16 Şubat 2009 Pazartesi

Kurhan'ın yazısını YORUMSUZ sunuyoruz! / 5

Büktel Tanıtım Spotlarıyla İş Görmeyi Bırakıp Sonunda Bir Şeyler Söylemeyi Başardı (mı?)


Ömer F. Kurhan
17 Şubat 2009


Büktel’in az biraz argüman içerir gibi görünen görece uzun bir yazısı "4. GÜNCELLEME" başlığı altında nihayet çıka geldi. Tanıtım spotlarıyla iş görmediği için, bu yazının ciddiye alınabileceğini düşünüyorum. Arada tashih hizmeti vermekten kaçınmayıp “Habercilik Adına Yola Çıkıp Dedikodu Enkazı Altında Kalmak İstemeyenlerin İlgisini Çekebilecek Bir Değerlendirme” başlıklı yazımdaki bir cümlemin düzeltilmesi konusunda uyarı yaptığı için kendisine teşekkür ediyorum. Ne de olsa kamusal (okur yararına) bir hizmet vermiştir.

İşin özüne gelecek olursak, Büktel retoriğinden süzüp çıkardığım bazı iddiaları sıralamak ve yanıtlamak istiyorum. Niçin bu süzme işlemini yapmayı tercih ettiğim sorulacak olursa: Bir tartışma sırasında ileri geri retorik yarıştırmak ve gerçekte neyin tartışıldığını anlaşılmaz hale getirmek pek hazzettiğim bir eylem biçimi değildir. Büktel’in o pek rahatsızlık duyduğu “Mimesis dili” ne yazık ki akıl ve mantık işleyişine dikkat edilmesini buyurmaktadır.

Büktel’in iddialarını ele alacak olursam:

Kendisini “magazinci”, “dedikodu yazarı”, “ihtiyar”, “sıradan” gibi sıfatlarla aşağılamışım.

Ben kendisini bu sıfatlarla aşağılamadım. “Emrah Özlek” vakası bağlamında bu sıfatları gerçekten hak ettiğini iddia ettim. Gerçekte İATP-G gibi bir girişim yapısının var olmadığı, kurmaca olduğu, yıllarca kamuoyunun aldatıldığı iddiasını dürüst ve ciddi bir yayıncılık ve yazarlık anlayışına sığdırma başarısı göstermesi, tabii ki kendisini “magazinci” ya da “dedikodu yazarı” olma pozisyonuna sürüklemiştir.

Hâlâ anlaşamadığımız nokta şudur: Mesele “Emrah Özlek” adını kullanan dedikodu yazarının gerçek isim kullanıp kullanmadığı değildir. Bir iddia ciddiye alınıyorsa, yayıncının iddia sahibine kefil olup habercilik yapması mümkündür. Gazetecilerin yeri geldiğinde haber kaynaklarını gizleme hakkı olduğunu bilmiyorlarsa, öğrensinler. Fakat şunu da öğrenmeliler: O zaman, güvenilir olduğunu ilan ettiğiniz haber kaynağınızın iddialarının doğrudan muhatabı haline gelirsiniz.

Bulunmaz haber kaynağının varlığını (gerçekten böyle bir kişinin var olup olmadığını) dahi doğrulamadan iddiaları yayımlamış ve daha sonra bu yaklaşımından vazgeçerek söz konusu şahısın yazılarına itibar edilmemesi gerektiğini söylemiştir. Yani en başta yapması gerekeni sonradan yapmıştır - ki bu da bir şeydir. Büktel dedikodu yazarı pozisyonuna düşmek istemiyorsa – ki “Emrah Özlek” vakasında içine düştüğü durum açıkça budur – hem haber kaynağının hem de iddiaların doğrulanması yönünde asgari bir çaba göstermek zorundaydı. Bunu yapmadığı için dedikodu literatürüne katkı sunmak durumunda kalmıştır.

Büktel’in aşağılayıcı kabul ettiği sıfatlar hakkında bazı düzeltmelerin yapılması gerekiyor. Örneğin ben “sıradan” değil, “fazlasıyla sıradan” dedim. En önemlisi, bu sıfatları kullanırken karakter tahlili yapmaya çalışmadım; “Emrah Özlek” vakası bağlamında sergilenen Büktel jestlerine işaret ettim.

Büktel yansıtmacı bakış açısını biraz terk edebilirse, benim insanların kişiliğine değil, jestlerine odaklandığımı fark edebilir, ama bu noktada dramaturjik bir anlaşmazlık içinde olduğumuz çok açık. Ben ne kadar jestlere odaklanıyorum desem de, o bunu karakter tahlili gibi yorumlayacaktır; çünkü kişiliği (genelde kendi kişiliğini) yüceltmeyi ya da tersine kişiliğe saldırıyı alışkanlık edinmiş bir üslubu benimsemektedir. Açık sözlülük sandığı şey de budur.

Büktel kişilik merkezli bir algılamayı tercih etmekte ve üstelik bu tercih herkesin olmalıymış gibi bir yanılsamaya kapılmaktadır. Maalesef durum bu değil. O kişilik sorgulaması yapıyor, ben kişilerin eylemlerini sorguluyorum. Zaman zaman kişilik vurgusunu fazla merkeze kaydırdığımdan şüphe ettiğimde kendime kızıyorum. Bu nedenle, örneğin “sen, hayatın boyunca yaptığın gibi” türünden ifadelere pek sıcak bakmıyorum. Bu kapsamda bir gözlemin ne tanrısal yönetmene ne de tanrısal yazara, ancak Allah’a mahsus olabileceğini düşünüyorum.

Kullandığım sıfatlardan bir tanesi dışında, tamamının olumsuz anlamlar içerdiği doğrudur. Fakat olumlu anlamda kullandığım bir sıfat var: “ihtiyar”. Bu konuda Büktel’in niçin yanlış algıya sürüklendiği sorusuna verilebilecek bir yanıt şu olabilir: Büktel günümüzde pek moda anti aging (yaşlanma karşıtı) ideolojinin derin etkisi ve baskısı altındadır. Oysa ben anti aging ideolojisine karşı çıkıyorum. Bu ideoloji, Huxley’in “Yeni Cesur Dünya” eserindeki uğursuz öngörülerinden birisinin daha gerçekleşmesi gibi geliyor bana.

İhtiyarlık çağının bilge olma yolunda önemli fırsat yarattığını ve yaşını başını almış insanların da bunun bilincinde hareket etmesi gerektiğine inanmaktayım. Yani torun sahibi olabilecek yaşta insanların – ki Kasım 1963 doğumlu birisi olarak bu kuşağa uzak olduğumu düşünmüyorum - genç kuşaklara örnek olması ve yol gösterici sorumluluklar alması gerektiği düşüncesine sahibim. Dolayısıyla Büktel’e dönük eleştirim ihtiyar olması değil, aksine ihtiyarlığın yapıcı gereklerini yerine getirmemesidir.

Acaba şu ihtiyarlık mevzusunda tamamen yanlış anlamaya yol açabilecek vahim bir ifade ya da yazım hatası mı yaptım diye şüphelenmedim değil. Ama dönüp baktığımda, böyle bir hatanın olmadığını gördüm. Türkçe dersi vermeyi pek seven Büktel, muhtemelen anti aging ideolojinin derin etkisi ve baskısı altında aşağılandım sonucu çıkarmış ve algılama düzeyinde Türkçeyi katletmiş. Bu da ne yazık ki basitçe harfler ve kelimelerle oynayarak tashih edilebilecek bir hata değil.

Yazımda “12 Mart faşizminin bakanı” ya da “12 Mart” kavramını bir kez dahi telaffuz etmemiş ve 12 Mart’ı açıkça görmezden gelmişim.

Büktel Bulunmaz’la yarım kalmış ve 12 Mart faşizminin niteliğini de sorunsallaştıran polemiğimize müdahil olmuş. Buyursun olsun. Yalnız bu müdahale pek komik olmuş. Polemiğin asıl gövdesini oluşturan yazıları yok sayıp, kestirmeden 12 Mart’ı görmezden gelmeye de varan bir tutum geliştirdiğimi iddia etmiş.

Şimdi bu yaklaşım iki türlü yorumlanabilir. (1) Büktel nerede Halman ya da TAKSAV geçse, “12 Mart” ya da “12 Mart faşizmi” demeyi bir zorunluluk olarak görmektedir; (2) Bulunmaz’la polemiğimizin ana gövdesini oluşturan yazıları yok sayarak benim 12 Mart faşizminde Halman’ın oynadığı rol hakkındaki kavrayışımın anlaşılabileceğini iddia etmektedir.

Eğer birinci yaklaşım söz konusu ise, Büktel’in koyduğu zorunluluğun ciddiye alınmasına gerek yoktur düşüncesindeyim. Bununla birlikte belki bir konuda haklı olabilir. Bazı okurlar Halman’ın 12 Mart faşist rejiminin bana göre tasfiye edilmiş bakanı olduğu hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadıkları gibi, bu konuda yürütülen tartışmalardan habersiz bir şekilde yazımı okumuş olabilirler. Ama ben okurdan daha araştırmacı ve meraklı olmasını talep etmekteyim. Tartışmalardan tümüyle habersiz bir okur derse ki nedir bu Halman meselesi, istiyorsa Oyun dergisi ve İATP-G sitelerinde gezinebileceğini ve ilgili yazılara ulaşabileceğini varsaymaktayım. Yani ortada öyle okurun erişemeyeceği gizli kapaklı bir tartışma yok.

İkinci yaklaşım da ciddiye alınamaz. Polemik yazıları göz önüne alınmadan benim 12 Mart’ın varlığı ya da 12 Mart faşizminin niteliği hakkında ne düşündüğüm hakkında iddialarda bulunmak saçmalamak olur. Nitekim Büktel de saçmalamakta ve fili kuyruğundan yakalayıp kuyruğun devamına bakmaya gerek yok demektedir. Ben bakılmasının daha makul olabileceği düşüncesindeyim. Elbette isteyen Büktel absürdizminin peşine takılmakta özgürdür. Ama bu durumda filin altında ezilmek gibi bir riski göze almak zorundadır.

Yeri gelmişken, Büktel’i okurken kolayca fark edilebilecek bir eksiğini belirtmekte fayda var. Nasıl ki temel basın yayın ilkeleri konusunda bir derse ihtiyaç duyuyor, temel mantık bilgisi konusunda da durum aynı. Eğer bir şehir efsanesi haline gelen ayrıntılı yanıtını yayımlayacak olursa, bu konuyu biraz daha ayrıntılı ele alabilirim. Yalnız bir konuda yanılıyor: Benim burada ileri düzeyde “akademik” bir tartışma yürütme niyetim de şansım da yok. Benim verdiğim bilgilerin çoğu ilköğrenim düzeyinde kalmaya mahkûm. Çünkü işin abc’sini bir bilinmezin konusu haline getirmek gibi saçmalıklarla uğraşıp duruyoruz. Aynı durumun mantık bilgisi için de geçerli olduğunu göstermek zor olmayacak.

Büktel’in yazarlık haklarıyla ilgili olarak pazarlık yapıp “trıçkadan” şartlar öne sürmüşüm.

Büktel’in “trıçkıdan” dediği şart, meselenin kamuya (halka) mal edilmesidir. Kendisi ve yakın dost çevresi “Theope” vakasını öz pohpohlamaya dayalı seyirlik bir dava haline getirdiği sürece, kamu bu davayla zaten ilgilenmeyecektir. Ne yazık ki benim derdim Büktel’in fanları kulübüne üye olup öz pohpohlama korosuna katılmak değil.

Birisi çıkıp resmi devlet ve şehir tiyatrolarının kapısını yumruklayıp durmuş; niçin beni baş tacı etmiyorsunuz diye bağırıp çağırmaya başlamış. Onlar da demişler ki, sen buranın tanrısı olamazsın; biat edeceksin. Edersin, etmezsin derken kavga büyümüş. Biz bu kavgada şuna bakarız: Onca gürültü patırtı arasında bir haksızlık meydana gelmiş mi, gelmemiş mi? Kamuyu, yani halkın genelini ilgilendiren budur. Yoksa Büktel’in tanrısal yazarlık uğruna verdiği kavga ya da örneğin son dönemde dizi film sektöründe nereye oturduğu belli olmayan şahsi problemleri değil.

Kamusal alana inme eylemini pazarlık unsuru kabul eden zihniyetin, tabii ki kamuyla bir alışverişi olmayacaktır. Kamusal alan Cyrano kılığına bürünüp “İstemem, eksik olsun” buyruklarının verilebileceği bir alan değildir. Ya her “sıradan” vatandaş gibi halkın bir parçası olduğunuzu kabul edersiniz ya da genetik, seçkin ve de ayrıcalıklı bir sanatçı yansıtmasından hareketle fan kulüp çalışmalarınıza devam edersiniz. Güya onur ve erdem adına tertip edilen bu oyuna “Mimesis dili”nin itiraz etmeye devam edeceğine hiç kuşkunuz olmasın.

(Kaynak: istanbul alternatif tiyatrolar platformu - girişim)

***

Oyun'un notu: Bakınız; "12 Mart Faşizmi Kültür Bakanı Talât Halman'a Emek Ödülü veren TAKSAV'ın neden olduğu tiyatral ve siyasal tartışma, tiyatro dünyasındaki yerini koruyor"