Oyun'un notu: LİNÇÇİ Ömer Faruk Kurhan'ın yazısındaki bazı ciddi yerleri "maymungötürengi" ile belirgin hâle biz getirdik!...
***
Hilmi Bulunmaz'a Yanıt: Tiyatro Alanında Hak ve Özgürlükler Mücadelesi
Ömer Faruk Kurhan
12 Ocak 2009
Hilmi Bulunmaz, "Yeniden Taciz Gündemi" yazısında kendisiyle ilgili bölüme yanıt verme gereği duyarak "'Tiyatroda Taciz', 'Özdemir Nutku İftirası', 'TAKSAV'ın Talât Sait Halman Skandalı'... gündemden düşmemeli!..." yazısını yazmış. Bu yazı, pek çok tartışma başlığı açmayı zorlayan bir içeriğe sahip. Yanıt verirken seçici davranacak ve sadece bazı konulara açıklık getirmeye çalışacağım.
Öncelikle, Hilmi Bulunmaz'ın Esatoğlu'nun tacizci olabileceği konusunda vicdani bir kanaate sahip olduğunu belirtmesinin önemli olduğunun altını çizmek isterim. Daha önce bazı yazılarımda, tacizle suçlanan Esatoğlu'nun bir mahkemede yargılanmadığını söylemiştim. "Mahkeme" derken, tek başına resmî T.C. mahkemelerini kastediyor değilim. Resmî bir mahkemeye başvurmak, bizzat mağdurları inisiyatif almaya zorlayan ve yasal mevzuatın pek de mağdurlar lehine olmadığı oldukça zorlu bir hukuk mücadelesi yürütmek demektir. Öte yandan, Esatoğlu hakkında asıl sonuca varması gerekenlerin devrimci ve demokrat çevreler olduğu söylenebilir. Çünkü tiyatro alanında bu çevreler adına var olduğunu ve genç insanları eğittiğini iddia etmektedir.
Devrimci ve demokrat çevreler, bugüne kadar Esatoğlu vakasının takibinde sorumluluk almamış, birbirlerine güvenememiş ve bir olayla karşılaştıklarında ya da şüpheye kapıldıklarında "kol kırılır yen içinde kalır" tutumunu benimsemişlerdir. Bu eleştiriyi yaparken aşırı genelleme yapmanın yanlış olduğunun bilincindeyim. Fakat devrimci ve demokrat çevrelerde ağır basan eğilim bu olmuştur.
Çözüm, Esatoğlu'nun, devrimci ve demokrat çevrelerin üzerinde uzlaştığı bir komisyon önünde hesap vermesidir. Tabi ki, kendisini savunma hakkı, taciz iddiaları ile karşılaştığında geliştirdiği inkarcı ve hatta provokatif tutuma açıklık getirme olanağı vermelidir. Bana göre, retoriği temel almayıp olguları yan yana getirerek akıl yürütecek bir komisyonun ulaşacağı sonuç bellidir. Asıl sorun, Esatoğlu'nun tiyatro eğitiminde meşru gördüğü cinsel taciz pratiğini hâlâ meşru görüp görmediğinin anlaşılmasıdır. Önemli olan, 2000'de ve sonrasında 2007'de yaptığı gibi, hesap vermek bir yana, taciz destekçilerini de yanına alarak inkarcı ve provokatif tutumlar geliştirme ve mağdurlara dönük tacizini başka yollarla sürdürme tavrının engellenmesidir.
Şu aşamada yapılabilecek olan, Esatoğlu ile ilgili bir vicdani kanaat hareketi oluşturmak ve tacizci kimliğini onaylatacak şekilde tiyatro alanında eğitimciliğe ve sözcülüğe soyunmasına karşı çıkmaktır. Kurumsal hafızası gereği İATP-G'nin ısrar ettiği nokta budur. 2000'deki taciz tartışmalarının doğrudan içinde yer almış ve taraf olmuş, 2007'deki tartışmalara ise aktif olarak katılmıştır. Bu noktada kimlerle yol ayrımı yaşanabileceği de bellidir: "Ne olmuşsa olmuş, bu benim meselem değildir" diyenler ya da doğrudan tacizin yanında saf tutanlar. Bu listeye bir zamanlar "tacizcidir" deyip, duyarlılık erozyonuna uğrayanlar ve hatta kendileri başka suçlara bulaşanlar da dâhildir.
Hilmi Bulunmaz'ın da dikkatini çektiği "kesin kanıt" eksikliğine birazdan "Özdemir Nutku Skandalı" hakkında ne düşündüğümü açıklarken değineceğim, ama öncesinde, bir kez daha ve kısaca Halman ve TAKSAV konusunu ele almak istiyorum.
13. Ankara Tiyatro Festivali'nde Halman'a verilen "Emek Ödülü" ile ilgili Hilmi Bulunmaz'la birleştiğim ve ayrıldığım noktalar bellidir. Ödüle dönük eleştirel duyarlılığın örgütlenmesinde editörlük ve yazarlığını yaptığı OYUN dergisinin önemli ve faydalı bir iş yaptığını daha önce de ifade ettim. Fakat benim desteklediğim tavır, tartışmanın festival bünyesine taşınması ve tepkilerin orada dile getirilmesidir. Tartışma ve tepkileri sindirme konusunda Festival Komitesi'nin engelleyici bir tavrının olmadığını ve bunun demokratik bir tavır olarak kabul edilmesi gerektiğini savunuyorum. Ödülü protesto edeceğim derken, festivali ve özelde TAKSAV'ı protesto etmeye varan bir tavrın, sorgulamayı engelleyici bir tavır oluştuğu durumda anlamlı olabileceğini düşünüyorum.
Halman ve ona verilen emek ödülü tartışmasının kapatılması yanlısı değilim. Şu kadarını söyleyeyim, bu gidişle Halman ve 12 Mart uzmanı olmam imkan dâhilinde. Bazı tarihçi arkadaşlarımdan yardım istediysem de, aralarında Nihat Erim'in anılarının da bulunduğu ve toplamda binlerce sayfa tutan bir dizi kitabı okumamı önermemin ötesine geçmiş değiller. Yeri gelmişken buradan kendilerine kırgın olduğumu iletmek isterim. Halman, 1. Erim Hükümeti ve 12 Mart faşizmi konuları tartışmaya açıldığında, tabii ki 12 Mart'ta yaşananlara açıklık getirmesi gerekenler özellikle tarih bilgisinde iddialı ya da meslekten tarihçi entelektüeller olmalıydı. Fakat bugüne kadar, hiçbirinin tartışmaya dâhil olduğuna tanıklık edebilmiş değilim.
Coşkun Büktel'in kişisel sitesinde düzenli olarak gündemde tutulan "Özdemir Nutku Skandalı"nı ele alacak olursam, bu skandal tabii ki çok daha kapsamlı bir olayın bir ayağını oluşturuyor. Bu olay, yeri geldiğinde geçmişte de altını çizmeye çalıştığım gibi, yazar haklarının ihlalidir -ki bu ihlâl, ifade özgürlüğünün engellenmesi ya da kısıtlanması çerçevesinde de ele alınabilir.
Şimdi sorulabilir: İyi de bu sonuca nereden ulaştın?
Bu sonuca kesin delillerden ulaştığımı söyleyemem. Zâten basitçe olgu ve belgelerin yan yana dizilmesiyle bir sonuca ulaşılabileceğine inananlardan değilim. Belli bir sonuca ulaşabilmek için, olgu ve belgeleri yan yana dizme eyleminin sentezleyici bir zihinsel eylemle birleştirilmesi gerekir. Bu sentezleyici işlemi yapar ve bir yargı oluştururken akıl ve vicdan devreye girer ve belli bir sonuca bu şekilde ulaşırız.
Meseleyi açacak olursam:
Özdemir Nutku'nun görüntü ve ses kaydı da yayımlanan "Theope" ile ilgili söyledikleri kendi başına ve kelimesi kelimesine ele alındığında gerçekten de bir hırsızlık suçlaması içermiyor. Özdemir Nutku, sadece bir benzerlik var mı yok mu araştırılmasında fayda var diyor.
Fakat, bu sözler içinde geçtiği olaysal bağlama (sahneye) yerleştirildiğinde, Özdemir Nutku'nun söyledikleri şu soruyu sordurtuyor:
"Sakın 'Theope' çalıntı bir eser olmasın?"
Bu soruyu sordurtmanın da ötesine geçildiği, "Theope" hakkında bir şaibenin yaratıldığı da kolaylıkla iddia edilebilir. Bu iddiayı doğrulamak için, Özdemir Nutku'nun sözlerinin içinde geçtiği sahnenin bazı ayrıntılarına odaklanmak lazım.
Sahnenin akışı kabaca şöyle özetlenebilir:
2005'teki Devlet Tiyatroları Koordinasyon Toplantısı sırasında birisi (Şahin Ergüney) çıkıp diyor ki:
"Ortada önemli bir eser ('Theope') var ve oynanması lazım. Evet, yazarı sivri dilli birisi olduğu için tepki uyandırıyor olabilir. Ama bu tavrı, eserin oynanması önünde engel kabul edilmemeli. Sorun bir şekilde halledilmeli."
Sonra başka birisi (Esen Çamurdan) yanıt veriyor:
"Daha önce oynamak istedik, ama yazar pürüzler çıkardı." ("Yani eser oynanmıyorsa suçlu biz değiliz, yazarın ta kendisi.")
Ama bu güçlü bir çıkış değil. Zâten "eser oynanmalı" diyen de, gayet kibar bir şekilde pürüzlerin halledilmesi gerektiğinden ya da halledilebileceğinden söz ediyor.
Ardından Özdemir Nutku söz alıyor ve el çabukluğu marifet "Theope"yi bir anda şaibeli hale getiriyor, hem de akademik saygınlığını kullanarak. (Şaibenin hiçbir dayanağının olmadığı daha sonra anlaşılacak ve "Özdemir Nutku Skandalı" meydana gelecektir.)
Bunun üzerine sorun bir şekilde halledilmeli diyen kişi (Şahin Ergüney), maruz kaldığı çapraz ateş altında ve tabii ki Özdemir Nutku'nun bitirici vuruşuyla ağır yaralı olarak geri çekiliyor ve toplantı gündemi değişiyor.
Sonuç: "Theope"nin Devlet Tiyatroları'nda oynanması önündeki engeller dimdik ayakta kalmaya devam ediyor.
"Theope"nin yaşadığı uzun serüvene bakıldığında ve tabii ki akıl ve vicdan ölçüleri temel alındığında, Coşkun Büktel'in yazar olarak haklarının çiğnendiği açıktır. Bu eser resmi tiyatro kurumlarında örgütlü ve kasıtlı bir engelleme ile karşı karşıya kaldığı gibi, özelde akademik etiği zedeleyen çıkışlara da vesile olabiliyor. Örneğin Özdemir Nutku, bu örgütlü ve kasıtlı engelleme eylemine ben de katılayım derken, akademik saygınlığını tehlikeye atıyor ve gerçekten de saygınlık kaybına uğruyor. Oysa "Theope" ile ilgili pürüzlerin giderilmesi gayet basitmiş gibi görünüyor: Ortada eserinin kırpılmasını istemeyen, anlaşabileceği bir yönetmen ve oyuncu kadrosuyla çalışmak isteyen bir yazar var. Varsa bu yazarla çalışmak isteyen yönetmen ve oyuncular, yazdığı oyun sahnelenir. Halkın ödediği vergilerle beslenen ve kamusal sorumluluk taşıyan resmi tiyatrolara düşen, bu konuda engel çıkartmamak ve yazarın eserinin ifade edilmesinin önü açmaktır. Aksi takdirde, yazar haklarını ve giderek ifade özgürlüğünü kısıtlayan bir kurum olmaktan kurtulamazsın.
Bu meselenin önemli bir yönü de bu konunun niçin yıllardır dar ve kişisel bir çerçeveye sıkışıp kaldığı. Bu noktada en fazla düşünmesi gereken, Coşkun Büktel'in yakın çevresindeki dostlarıdır. "Herkesin kavgası kendine!" denilemez. En kötüsü bu durumu kabullenmek ve hak ihlallerini seyirlik olmanın ötesine taşıyamamaktır. "Theope" vakasına ciddiyetle yaklaşmak gerekir.
Türkiye'de tiyatro alanında hak ve hukuk mücadelesi çok geri bir noktadadır ve ortalık şaibe ve dedikodu kaynamaktadır. Bazı örnekler vermek istiyorum:
Halman'a verilen ödül tartışılırken, en protestocu kesim içinde yer alan Özgür Başkaya ve içinde yer aldığı şenlik komisyonu hakkında ortaya atılan sansür iddiası hâlâ aydınlığa kavuşturulmayı bekliyor. Yenikapı Tiyatrosu'nun "Palto" oyununda "Enternasyonel" şarkısının söylenmesi, Aydın'daki ne gibi olağanüstü koşullardan dolayı şenlik kapsamına alınmamış, bir türlü açıklanmıyor. "Olağanüstü koşullar vardı." deniliyor ve geçiliyor.
Derken, gazetelerde İstanbul Şehir Tiyatroları'nda bir oyunun ("Yedi Tepeli Aşk") gösteriminin ipe sapa gelmez gerekçelerle durdurulduğu haberini okuyoruz.
Sonra Yeni Tiyatro sitesine bakarken öğreniyoruz ki, İsmet Küntay Ödülleri jürisi emek hırsızlığı suçlaması ile karşı karşıya kalmış ve suçlamayı yapan Erbil Göktaş hiç de boşa konuşmuyor. Üstelik işin içine Cumhuriyet gibi, kültür-sanat haberciliğinde saygınlığı olan gazeteler de girmiş.
Ne oluyor derken, Tiyatro Boğaziçi'nin "Biz, Siz, Onlar" oyununun İstanbul Belediyesi'ne bağlı Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi'nde oynatılmayacağı, engellendiği haberini alıyoruz.
Engelleme gerekçesi, "Yedi Tepeli Aşk"ın durdurulması mantığı ile tamamen örtüşüyor. Birinde Alevi toplumunda oluşabilecek gerilim, diğerinde etnik duyarlılık gerilimi bahane olarak kullanılıyor.
Taraf gazetesinde Ferhan Şensoy'un darbe (faşizm) çığırtkanlığı yaptığı köşe yazarı Rasim Ozan Kütahyalı tarafından teşhir edilirken, aynı Ferhan Şensoy'un 27 Mart'larda muhalif ve hatta devrimci tiyatro örgütü olma iddiasındaki Amatör Tiyatrolar Çevresi bildirilerini kaleme almış olduğunu hatırlıyoruz; yani kimin eli kimin cebinde belli değil.
Birkaç yıl önce, hazzetmediği tiyatrocu öğrencileri sınıftan atar gibi İÜ ÖKM'den atmaya kalkan, bu nedenle 1500'ün üzerinde kişinin imzaladığı bir metinle protesto edilen ve sonrasında ÖKM'deki görevini bırakmak zorunda kalan Kerem Karaboğa'nın yeni bir vukuatını daha, ancak aylar sonra duyabiliyoruz. Bu defa da Tiyatro-Dramaturji bölümüne yüksek lisans başvurusu yapan bazı adayların ÖKM'den öğrenci atma tavrında kendisini desteklemediği için kin tuttuğu BGST ile ilişkisini sorgulayan bir sınav sistemi geliştirmiş ve bu konuda yalnız da değilmiş. Yani mülakata giren adaylar için, BGST ile ilişkinin yakınlık derecesi akademik bir ölçü hâline getirilmiş. (Tanıkların ifadelerine de ulaşabileceğim bu konuyu ayrıca bir yazıda ele almayı düşünüyorum.)
Kürt Tiyatrosu bölgesinden Tiyatro Avesta ve oyuncusu Aydın Orak'ın Esatoğlu'nun tacizciliğine olur veren tavrını, 2007'de taciz meselesi tartışılırken dezenformasyon rekoru kıran "Gölge Tiyatro" yazarlığı ile sınırlı tutmamış olduğunu öğreniyoruz. Meğerse Esatoğlu ile kurduğu dayanışma ilişkisinden pek gururluymuş ve bunu yakın zaman önce Kürt tiyatrosu bağlamında Kültürel Çoğulcu Gündem sitesi ile yaptığı polemiksel mektuplaşmalarına yansıtıyormuş
Bu ve benzeri olgulardan çıkarılabilecek sonuç bellidir: Türkiye'nin ihtiyaç duyduğu temiz eller operasyonu istisnasız her bölgesiyle tiyatroya da lazım. Tiyatro alanında sıradan bir hâl alan kirlenmenin önüne geçmek için, insani temel hak ve özgürlüklerin savunusu temelinde bir mutabakata ihtiyaç vardır. Bu da yetmez, kamuoyunu uyaran ve tavır almaya çağıran katılımcı ve etkili eylem modellerine ihtiyaç vardır. Bunun için de Esatoğlu vakasını, "Theope" vakasını, Halman vakasını ve tabii daha pek çok vakayı yerli yerine oturtacak bir akıl ve vicdan hareketine ihtiyaç vardır.
(Kaynak: istanbul alternatif tiyatrolar platformu - girişim)
***
Hilmi Bulunmaz'a Yanıt: Tiyatro Alanında Hak ve Özgürlükler Mücadelesi
Ömer Faruk Kurhan
12 Ocak 2009
Hilmi Bulunmaz, "Yeniden Taciz Gündemi" yazısında kendisiyle ilgili bölüme yanıt verme gereği duyarak "'Tiyatroda Taciz', 'Özdemir Nutku İftirası', 'TAKSAV'ın Talât Sait Halman Skandalı'... gündemden düşmemeli!..." yazısını yazmış. Bu yazı, pek çok tartışma başlığı açmayı zorlayan bir içeriğe sahip. Yanıt verirken seçici davranacak ve sadece bazı konulara açıklık getirmeye çalışacağım.
Öncelikle, Hilmi Bulunmaz'ın Esatoğlu'nun tacizci olabileceği konusunda vicdani bir kanaate sahip olduğunu belirtmesinin önemli olduğunun altını çizmek isterim. Daha önce bazı yazılarımda, tacizle suçlanan Esatoğlu'nun bir mahkemede yargılanmadığını söylemiştim. "Mahkeme" derken, tek başına resmî T.C. mahkemelerini kastediyor değilim. Resmî bir mahkemeye başvurmak, bizzat mağdurları inisiyatif almaya zorlayan ve yasal mevzuatın pek de mağdurlar lehine olmadığı oldukça zorlu bir hukuk mücadelesi yürütmek demektir. Öte yandan, Esatoğlu hakkında asıl sonuca varması gerekenlerin devrimci ve demokrat çevreler olduğu söylenebilir. Çünkü tiyatro alanında bu çevreler adına var olduğunu ve genç insanları eğittiğini iddia etmektedir.
Devrimci ve demokrat çevreler, bugüne kadar Esatoğlu vakasının takibinde sorumluluk almamış, birbirlerine güvenememiş ve bir olayla karşılaştıklarında ya da şüpheye kapıldıklarında "kol kırılır yen içinde kalır" tutumunu benimsemişlerdir. Bu eleştiriyi yaparken aşırı genelleme yapmanın yanlış olduğunun bilincindeyim. Fakat devrimci ve demokrat çevrelerde ağır basan eğilim bu olmuştur.
Çözüm, Esatoğlu'nun, devrimci ve demokrat çevrelerin üzerinde uzlaştığı bir komisyon önünde hesap vermesidir. Tabi ki, kendisini savunma hakkı, taciz iddiaları ile karşılaştığında geliştirdiği inkarcı ve hatta provokatif tutuma açıklık getirme olanağı vermelidir. Bana göre, retoriği temel almayıp olguları yan yana getirerek akıl yürütecek bir komisyonun ulaşacağı sonuç bellidir. Asıl sorun, Esatoğlu'nun tiyatro eğitiminde meşru gördüğü cinsel taciz pratiğini hâlâ meşru görüp görmediğinin anlaşılmasıdır. Önemli olan, 2000'de ve sonrasında 2007'de yaptığı gibi, hesap vermek bir yana, taciz destekçilerini de yanına alarak inkarcı ve provokatif tutumlar geliştirme ve mağdurlara dönük tacizini başka yollarla sürdürme tavrının engellenmesidir.
Şu aşamada yapılabilecek olan, Esatoğlu ile ilgili bir vicdani kanaat hareketi oluşturmak ve tacizci kimliğini onaylatacak şekilde tiyatro alanında eğitimciliğe ve sözcülüğe soyunmasına karşı çıkmaktır. Kurumsal hafızası gereği İATP-G'nin ısrar ettiği nokta budur. 2000'deki taciz tartışmalarının doğrudan içinde yer almış ve taraf olmuş, 2007'deki tartışmalara ise aktif olarak katılmıştır. Bu noktada kimlerle yol ayrımı yaşanabileceği de bellidir: "Ne olmuşsa olmuş, bu benim meselem değildir" diyenler ya da doğrudan tacizin yanında saf tutanlar. Bu listeye bir zamanlar "tacizcidir" deyip, duyarlılık erozyonuna uğrayanlar ve hatta kendileri başka suçlara bulaşanlar da dâhildir.
Hilmi Bulunmaz'ın da dikkatini çektiği "kesin kanıt" eksikliğine birazdan "Özdemir Nutku Skandalı" hakkında ne düşündüğümü açıklarken değineceğim, ama öncesinde, bir kez daha ve kısaca Halman ve TAKSAV konusunu ele almak istiyorum.
13. Ankara Tiyatro Festivali'nde Halman'a verilen "Emek Ödülü" ile ilgili Hilmi Bulunmaz'la birleştiğim ve ayrıldığım noktalar bellidir. Ödüle dönük eleştirel duyarlılığın örgütlenmesinde editörlük ve yazarlığını yaptığı OYUN dergisinin önemli ve faydalı bir iş yaptığını daha önce de ifade ettim. Fakat benim desteklediğim tavır, tartışmanın festival bünyesine taşınması ve tepkilerin orada dile getirilmesidir. Tartışma ve tepkileri sindirme konusunda Festival Komitesi'nin engelleyici bir tavrının olmadığını ve bunun demokratik bir tavır olarak kabul edilmesi gerektiğini savunuyorum. Ödülü protesto edeceğim derken, festivali ve özelde TAKSAV'ı protesto etmeye varan bir tavrın, sorgulamayı engelleyici bir tavır oluştuğu durumda anlamlı olabileceğini düşünüyorum.
Halman ve ona verilen emek ödülü tartışmasının kapatılması yanlısı değilim. Şu kadarını söyleyeyim, bu gidişle Halman ve 12 Mart uzmanı olmam imkan dâhilinde. Bazı tarihçi arkadaşlarımdan yardım istediysem de, aralarında Nihat Erim'in anılarının da bulunduğu ve toplamda binlerce sayfa tutan bir dizi kitabı okumamı önermemin ötesine geçmiş değiller. Yeri gelmişken buradan kendilerine kırgın olduğumu iletmek isterim. Halman, 1. Erim Hükümeti ve 12 Mart faşizmi konuları tartışmaya açıldığında, tabii ki 12 Mart'ta yaşananlara açıklık getirmesi gerekenler özellikle tarih bilgisinde iddialı ya da meslekten tarihçi entelektüeller olmalıydı. Fakat bugüne kadar, hiçbirinin tartışmaya dâhil olduğuna tanıklık edebilmiş değilim.
Coşkun Büktel'in kişisel sitesinde düzenli olarak gündemde tutulan "Özdemir Nutku Skandalı"nı ele alacak olursam, bu skandal tabii ki çok daha kapsamlı bir olayın bir ayağını oluşturuyor. Bu olay, yeri geldiğinde geçmişte de altını çizmeye çalıştığım gibi, yazar haklarının ihlalidir -ki bu ihlâl, ifade özgürlüğünün engellenmesi ya da kısıtlanması çerçevesinde de ele alınabilir.
Şimdi sorulabilir: İyi de bu sonuca nereden ulaştın?
Bu sonuca kesin delillerden ulaştığımı söyleyemem. Zâten basitçe olgu ve belgelerin yan yana dizilmesiyle bir sonuca ulaşılabileceğine inananlardan değilim. Belli bir sonuca ulaşabilmek için, olgu ve belgeleri yan yana dizme eyleminin sentezleyici bir zihinsel eylemle birleştirilmesi gerekir. Bu sentezleyici işlemi yapar ve bir yargı oluştururken akıl ve vicdan devreye girer ve belli bir sonuca bu şekilde ulaşırız.
Meseleyi açacak olursam:
Özdemir Nutku'nun görüntü ve ses kaydı da yayımlanan "Theope" ile ilgili söyledikleri kendi başına ve kelimesi kelimesine ele alındığında gerçekten de bir hırsızlık suçlaması içermiyor. Özdemir Nutku, sadece bir benzerlik var mı yok mu araştırılmasında fayda var diyor.
Fakat, bu sözler içinde geçtiği olaysal bağlama (sahneye) yerleştirildiğinde, Özdemir Nutku'nun söyledikleri şu soruyu sordurtuyor:
"Sakın 'Theope' çalıntı bir eser olmasın?"
Bu soruyu sordurtmanın da ötesine geçildiği, "Theope" hakkında bir şaibenin yaratıldığı da kolaylıkla iddia edilebilir. Bu iddiayı doğrulamak için, Özdemir Nutku'nun sözlerinin içinde geçtiği sahnenin bazı ayrıntılarına odaklanmak lazım.
Sahnenin akışı kabaca şöyle özetlenebilir:
2005'teki Devlet Tiyatroları Koordinasyon Toplantısı sırasında birisi (Şahin Ergüney) çıkıp diyor ki:
"Ortada önemli bir eser ('Theope') var ve oynanması lazım. Evet, yazarı sivri dilli birisi olduğu için tepki uyandırıyor olabilir. Ama bu tavrı, eserin oynanması önünde engel kabul edilmemeli. Sorun bir şekilde halledilmeli."
Sonra başka birisi (Esen Çamurdan) yanıt veriyor:
"Daha önce oynamak istedik, ama yazar pürüzler çıkardı." ("Yani eser oynanmıyorsa suçlu biz değiliz, yazarın ta kendisi.")
Ama bu güçlü bir çıkış değil. Zâten "eser oynanmalı" diyen de, gayet kibar bir şekilde pürüzlerin halledilmesi gerektiğinden ya da halledilebileceğinden söz ediyor.
Ardından Özdemir Nutku söz alıyor ve el çabukluğu marifet "Theope"yi bir anda şaibeli hale getiriyor, hem de akademik saygınlığını kullanarak. (Şaibenin hiçbir dayanağının olmadığı daha sonra anlaşılacak ve "Özdemir Nutku Skandalı" meydana gelecektir.)
Bunun üzerine sorun bir şekilde halledilmeli diyen kişi (Şahin Ergüney), maruz kaldığı çapraz ateş altında ve tabii ki Özdemir Nutku'nun bitirici vuruşuyla ağır yaralı olarak geri çekiliyor ve toplantı gündemi değişiyor.
Sonuç: "Theope"nin Devlet Tiyatroları'nda oynanması önündeki engeller dimdik ayakta kalmaya devam ediyor.
"Theope"nin yaşadığı uzun serüvene bakıldığında ve tabii ki akıl ve vicdan ölçüleri temel alındığında, Coşkun Büktel'in yazar olarak haklarının çiğnendiği açıktır. Bu eser resmi tiyatro kurumlarında örgütlü ve kasıtlı bir engelleme ile karşı karşıya kaldığı gibi, özelde akademik etiği zedeleyen çıkışlara da vesile olabiliyor. Örneğin Özdemir Nutku, bu örgütlü ve kasıtlı engelleme eylemine ben de katılayım derken, akademik saygınlığını tehlikeye atıyor ve gerçekten de saygınlık kaybına uğruyor. Oysa "Theope" ile ilgili pürüzlerin giderilmesi gayet basitmiş gibi görünüyor: Ortada eserinin kırpılmasını istemeyen, anlaşabileceği bir yönetmen ve oyuncu kadrosuyla çalışmak isteyen bir yazar var. Varsa bu yazarla çalışmak isteyen yönetmen ve oyuncular, yazdığı oyun sahnelenir. Halkın ödediği vergilerle beslenen ve kamusal sorumluluk taşıyan resmi tiyatrolara düşen, bu konuda engel çıkartmamak ve yazarın eserinin ifade edilmesinin önü açmaktır. Aksi takdirde, yazar haklarını ve giderek ifade özgürlüğünü kısıtlayan bir kurum olmaktan kurtulamazsın.
Bu meselenin önemli bir yönü de bu konunun niçin yıllardır dar ve kişisel bir çerçeveye sıkışıp kaldığı. Bu noktada en fazla düşünmesi gereken, Coşkun Büktel'in yakın çevresindeki dostlarıdır. "Herkesin kavgası kendine!" denilemez. En kötüsü bu durumu kabullenmek ve hak ihlallerini seyirlik olmanın ötesine taşıyamamaktır. "Theope" vakasına ciddiyetle yaklaşmak gerekir.
Türkiye'de tiyatro alanında hak ve hukuk mücadelesi çok geri bir noktadadır ve ortalık şaibe ve dedikodu kaynamaktadır. Bazı örnekler vermek istiyorum:
Halman'a verilen ödül tartışılırken, en protestocu kesim içinde yer alan Özgür Başkaya ve içinde yer aldığı şenlik komisyonu hakkında ortaya atılan sansür iddiası hâlâ aydınlığa kavuşturulmayı bekliyor. Yenikapı Tiyatrosu'nun "Palto" oyununda "Enternasyonel" şarkısının söylenmesi, Aydın'daki ne gibi olağanüstü koşullardan dolayı şenlik kapsamına alınmamış, bir türlü açıklanmıyor. "Olağanüstü koşullar vardı." deniliyor ve geçiliyor.
Derken, gazetelerde İstanbul Şehir Tiyatroları'nda bir oyunun ("Yedi Tepeli Aşk") gösteriminin ipe sapa gelmez gerekçelerle durdurulduğu haberini okuyoruz.
Sonra Yeni Tiyatro sitesine bakarken öğreniyoruz ki, İsmet Küntay Ödülleri jürisi emek hırsızlığı suçlaması ile karşı karşıya kalmış ve suçlamayı yapan Erbil Göktaş hiç de boşa konuşmuyor. Üstelik işin içine Cumhuriyet gibi, kültür-sanat haberciliğinde saygınlığı olan gazeteler de girmiş.
Ne oluyor derken, Tiyatro Boğaziçi'nin "Biz, Siz, Onlar" oyununun İstanbul Belediyesi'ne bağlı Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi'nde oynatılmayacağı, engellendiği haberini alıyoruz.
Engelleme gerekçesi, "Yedi Tepeli Aşk"ın durdurulması mantığı ile tamamen örtüşüyor. Birinde Alevi toplumunda oluşabilecek gerilim, diğerinde etnik duyarlılık gerilimi bahane olarak kullanılıyor.
Taraf gazetesinde Ferhan Şensoy'un darbe (faşizm) çığırtkanlığı yaptığı köşe yazarı Rasim Ozan Kütahyalı tarafından teşhir edilirken, aynı Ferhan Şensoy'un 27 Mart'larda muhalif ve hatta devrimci tiyatro örgütü olma iddiasındaki Amatör Tiyatrolar Çevresi bildirilerini kaleme almış olduğunu hatırlıyoruz; yani kimin eli kimin cebinde belli değil.
Birkaç yıl önce, hazzetmediği tiyatrocu öğrencileri sınıftan atar gibi İÜ ÖKM'den atmaya kalkan, bu nedenle 1500'ün üzerinde kişinin imzaladığı bir metinle protesto edilen ve sonrasında ÖKM'deki görevini bırakmak zorunda kalan Kerem Karaboğa'nın yeni bir vukuatını daha, ancak aylar sonra duyabiliyoruz. Bu defa da Tiyatro-Dramaturji bölümüne yüksek lisans başvurusu yapan bazı adayların ÖKM'den öğrenci atma tavrında kendisini desteklemediği için kin tuttuğu BGST ile ilişkisini sorgulayan bir sınav sistemi geliştirmiş ve bu konuda yalnız da değilmiş. Yani mülakata giren adaylar için, BGST ile ilişkinin yakınlık derecesi akademik bir ölçü hâline getirilmiş. (Tanıkların ifadelerine de ulaşabileceğim bu konuyu ayrıca bir yazıda ele almayı düşünüyorum.)
Kürt Tiyatrosu bölgesinden Tiyatro Avesta ve oyuncusu Aydın Orak'ın Esatoğlu'nun tacizciliğine olur veren tavrını, 2007'de taciz meselesi tartışılırken dezenformasyon rekoru kıran "Gölge Tiyatro" yazarlığı ile sınırlı tutmamış olduğunu öğreniyoruz. Meğerse Esatoğlu ile kurduğu dayanışma ilişkisinden pek gururluymuş ve bunu yakın zaman önce Kürt tiyatrosu bağlamında Kültürel Çoğulcu Gündem sitesi ile yaptığı polemiksel mektuplaşmalarına yansıtıyormuş
Bu ve benzeri olgulardan çıkarılabilecek sonuç bellidir: Türkiye'nin ihtiyaç duyduğu temiz eller operasyonu istisnasız her bölgesiyle tiyatroya da lazım. Tiyatro alanında sıradan bir hâl alan kirlenmenin önüne geçmek için, insani temel hak ve özgürlüklerin savunusu temelinde bir mutabakata ihtiyaç vardır. Bu da yetmez, kamuoyunu uyaran ve tavır almaya çağıran katılımcı ve etkili eylem modellerine ihtiyaç vardır. Bunun için de Esatoğlu vakasını, "Theope" vakasını, Halman vakasını ve tabii daha pek çok vakayı yerli yerine oturtacak bir akıl ve vicdan hareketine ihtiyaç vardır.
(Kaynak: istanbul alternatif tiyatrolar platformu - girişim)