24 Aralık 2008 Çarşamba

Süte su katılıyor: "Çığ", oyun diye yutturuluyor!

"Çığ" (Лавина), Türkiye'nin gelmiş geçmiş en düzeysiz metinlerinden biri. Türkiye tiyatrosunun yüz akı, güçlü kalemi Coşkun Büktel tarafından, kılı kırka yararak irdelenen "Çığ" (Лавина) metnini, Gamze Arslan adlı bir öğrenci, anlatmaya çalışmış. Bayağı terleyip uğraşmasına karşın anlatamamış. Çünkü ortada anlatılabilecek denli anlam içeren bir "şey" yok. Nesnellikten, estetikten nasibini almamış "Çığ" (Лавина) metni üzerine, sözde "felsefe ağırlıklı bakış"la yaklaşma gayreti gösteren Gamze kardeşimiz, yerlere dek eğilmesine karşın, sınavı geçemeyip sınıfta kalıyor. Elinde tuttuğu bardaktaki sıvıda bulunan su oranının, süt oranından fazla olmasını duyumsayamadığından, anlamsız sözler sarfediyor.

Anlamsızlığa anlam katmak için terleyip büyük çaba harcayan Gamze kardeşimiz, yazdığı yazıya teğellediği; Stephen Hawking, Heidegger, Hobbes, Albert Camus adlarıyla vites değiştirmek istiyor. Ne var ki birinci vitesten ikinci vitese takayım derken, geri vitese taktığı için, bindiği arabayı stop ettiriyor.

Tuncer Cücenoğlu'nun (Тунджер Джудженоглу) "Çığ"ını (Лавина) oyun olarak sunmak, süte su katmaktır. Bir sürü yazardan alıntı yapıp kendinizi zorlasanız da, "oyun olmayan oyun"u oyun diye pazarlayamazsınız. Bu zokayı ancak Devlet Tiyatroları yutar. Ayşe Emel Mesci yutar. Ayşe Emel Mesci'nin tiyatro yazısı yazabilecek donanımda biri olduğunu sanan Cumhuriyet Vakfı İmtiyaz Sahibi İlhan Selçuk yutar. Lemi Bilgin yutar. Ertuğrul Günay yutar. Recep Tayyip Erdoğan yutar. Abdullah Gül yutar.

Aşağıda sunduğumuz anlamsız yazıyı okumadan önce, Coşkun Büktel tarafından kaleme alınan anlamlı yazı; "'ÇIĞ' ASLINDA NEDİR, NEYİ SARSIYOR?"u okuyunuz. (HB)


Ödül, hüzün ve bir yazı


Ayşe Emel Mesci


Ankara Devlet Tiyatrosu’nda sahneye koyduğum Tuncer Cücenoğlu’nun ‘Çığ’ adlı oyunu, İsmet Küntay Ödül Kurulu tarafından en iyi dekor, en iyi kostüm ve en iyi müzik dallarında ödüle layık görüldü

2007-2008 sezonunda Ankara Devlet Tiyatrosu’nda sahneye koyduğum Tuncer Cücenoğlu’nun “Çığ” adlı oyunu, İsmet Küntay Ödül Kurulu tarafından en iyi dekor, en iyi kostüm ve en iyi müzik dallarında ödüle layık görüldü. Ödül alan dostlarımı tebrik etmek için aradığımda hepimizin aynı burukluğu, aynı hüznü paylaştığımızı fark ettim. Oyunun başrollerinden birini oynayan Nurtekin Odabaşı’nın geçirdiği ani rahatsızlığın ardından sağlık durumunun bir türlü tam olarak düzelememesi, hepimizin ortak üzüntüsünü oluşturuyor. Nurtekin Ağabey’in bir an önce aramıza dönmesini, “Çığ”ın “Yaşlı Adam”ının sahnede yerini yeniden almasını bekliyoruz.

Bu rahatsızlık nedeniyle “Çığ” bu sezon henüz perde diyemedi gerçi, ama DTCF yazım bölümü öğrencilerinden Gamze Arslan’ın “Çığ”a yönelik değişik ve felsefe ağırlıklı bakışını, bana gönderdiği “Çığ neyi çağırıyor?” başlıklı yazısından kimi bölümler aktararak sizlerle paylaşmak istedim yine de.

Bir oyunun ne denli farklı açılardan okunabileceğini bana bir kez daha düşündürttüğü için Gamze’ye teşekkür ediyor ve bu vesileyle yinelemek istiyorum: “Çığ”ın bütün ödülleri sana Nurtekin Ağabey...

ÇIĞ NEYİ ÇAĞIRIYOR?

“Çığ insan algısında tasarlandığında salt bir doğa olayıdır. Fakat bu algıya sahip bir insan kalemi eline alır ve bu algıyı bir anda değiştirebilir. İşte Tuncer Cücenoğlu da çığı bir doğa olayı olmaktan çıkarıp toplumsal bir olay haline getirir kalemiyle. Yazar, oyunu gerçek bir olaydan yola çıkarak kurgular. Oyunun dramaturjisini yapan ve yöneten Ayşe Emel Mesci; Stephen Hawking’in ‘Zamanın Kısa Tarihi’ kitabından aldığı Uzaydan Bakan karakteri ile oyunu başlatır. Bu karakter, oyundaki zaman kavramının nasıl konumlandığını aktarmaya çalışır bize: “Yerküreden ayrılıp uzay boşluğunda bir süre yol aldıktan sonra geriye dönüp bakarsanız, sadece ve sadece masmavi bir top görürsünüz. Ve bu mavi gezegenin bir yüzü her zaman karanlıktadır. Uzaklaşmaya devam ederseniz, giderek donuklaşan ışığını size yollayan bir gök cismi kalır gerinizde. Unutmayın, görülebilen en uzak nesneden size ulaşan ışık yola çıkalı neredeyse sekiz milyar yıl geçti. Yani evrene baktığınızda gördüğünüz onun geçmişi. Peki, o sekiz milyar yıl öteden size bakanlar? Onlar ne görüyor?”

Buradan zamanın ulusal bir zaman değil, evrensel bir zaman olarak işlendiğini anlarız. Heidegger’de de olduğu gibi zaman, burada içinden olayların geçtiği şey olarak aktarılır. Yani mutlak zaman yoktur. Buradaki zamanı Bergson’un da söylediği gibi onun içine girerek, sezgiyle kavrayabiliriz. Bu aritmetik, ölçülebilir zaman değildir. Burada bilme yetilerimizden olan çözümlemeyi değil, sezgiyi kullanmalıyız. Oyunda zaman kavramının bu şekilde işlenmesinin amacı, her izleyeni bir Uzaydan Bakan’a dönüştürmektir. Bununla amaçlanan, içinde yaşanılan evrenden, kolumuzdaki saatlerin iptal olduğu uzay-zamana geçip, oradan evrene bakabilmektir. Bu şekilde hem zamanın ölçülebilirliğinden sıyrılıp içine girilebilinir hem de oyun salt doğa olayı olmaktan çıkarılıp özümsenilebilir.

Gerçek bir olaydan kurgulanan oyun, etrafı dağlarla çevrili bir köyde geçmektedir. Bu köy yılın dokuz ayında sessizliğe gömülü, geriye kalan üç ayında şölen yeridir. Üç aylık zaman diliminde insanlar düğün, dernek ve doğum yapabilmektedirler. (…) Bu kural köyde gelenek haline gelir ve kurala uymayanlara verilen ceza büyüktür. (…) Aslında tüm köy ahalisinde olduğu gibi, aile içindeki bireylerde de korku vardır. Oyunda yaşlı adam geçmişiyle yüzleşmektedir sürekli. Geçmişte ağabeyi artık korkunun kendisini bitirdiğini ifade etmiştir. Ve korka korka yaşamaktansa ölüp hiç korkmamayı tercih edeceğini, bunun için de bağıracağını söylemiştir. Ve ağabey bağırabilir korkusundan dolayı kolcular tarafından elleri ve ağzı bağlanarak bir yere kapatılmıştır. Daha sonra ise öldüğü haberi gelir yaşlı adamın ailesine. İşte yaşlı adam bu geçmişte yaşadığı olayla yüzleşir durur sürekli. Yaşlı adam bunu aktarırken şöyle der: “Korkuyordu ve bütün yaşamını bu endişeyle sürdürüyordu. Korku insanı bitirir. Kemirir. Korku insanın kurdudur.”

“Korku insanın kurdudur” önermesi Hobbes’daİnsan insanın kurdudur” önermesiyle bütünleşir. (…) Oyundaki güvensizlik durumu insana değil, çığa karşıdır. Çığın yarattığı güvensizlik korkuyu doğurur ve korku insanın kurdu haline gelir. Hobbes doğa durumundaki bu savaşın ve güvensizliğin tek bir yolla ortadan kalkacağını, bu yolunsa tüm insanların haklarını ve özgürlüklerini bir üstyapıya devrederek mümkün olabileceğini söyler. Aslında oyunda insanlar da birtakım özgürlüklerini ve haklarını çığa devretmişlerdir. Çünkü çığ bir tehdit unsurudur. Fakat bir doğa olayı olmaktan çıkmıştır artık çığ, toplumsal bir nitelik kazanmıştır. ‘Yalnızca bir doğa olayı değil bu çığ, belki de biz yarattık bu korkuyu beyinlerimizde.’ Yaşlı adamın bu sözü her şeyi açıklamaktadır bizlere. Çığ bir iktidar olarak kendisini sunmaktadır. Oyunda artık üç kavram birbiriyle eklemlenmiştir. Çığın temsil ettiği iktidar, çığın yol açtığı korku ve çığın ölçtüğü zaman. Buradaki iktidar Foucault’nun da bahsettiği gibi bir kurum veya yapı değildir. Toplumun her yerine yayılmış, dağılmış, merkezi olmayan bir iktidardır. ‘İktidar her yerdedir, her şeyi kapsadığından dolayı değil, her yerden geldiğinden dolayı her yerdedir.’ Bu bağlamda çığ merkezsiz iktidarı temsil eder. Oyundaki yargıcılar kurulu ve kolcular iktidarı temsil etmez. Onlar da bu korkunun içine mahkûm halde yaşarlar. Kuralların insanların mutluluğu için olduğunu vurgularlar. (…) Eve gelen başkan ve üyeler karara varırlar. Kurallar uygulanacaktır. Tek bir kişi için tüm köy halkı tehlikeye atılamaz. (…) Karısının diri diri toprağa gömülecek olmasını kabullenemeyen genç adam tüfeği eline alır. Oyunda şenliğin habercisi olan tüfekler bir anda tehdit unsuru oluverir. Buradaki genç adamın tutumunda bireyselden toplumsala giden bir başkaldırı vardır. Genç adam Albert Camus’deki başkaldırı seçeneğini seçmiştir. Yani kendi var oluşunun özünü yakalamış, bunu toplumsala kanalize etmiştir. Böylelikle korkmadan sormaktadır sorularını başkana. Yeraltına doğumhanelerin inşa edilebileceğini, gerekirse dağların düzlenebileceğini, doğum sırasında kadınların ağzının bağlanabileceğini söyler. Burada çığa karşı bir direniş sergilemektedir genç adam. Foucault iktidarın asla bütünüyle alt edilemeyeceğini, sadece mücadele ve direniş yoluyla daha az baskıcı yollardan yeniden düzenleneceğini söyler. Genç adamın ifade ettiği tam da budur aslında. Genç adam elinde tüfek bunları söylerken karısının sancısı başlar ve ebe hemen doğum için hazırlanır. Genç kadının ağzı bağlanır ve bebek dünyaya gelir. Fakat beklenen olmamıştır, çığ düşmemiştir.

Genç adam üstündeki korkuyu atarak başlatmıştır başkaldırısını. Ve korkuyla beslenen merkezsiz iktidar yok olmuştur. Genç adam bunun bir doğa olayı olmadığını anlamıştır ve zamanı sezgisel olarak kavrayabilmiştir. Doğumla birlikte yeni umutlar doğmaktadır artık. Korkuyu yaratan iktidardır ve iktidar aynı zamanda süreyi de kontrol edendir. Korku yıkılınca zaman sonsuzluğuyla algılanır ve iktidar çaresiz geri çekilir. Nasıl ki evren ve zaman büyük patlamayla başladıysa, tüfeğin ateşlenmesiyle de sonsuz zaman başlamıştır. Bu zaman tek tek anların birleşmesiyle oluşan, ölçülebilir zaman değildir artık. Sezgiyle kavranan bir akıştır artık. Oyunun sonunda genç adam da bir uzaydan bakan karakteri gibi evrene dışarıdan bakabilmiştir. Böylece yaşadıklarını anlamıştır. Korkusunu atar ve sonsuz zamanı başlatır.

Perdeler kapandığında evrenin dışından evreni izleyebilmenin tadı kalır damağımızda…

‘Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında / Yekpare geniş bir ânın / Parçalanmaz akışında’ Ahmet Hamdi Tanpınar.”

Dil Tarih Coğrafya Fakültesi öğrencisi Gamze Arslan

(Kaynak: Cumhuriyet gazetesi, 22 Aralık 2008)