23 Ocak 2009 Cuma

AKP'li Kadir Topbaş'ın Kazmacıbaşı olarak atadığı Orhan Alkaya, Şehir Tiyatroları'nı yönetemiyor. Melih Anık'tan bir kanıt: "Çehov'suz Vişne Bahçesi"

Çehov-Vişne Bahçesi / İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları (İBŞT)


Melih Anık
20 Ocak 2009


Çehov’un Vişne Bahçesi isimli oyununu Üsküdar İBŞT-Musahipzade Celal Sahnesi’nde seyrettik.

Çehov ve Vişne Bahçesi

26 Eylül 1903'de Çehov karısına şu telgrafı yolladı: "Dört perde de tümden tamamlandı. Onları sana göndereceğim."

Ertesi gün ona şunları yazıyordu: "Canlı kişiler yarattım doğrusu, ama oyunum bir şeye benzedi mi bilmiyorum."

7 Ekim 1903'de "Ağırdan alıyorum, onun için de oyunum bana şimdi ölçüsüz, çok heybetli bir şey gibi görünüyor ve korkutuyor beni."

Oyunu bitirip Moskova Sanat Tiyatrosu’na gönderdi. Nemiroviç, Dançenko oyunun “En iyi, en yeni, en özgün ve en şiirsel oyun.” olduğunu bildirdi.

Stanislavski "Pek çok duygulandım. Coşkumu bastıramıyorum. Ömrümde böyle bir hayranlık duymadım. Oyununuz bence yazdığınız bütün şeylerin hepsinin üstünde. Bir dahi yazarı gönülden kutlarım.” diye belirtti duygularını.

Oyun Vişne Bahçesi idi. Çehov 2 Temmuz 1904 de öldü. Vişne Bahçesi, son oyunu oldu…

Oyun Stanislavski yönetiminde çalışılmaya başlandığında Çehov ile Stanislavski arasındaki yazışmalar bir anlaşmazlığı ortaya çıkardı. Stanislavski “Çiçekler tam açmaya başlarken yazar geldi ve her şeyi altüst etti.” diyordu.

Stanislavski toplumsal bir dram görüyordu oyunda. Kır kesiminin küçük soylularının direşken ve girişken yeni zenginler karşısında silinişinin dramını.

Çehov ise yirmi kez söylemişti; Vişne Bahçesi’ni bir komedi, hemen hemen bir fars olarak tasarladığını.

Oyun Stanislavski’nin yorumuyla sahneye çıktı. Çehov memnun kalmadı. Gala gecesi seyircilerin coşkun alkışları onu tatmin etmedi.

Gerçekte oyunun yarattığı coşku, konunun gizli trajedisi ile kişilerin hafif gülünçlüğü arasındaki karşıtlıktan kaynaklanıyordu. Dramatik gerilimi, eylem yokluğu doğuruyordu. Mal sahipleri iyi anılarla dolu Vişne Bahçesi’ni düşünmektedirler; ama elde tutmak için hiçbir şey yapmamaktadırlar. (Meyerhold “Bu cansıkıntısı değil kaygısızlık” diyor.) Bu arada satın alan kaba saba, kararlı ve pratik bir adam, Vişne Bahçesi’ni yerle bir edip toprakları ağaçsız bırakarak üstüne satılmak üzere villalar yapma hayalleri kuruyordu. Para kaygısıyla güzelliği ve şiiri yok eden bir adam karşısında mal mülk sahiplerinin temsil ettiği o eski, kaderci, çökmekte olan Rusya... Görünüşte çok basit olan karşılıklı konuşmaları dinlerken, seyirci, yıllardan beri bu insanların yakınında yaşamış , geçmişlerini tümüyle bildiği, kendisinin de bu bayağı cennetin bir konuğu olduğu duygusuna kaptırır kendini. Her nesnenin kutsal emanet olduğu ve bugün yıkıcıların kolladığı bir cennetin konuğu. Çehov’un mucizesi bu gülme ve utanıp sıkılma, ince alay ve üzüntünün karışımıdır. Efendilerinin evde kilitli unuttuğu emektar uşak Firs, terk edilen evde tek başına kaldığında ve vişne ağaçlarını kökünden kesmeye gelen oduncuların balta sesleri uzaktan uzağa yankılandığında, seyirciler artık kimi suçlayacaklarını, kime acıyacaklarını bilemez olmaktadırlar.” (Henri Troyat-Çehov-Ada Yayınları’dan özet)

Ali Taygun

Ali Taygun’u Türk Tiyatrosu’na tanıtan, Kenter Tiyatrosu’nda 1970 yılında sahneye koyduğu Çehov’un Üç Kız Kardeş oyunudur.

Kenter Tiyatrosu’nun 10. Yıl dergisine Ali Taygun şunları yazmış:

..........“Bu kişilerin içinde bulundukları basit olayların gücü kendilerini bir yöne itmektedir. Öte yandan çevrelerindeki bu basit olaylar ile doğru bildikleri, değer yargıları, eylem kıstasları arasında bir ilgi kuramamaktadır. Bu ilgi kurulamadıkça bu basit olayların gücüne karşı koyacak yetenekleri zayıf. Bunun sonucu rüzgara kapılmış bir yaprak gibi sürüklenip bir köşeye sıkıştırılıyorlar ve daha sıkışacak yer kalmayınca da suyun buharlaşması gibi biçim değiştirip eylemsizleşiyorlar, taşlaşıyorlar.”

Bu özet Vişne Bahçesi’ndeki insanları da anlatır.

Taygun “Kendi toplumumuza bakalım… İlk günlerin idealistliği zaman geçtikçe kaynayıp gidiyor. Bu arada bir kendine acıma, bir çevrede kabahat bulma ki deyme gitsin. Şarkılarımızın büyük çoğunluğu bu kendine acıma ile doludur. Bu eziklik, bu kırgınlık neden? Neden insanlarımız böyle zayıf, böyle şikayetçi? Ben de bilmiyorum ama öyle işte” diyerek o günlerin Türkiye’sini eleştirir.

Aslına bakarsanız kendisi cevabı vermiştir: “…rüzgara kapılmış bir yaprak gibi sürüklenip bir köşeye sıkıştırılıyorlar ve daha sıkışacak yer kalmayınca da suyun buharlaşması gibi biçim değiştirip eylemsizleşiyorlar, taşlaşıyorlar.”

Ali Taygun nerdeyse 40 yıl sonra Vişne Bahçesi’nde “Çehov, değişen ve değişmeyecek olanı harmanlayıp zamanın kısa özetini bize takdim ediyor. Biz yüz yıl sonra kendi yurdumuzda yıkılan Erenköy köşklerini, kurulan siteleri, ’68 kuşağının gençlerini hatırlayarak bir başka vedanın hüznünü yaşıyoruz.” diyor.

40 yıl önce “doğrudan” mesajlar veren Taygun, 40 yıl sonra “Hüzün” içinde olduğundan bahsederken gidenin ardından bakıyor, çok daha kuvvetle vurgulanacak gerçekler varken. Taygun , aradan geçen 40 yıl içinde daha "hüzünlü" ve en önemlisi değişmeyecek olanı keşfetmiş (?). (Oysa neydi? "Değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir.")

Bu duygularla baktığınızda, 40 yıl sonra daha “maddi” (para ile bir ilgiyi kastetmiyoruz), adeta “minimal” ve de “tarihsizleştirilmeye” çalışılmış bir yorum var sahnede. Ama bu yorum Çehov’un içini boşaltmış. Sanki ruhunu emmiş ve havaya savurmuş. Yukarda Henry Troyat’dan özetlediğimiz temadan eser kalmamış.

Dekor, Kostüm, Mizansen, Oyuncular…

Musahipzade Celal Sahnesi’ndeki döner sahne Vişne Bahçesi oyununda kullanılmıyor. Kullanılmış olsa oyunun yorumuna başka boyutlar katardı.

Geçmişteki örneklere bakılınca bu, farklı sahnelere turne yapacağı düşünülerek hazırlanan oyunların, birbirine denk sahnelerde oynanamayacak olması zorunluluğundan kaynaklanmakta. Zira döner sahne düşünülerek hazırlanmış bir oyun, döner sahnesi olmayan bir başka sahnede sıkıntılar yaşayacaktır. Bu anlamda sahne tasarımcısının kendini kısıtlanmış hissetmesi normaldir.

Sahne ile ilgili yukarda bahsettiğimiz nedenlerden dolayı yanları ve arkası kapatılmış sahne üzerine, içi boş çerçevelerle “kondurulmuş” sahne düzeni işlevsel olarak kullanılamıyor. (Güzel de değil) Örneğin sol arka kapı… Oyuncular her giriş-çıkışlarında sağa ve sola dik dönüşler yapmak zorunda kalıyor. Bu kapı bir koridora mı bir odaya mı bağlanıyor? Kapı, köşeli yerleştirilmiş olsa? Çerçeve dekor hiç olmasa? Dekor üzerine sorulması gereken pek çok soru var.

Oyunun başlangıcındaki kapalı perde önündeki oyuncak at ile ne vurgulanıyor? (Bir başka sahnede oyun başlangıcında perde açıkmış. Bknz: Ayşe Müge Gerdan-Vişne Bahçesi-İstanbul Şehir Tiyatroları/Tiyatro Dünyası) Oyunun bir sahnede perde açık (Ümraniye) bir başka sahnede kapalı (Musahipzade Celal) başlaması hangi ihtiyaçtan kaynaklanıyor? (Perdeyi kapatıp önüne de atı koyarsanız, başka bir “yorum” çıkar ortaya.)

5 yıl sonra çocuk odasına girince duygulanan anne ve kızı, onlara ölen çocuk/kardeşi hatırlatan ve başlangıçta önemli bir noktada vurgulanan oyuncak atı “görmüyor”. Oysa ki takip eden sahnede kaybedilen çocuk için çok dramatik bir tepki verecekler. Oyuncak at birden devreden çıkıyor ve bir daha geri gelmiyor.

Oyunun bir sahnesinde arka sahnede düzenlenmiş alan mezarlık mı? Neye yarıyor?

Oyun özellikle ikinci perdede sahne gerisine doğru yönlendirilmiş. Oysa evde sağda ve solda kapılar var. Oyuncular pek çok sahnede sırtları seyirciye dönük duruyor; ya da sözlerini söylemek için (rolü gelen) arkadan öne yürüyor ve sonra geri dönüyorlar. Oyun seyirciye doğru “açılmıyor”.

Özellikle Andrevya’nın Pişçik ile dans ederek sahneden çıkışının kalabalık üzerine ve de arkaya doğru oluşu göze batıyor.

“Üçüncü perdede arkada hoplama zıplama sürerken dehşet girer sahneye: “Vişne bahçesi satıldı.” İnsanlar dans eder. İçine ölüm sesinin gizlendiği bir neşe.” (Meyerhold-Çehov ve Moskova Sanat Tiyatrosu-Mitos)

Meyerhold’un Stanislavski yorumuna getirdiği eleştiri Taygun yorumuna da uygulanabilir: “Hemen göze çarpan, bilardo sopası ve hokkabazlık numaraları. Ama hiçbir şey bağlantılı değil. “Hoplama zıplama”yla bağ kurulamıyor. Oysa bunların hepsi dans zaten. İnsanlar kaygısız, yaklaşan felaketten habersiz.” (Meyerhold-Çehov ve Moskova Sanat Tiyatrosu-Mitos)

Lopahin’in Vişne Bahçesi’ni aldığını söylediği sahneden önce sahneye kalabalık yaratsın da Lopahin’in sözlerine anlam katsın diye bir anda dolan kalabalık ise anlamsız kalmış. Zaten bu durağan kalabalık hiç söz söylemeden geri adımlarla sahneden çıkıyor.

Mizansende aceleye gelmiş gibi duran bunlara benzer pek çok ayrıntı var.

Önce repliğin sonra fondan müzik sesinin gelmesi genellikle gülümsemelere yol açıyor.

Oyun sonundaki odun kesicilerin ağaçları yıkmaya başlamasındaki efekt de çok anlaşılır değil.

Bunca yılın oyuncusu Jülide Kural’ın (Ondan Frida Kahlo’yu seyretmemişseniz çok şey kaçırmışsınız demektir.) Tromifov’a sarılmak için koştuğunda, sarılmak yerine ellerini Tromifov’un göğsüne itermiş gibi koyması da iyi durmuyor.

Oyun boyunca sözlerin zaman zaman duvarlar tarafından yutuluyor olması da salonun akustiğinden gelen teknik sorundan kaynaklanıyor.

Genel olarak Türkiye’de geçen 40 yıllık sürede pek çok Çehov oynandı. Çoğunda, yorum melodrama yakındı. Bir dönemde Çehov’un komedisi “keşfedildi”. Bu şekildeki yorumlar ile -özellikle yabancı yönetmenlerin sahnelemelerinde- çok da tatmin edici olmayan sahnelemeler ortaya çıktı.

Ali Taygun her ne kadar “melodrama” karşı çıkıyorsa da Çehov’un bahsettiği “fars”ı oyuncuların/ekibin yorumlarında göremedik. Özellikle Jülide Kural’ın, Metin Çoban’ın, Zeynep Özyağcılar’ın yorumları çok melodramatikti. Bu çok da onların kabahati değil. Metinden gelen bir zorlama da var.

Ceysu Aygen’in çocuk taklidi yapan kadın tonlaması rahatsız edici.

Yıldıray Şahinler, kaba saba tüccar karakterinde kendini değiştirmeye çok çalışsa da “nazik” kalmış.

Salih Sarıkaya (Mösyö Butterfly’ı unutmak mümkün mü? O oyunda da yönetmen Ali Taygun) gibi bir büyük oyuncudan, tiyatromuz neden daha çok yararlanmaz ?

Ali Taygun sahnede olmasaydı daha iyi olurdu.

Tek tek giysilerin, oyun bütünlüğü içinde hem renk ve hem model olarak, yoruma katkı sağladığını düşünmüyoruz. Örneğin, olayı “tarihsizleştirme” çabasına, kostüm, müzik, dekor ve de oyunculukla destek olunmadığını görüyoruz. Bu da ortaya yorumda birliktelik çıkarmıyor. Jülide Kural’ın “özel” giysileri haricindekiler mevcutlardan “toparlanmış” gibi duruyor. Özellikle dekorda kullanılan renkler önünde.

Mürebbiye’ye giydirilen kıyafeti (Kabare yıldızı? Kurupiye? Gözbağcı?) de “yorum” diye alamıyoruz doğrusu.

Çehov’da Oyunculuğun Önemi

Daha sonra nice Çehov oyunları seyrettik ama Yıldız Kenter, Meral Taygun, Müşfik Kenter, Salih Sarıkaya, Şükran Güngör, Kamran Yüce, Güler Ökten, Gülsen Tuncer, Bülent Koral, Candan İsen, Uğur Say, Erdoğan Ersever, Ersin Sanver, Mehmet Çerezcioğlu, Meral Köylü’nün rol aldığı Çehov oyununu (Üç Kızkardeş) unutamadık. ( O oyun da Ali Taygun tarafından yönetilmişti.)

Çehov oyunlarının böyle bir özelliği var işte. İyi oyunculuk ile kazınıyor beyinlere.

Ali Taygun, Vişne Bahçesi’nde Jülide Kural, Salih Sarıkaya, Metin Çoban,Yıldıray Şahinler, Süeda Çil, Zeynep Özyağcılar gibi iyi oyunculara sahip; ama iyi oyuncuların bu oyunda yalnız kaldıkları ve de aralarındaki “elektriğin” takım oyununa dönüşemediği hemen anlaşılıyor. Susuş ve duruşların çok önemli olduğu bir oyunda anların değeri ancak iyi oyuncularla ve takım oyunu ile anlaşılabilir, anlatılabilir. Oyunculukların ortaya çıkmayışındaki kabahat, sözün tadını kaybettiren mizanseni tercih eden Ali Taygun’da…

Oyun dergisinde adından bahsedilmeyen iki görev var: Müzik ve Dramaturji..

İsimleri özel olarak anılmadığına göre bunların sorumlusu: Ali Taygun..

Taygun’un oyunun içinde kullandığı müzik -özel bir not yok ama- Musevi müziğini hatırlatıyor. Yoksa çok bilindik bir Rus ezgisinin caz yorumuyla modernize edilmesi mi? (Zaman vurgusu yapmayan.) Zamanı sabitlemek istemeyen bir yorum (mu?) yapılıyor. Kendi başına güzel olan bu müziğin seçimi ve kullanılışını garipsedik.

Dramaturji , ülkemizde ya tiyatro sahiplerinin ya da yönetmenlerin kendilerine yakıştırdıkları bir görev olarak algılanmakta.

Her ne kadar İBB Şehir Tiyatroları'nda bir dramaturji kurulu olsa bile, her oyun özelinde bir dramaturgun işlevi ve katkısı olmalıdır diye düşünüyoruz.

Program dergilerinde, "Sahne Teknisyeni", Kuaför”, “Butafor”, “Sahne Terzisi”, “Efekt Uygulama”, “Aksesuvar Sorumlusu”, “Sahne Teknisyeni”, “Gişe Görevlisi” vb. den bahsedilirken “Dramaturg”dan da bahsedilmesi böyle bir uzmanlığın -en azından- duyurulması adına yararlı olmaz mı?

Son Söz

Vişne Bahçesi’nin seyredilmesi, Çehov’u kitaptan okumaya üşenecekler ya da okuma alışkanlığı olmayanlar için önerilecek bir kültürel eylem olarak ele alınabilir; arkadaşları ile birlikte seyre gidecekler için sosyalleşmeye yardım edecek bir eylem olarak da. Tiyatro adına çok daha başka şeyler bekleyenler içinse hayal kırıklığı.

Tiyatromuzda 40 yıla yakın bir süre iz bırakan bir tiyatrocuya veda etmek için de anlamlı olabilir.

Unutmayın ki Moskova Sanat Tiyatrosu’ndaki seyirciler, Vişne Bahçesi’nin ilk gecesi, oyunu değil Çehov’u coşkuyla selamlamışlar. Siz de yönetmenin 40 yılını (vedasını) ve de oyuncuların emeğini alkışlama şansını bulursunuz.

(Kaynak: melihanik.blogspot.com)

***

Bakınız (Oyun): "Kazmacıbaşı'nın Şehir Tiyatroları'nı yönetemediğinin kanıtı olan haber linkleri"