımız var, şimdi gittiğimiz bu boz coğrafyaya.

ŞAM

Akşam 23:30’da Antakya’da başlayan yolculuk, sabah 7:00 de Şam’a ulaşmakla sona eriyor, şimdilik. Gece Şam’a ulaşıp, üç-dört saat dinlenme, birazcık uyuyup yorgunluk giderme hesapları tutmadı. Otelde bizim için ayrılmış olan, odalar bu saatte elbette hazır değil. Kahvaltı için vakit var. İçimizde 36 saattir yolda olan arkadaşlar var. Akıllı olanlar otelde kalıp kahvaltı yapmayı seçti. Biz birkaç aklı evvel, kenti derhal tanıma cevvalliğiyle sokağa fırladık. Şam’da kahvaltı yapacak bir yer bulacağız sabahın yedisinde...

Kahvaltıdan hemen sonra Arap Yazarlar Birliği merkezinde ilk görüşmemiz olacak.

Arap Yazarlar Birliği, on yedi Arap ülkesinin yazarlarının oluşturduğu bir örgüt. Resmi çevrelerle organik bir ilişkiye sahip bir görünüm içinde. Merkezde, gerçekten de çok içten bir karşılama ile karşılandık. Arap Yazarlar Birliği Başkanı Dr. Hüseyin Cuma, Gazze için gelen bizleri “Onurlu bir mücadelenin kardeşleri; Hoş geldiniz...” diyerek karşıladı. Başkan, son saldırıların yanı sıra, sorunun tarihsel arkaplanına ilişkin bir konuşma yaptı. İlişkilerinin olması gereken yerde olmadığından, çeviri sorunlarından söz etti. Vahşeti bütün dünyaya duyurmamızı istedi. Özellikle bir halkın temelli yok edilerek bir barışın öngörüldüğü uluslararası yaklaşımlara dikkat çekti.

Merkezde, bizi karşılayanların ortak görüşü, Türkiye’deki tepkilerden, gösterilerden dolayı derin bir minnet, sevgi içinde oldukları yönündeydi. Öyle ki, neredeyse, “Gazze öncesi-Gazze sonrası” diye ikili bir ayrım yapılacak denli bir ilgi, sevgi takdir artışı apaçık görülüyordu.

GOLAN TEPELERİ - HAYALET ŞEHİR

Arap Yazarlar Birliği’nden sonra Golan Tepelerine gittik. Şam’a yaklaştık, bir saat uzaklıkta bulunan, Golan Tepeleri işgal bölgesi sınırında bulunan Kuneytra; ‘Hayalet şehire’ gittik. Bu şehir, işgal altındaki Golan Tepeleri sınırında, tampon bölgede. Halen Birleşmiş Milletler denetiminde. Girmek için önceden izin almak gerekiyor. Bizim izin sorunumuz da Arap Yazarlar Birliği çözmüş durumda. Şam’dan Kuneytra’ya iki motosikletli polis eşliğinde ulaştık.

1973 Savaşı’nda İsrail Golan Tepesi’ni işgal. etmiş. Buradan Filistin’e giden yol da o tarihte kesilmiş. Golan Tepeleri ile birlikte Kuneytra şehri de işgal edilmiş. Suriye Birlikleri sert çarpışmalarla kenti geri alırken, İsrail tüm kenti yerle bir etmiş. Tüm evler, binalar, iş makinaları ve dinamitlerle yıkılmış. O tarihte 50 bin nüfusu olan kentte bugün bir tane bile sağlam bina yok. Tamamı yıkılmış. Şimdi tampon bölgede kaldığı için yerleşim de yok, yaşam da yok. Kısacası tam bir hayalet kent. Kentin o tarihte hizmette olan 400 yataklı Golan Hastanesi’nin duvarları kalbur gibi kurşun deliği ile dolu. Kuneytra’nın dışında, iki yüzün üstünde köy de, yine tamamen yıkılmış. Halen işgal edilen bölgede beş köy ayakta. Şimdi Gazze’de olanların yeni birşey olmadığını Kuneytra yıkıntıları gözümüzün içine sokuyor. Barışa ilişkin derin bir umutsuzluk ile. Hemen karşıda Golan Tepeleri, İsrail gözetleme merkezleri... Arap yazar dostlarımız kadim zamanların öykülerini anlatıyor bu yerlerde geçen. İsa peygamberin yolculuk güzergâhını gösteriyorlar. Şimdi bu kentte, İsa’nın da Muhammed’in de evleri yıkılmış. Kilise ve cami ayrımı yapılmamış yıkımlarda. Ne okul, ne kütüphane ne başka bir şey. Güneşli bir günde, sert bir ayazda, insansız, yaşamsız kentin sokaklarında şaşkın şaşkın dolaştık. Burada çocuklar doğamadı, yaşayamadı. Kuneytra’da çocuklar doğmadı. Gazze’de doğan çocuklar öldü. Kuneytra bize gösterdi ki, Gazze’de ölüm son değil, daha nice çocuklar ölecek. Gazze’nin ve başka yerlerin; dünyanın doğmamış çocuklarını paranın iktidarı daha çok öldürecek.

Kuneytra’da yaşayanlar için sınırdan biraz daha içeride yeni yerleşim yerleri kurulmuş. Şehri gezdirmeden önce Vali bizi konuk ediyor. Türkiye’nin Gazze duyarlılığının ne denli etkili olduğuna Vali nin şahsında bir kez daha tanık olduk. Bizim çok onurlu bir davranış gösterdiğimizi söyleyen Vali, “Bunları aynı şekilde Arap ülkelerinden de bekledik ama olmadı” diyor. İşte bu beklenti ve beklenti kırılması, Gazze’deki katliamı büyüten etkenlerden biri.

Hava soğuk. Taş, beton, yıkıntı, soğuğun etkisini daha da arttırıyor. Karşımızda karlı Cebeli Şeyh, yani Şeyh dağları. Daha alt bölgede ise deniz seviyesinden 210 metre daha aşağıda, Taberiye Gölü. Şeyh Dağları 3114 metreyle Suriye’nin en yüksek bölgesi. Bu dağlar da yine işgal bölgeleri ve uzaktan görünen İsrail gözetleme merkezleri. İşgal, savaş gibi sözcüklerle anılmasa, inanılmaz güzel bir coğrafyada durduğunuzu farkediyorsunuz.

Hayalet Şehir Kuneytra’dan hemen sonra Golan bölgesi içinde, Filistin’e giden yol var.. Yolun sağında dikenli teller. Yüz metrelik bir tampon bölge. Mayınlı arazi. Burası İsrail tarafından mayınlanmış. Daha ilerisi işgal edilmiş topraklar. Yoğun bir tarımsal çalışma yapıldığı görülüyor. Yolu, eski bir demir bariyer kapatıyor. Yolun 100 metre ilerisinde BM konuşlanmış. Onun da ilerisinde İsrail sınırı kapsı. Daha ilerisinde Filistin toprakları, Batı Şeria. Ama, ayaklarımızın altındaki ince yol, işlek bir kanalı değil, durağan bir hali temsil ediyor.

Sınır yakın bir alanda anı için dikilen ağaçların yer aldığı bir alana gittik. Gelen özel konuklar birer zeytin ağacı dikmiş. Barışın ağacı. Savaşın sınırında. Bize eşlik eden Suriyeli ve Filistinli yazar dostlarımız bizim için de hazırlık yapmışlar. 28 kişi elbirliğiyle bir zeytin fidesi dikiyoruz. Sonra Suriyeli görevlilerin ve yazarların beklemediği bir şey yapıyoruz; Diktiğimiz barış fidesinin başında, savaşı, zulmü, işgali, Gazze katliamını lanetleyen sloganlar atmaya başlıyoruz. Arap dostlarımız şaşırmış gibi. Ancak ellerini göğe açıp, “Teşekkürat” diyor birkaçı. Ta içten bir teşekkürrat! dökülüyor dillerinden. Takdirle ve şaşkınlıkla.

Sınırda, hayatle kentin kıyısında, ısısızın ortasında seslerimiz yitip gidiyor.

Golan’da işgal altındaki köylerden öğrenciler bu ıssız sınır kapısından İsrail devletinden aldıkları çok özel izinle Suriye’ye gelip öğrenim görüyorlar. Ancak, mezuniyet sonrasında hepsine Suriye casusu muamelesi yapılıyormuş. Amaç, bölgeden kaçırtmak.

Yıkıntıları arkada bırakıp Şam yoluna döndük. Biliyoruz ki, İsrail de de barışı savunan cesur insanlar var. Halklar değil, iktidarlar insanları öldürüyor. Evleri yıkıyor. İnsanın evini, “bir daha yaşamaması için yıkmak” edimini savaş kavramı tek başına açıklayamıyor. Tarih boyunca göçmelerine karşım hep kentli olan İsrailliler, İsrail Devleti olarak, kentleri yıkıyor. Çünkü, kentin yaşam için, süreklilik için ne kadar yaşamsal olduğunu, iki bin yıllık sürgünlükle en iyi onlar biliyor. Bu bilmeyi de iktidar mücadelesinin bir yöntemi olarak kötüye -en kötüye- kullanıyorlar.

Gezdiğimiz bölge, tüm Ortadoğu’nun travmatik tablosunun bir özeti gibi.

Filistinli Mültecilerin Yerleşim Bölgesi; Muhayyem, Yermuk

Şam’da, Filistin Yerleşim bölgesi kentle iç içe geçmiş. Bu alan 1952 yılında kurulmuş. Ana cadde, Yermuk caddesi. Oldukça ticarileşmiş. Filistinli dostumuz akşam ışıkları altında parıltılı bir bulvara benzeyen cadde nedeniyle açıklama gereği duyuyor. İşyerlerinin Suriye vatandaşlarına ait olduğunu söylüyor. Onlar arka taraflarda yaşıyormuş, zor koşullarda. FKÖ bu yerleşim merkezinde doğmuş. Suriye’de yaşayan 500 bin Filistinli mülteciden 250 bini burada yaşıyor. Toplam Filistinli sürgün sayısı ise 5 milyon. Filistin topraklarında yaşayanlar ise 5.5 milyon. Yani bize anlattıklarından çıkan sonuca göre, toplam Filistinli sayısı 10.5 milyon. Şam’daki Muhayyem, barındırdığı bu nüfus oranı ile oldukça önemli ve yaşamsal. Öyle ki Şaron 1982’de “Bir gün oraya da gireceğiz” diyerek bu önemi teyit etmiş. Filistin örgütleri de burada yerleşik. Duvarlardaki afişlerden, yollara asılı pankartlardan bunu anlıyoruz.

Konuk olduğumuz yerlerden biri George Habbaş’ın kurucusu olduğu Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin Gençlik Merkezi. Çok yararlandığımız görüşmeler yapıyoruz. Herkes Türkiye sokaklarındaki, kendilerine umut veren gösterilerden söz ediyor ve çok memnunlar. Dayanışmanın sürmesini istiyor herkes. Gençlik merkezinde genç bir Filistinli konuşma sırasında “Filistinli sol gençlikten Türkiyeli sol geçliğe selam” götürmemizi istiyor. Alıyoruz başımızın üstüne koyuyoruz. Bu sözler, Gazze’nin kanını, Kuneytra’nın hüzzam ve cüzzam hüznünü hafifletiyor. Sol sözünü duyunca bir kez daha kardeşimizi görmüş gibi göneniyorum. Tüm konuşmalarda tek bir retorik “Kazanacağız. Topraklarımıza döneceğiz.” Yapılan tüm konuşmalardan, başka yerlerde olduğu gibi burada da payımıza fazlasıyla övgü düşüyor. “Onurlu insanlar” olarak “selamlanıyoruz.” Güzel bir duygu. Üşümeye, yorulmaya ve hatta ölmeye değer bir duygu.

Gazze saldırıları sırasında, Hamas ve İsrail adlarını duyduk daha çok. Filistin Halk Kurtuluş Cephesi sözcüsü, Gazze direnişinde sadece Hamas’ın yer almadığını, İslami Kardeşler’in yanında savaşan sol güçlerden söz ediyor. Sorun, İsrail ile Hamas arasında değil, diyor. Ortadoğu’nun bu acılı sorununda ortak bir dilde buluştuğumuzu görmek gerçekten de önemli.

Gazzeli çocuklar için açılan taziye çadırını ziyaret ediyoruz. İç burkan, insanlık dışı bir katliamın görüntüleri… Barışı, barış isteğini ve barış gerekliliğini bir kez daha zorunlu kılıyor. Bir kez daha görüyoruz ki barış çok uzak. Çükü ölüm bu denli vahşi ve gündelikse, barış buraya uzaktır. Ortadoğu’da barışı olanaksız kılan emperyalist çıkarlar, insanlığı öldürmeye devam ediyor. Barış öldürülüyor. İnsanın insanla barışmasını sağlamak, tüm dünyanın sorumluğunda. Gazze’de öldürülen yalnızca çocuklar değildir, öldürülen bir dünyadır, dünyanın geleceğidir. Dünyanın geleceği için suları, denizleri, ormanları düşünmek kadar, Gazze’li çocukların geleceğini düşünmek zorunluluktur. Yoksa, herkes öldürülen çocukların kanını ellerinde görecektir. Gazze’de öldürülenlerin kanı, tüm dünyanın elinde bir lekedir. Çünkü, Gazze katliamından sonra, insanlık için yaşamak bir lekedir artık. İnsan yaşamı topyekûn lekelenmiştir

Gece, Şam caddelerinde, sokaklarında yürüyoruz. Kendi ülkemizde, kendi sokaklarımızda gibiyiz. Açıklamalar, toplantılar, konuşmalar, sınır. Filistin’e giden, kapalı yol. Issızlığın ortasındaki Gazze sloganları... Yazıya aktarımı zor deneyimler.

Görmek, en sahici, en sahih, en gerçek ve gerçekçi deneyim. Bu deneyimle döndük. Yaptığmız bu kısa dayanışma ve eylem gezisi ile elbette her şeyi görüp, öğrenmedik. Ortadoğu sorunu konusunda elbette pekçok kimsenin bilgi birikimi, deneyimi vardır. Yine, bu sorunların yaşandığı yerlerde çok daha sıcak olaylara yakından tanık olanların sayısı az değildir. Bu saptama bir yana, yıkılmış bir kentin sokaklarında dolaşırken, doğmamış çocuklara rastlamamak, onların seslerini, çığlıklarını duymamak olanaksız. Süregiden sorunlar ve çatışmada, taraflardan birini öne çıkarmak, diğerini yermek başka bir şey. Ancak, bu çatışmada sivilleri ve özellikle çocukları katledenleri unutmamamız ve anımsama ile cezalandırmamız gerekiyor. Bunu yapmak, ne Hamas’ı desteklemek adına bir eylemdir, ne de Yahudi düşmanlığını körüklemek amacını taşımaktır. Çünkü, ortada tek tek insanların ya da halkların yargılanması değil, emperyalist hesap ve çıkarların, oyunların oynandığı arenada, yaşananlara tanıklık “zorunluluğu” söz konusu. Bunu, anımsamayla cezalandırmayı çocuklar adına yapmak gerekiyor. Kuneytra’nın, seslerini duyduğumuz doğmamış çocukları adına.

Ve Gazze’nin doğmadan öldürülen çocukları adına. Çünkü gördüklerimizden çıkan odur ki, Gazze son değildir. Nice Gazzelerin yaşanacağı, nice çocukların; daha doğmamış çocukların öldürüleceği şimdiden, çıplak gözle öyle açık ve kesin görülüyor ki... Bunu öğrendik. Bir de Edward Said’in vicdanlara attığı taşın artık kanadığını öğrendik.

sabrikuskonmaz@superonline.com

(Kaynak: BirGün)