Demokrasinin bir oyuncak olarak algılandığı coğrafyada, "yasak" sözcüğünün olağanlaşması denli doğal bir şey olamaz. "Azınlık için demokrasi, çoğunluk için faşizm" anlamı taşıyan, içinde bulunduğumuz süreci anlatabilen tiyatrocular, ne yazık ki çok az. Bu "çok az" içindekilerden Orhan Aydın, "yasak" sözcüğünü olağanlaştıranlara, haftada bir gün yazsa da, ısrarla karşı çıkıyor. Her salı günü, kendi gazetesi soL'da yazılarını yayımlayan Orhan Aydın'ın, bir gün önce bize yollama inceliğini gösterdiği yazılarını, hemen yayınlıyoruz. Aydın'ın bu haftaki yazısını severek okuyacaksınız:
“Yassağ hemşerim yassağ…”
Orhan Aydın
10 Kasım 2008
itap yasaklayan, film yasaklayan, türkü, şiir, resim, oyun yasaklayanlar, çizerleri mahkemelere veren, muhalif basını sürekli denetim altında inleten, gazetecilere bağırıp çağıran, yurtsever dergi ve gazetelerin genel yayın yönetmenlerini tutuklayıp, cezaevlerine atan kaç siyaset gelecekte yer bulabilir?
.
Yasaklar mahkeme kararları olarak uygulanmaya başlandı mı, anlayın ki o memleketteki haktan hukuktan sual olunmaz.
12 Mart ve 12 Eylül darbe dönemlerinde herhangi bir sıkıyönetim mahkemesinin aldığı karar, anında bütün komutanlıklara ve valiliklere iletilir, ‘gereği emir’ edilirdi.
İstanbul ya da Ankara'da suç sayılan bir sanatsal etkinlik, bütün yurtta yasak edilmeye çalışılırdı.
Ama, bir üst mahkemenin aldığı kararları uygulamayan yerel mahkemelere ben tanığım.
1979 yılının Niğde / Aksaray Savcılığı, Ankara Cumhuriyet Savcılığı’nın ‘Halkın Gücü’ adlı oyun üstünden kaldırdığı yasağı tanımamıştı.
“Ben onu bunu anlamam ne yazıyor burada. Yassağ hemşerim yassağ… hadi başka kapıya”
Belgenin aslını sunmamıza karşın, Aksaray kapılarını üstümüze kapatmış, gece barındığımız otelin önünde sabaha kadar polis bekletmiş, kör karanlıkta da silahlar eşliğinde ilçeyi terk etmemizi sağlamıştı!
Aynı yıl aynı uygulamayı Urfa / Birecik'te yaşadık.
Oyun akşamı izinden dönen savcı, oyunun ikinci perdesinin oynanmasına izin vermemiş, asker ve polis zoru ile seyirciyi dışarı çıkartmış, bizleri de emniyetin bir odasına tıkarak, sabaha kadar mehter marşı dinletmeye kalkmıştı.
Türkiye tiyatrosu bu ve benzeri bir çok zorluğu yaşadığı için, yasakçılık ve sansürle mücadele ederek bu güne gelmiştir.
Yayıncılık yaşamımız bu anlamıyla, birçok kara günle anılır.
Darbeler döneminde bu ülkede yakılan kitaplar, Hitler’in Almanya’sında sokak ortalarında yakılan kitaplardan fazladır.
İlginçtir, nedenleri arasında “Ailelerin kitapları devletten önce ateşe vermesi” de sayılır.
Çocuklarını ateşe atmak istemeyen aileler, aynı çocukların kitaplarını ateşe vermişlerdir!
Aslında bu ülkede kitabın yolculuğu hep dertli ve belalı olmuştur.
Yazarlar, yayıncılar, editörler, çevirmenler, dağıtıcılar ve giderek okuyucular bir kitap yüzünden hapsi boylamak durumunda kalmışlardır.
Nazım, Aziz Nesin, Sabahattin Ali kitaplarının hemen hepsi için bunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Marksist klasikler bahsi açıldığında bu örnek daha da zenginleşir!
12 Mart ve 12 Eylül'de “yasak yayın yayınlamak, bulundurmak ve dağıtmaktan” yargılanan insanlarımızın sayısı yüz binin üstündedir.
O süreçte faşist cuntalarca “düşman” ilan edilip, üstünden tanklarla geçilen örgütlerin her bireyinin evindeki kitaplar, bu ülkenin geleceği idiler.
Hele 68 ve 78 yıllarının, bu ülkenin en çok kitap okunan yılları olduğu gerçeğini düşünürsek, kitap katliamının ne anlama geldiğini daha iyi algılayabiliriz.
Yasakçı uygulamaların, toplumsal gerginliği artıcı etkenlerden biri olduğu ise açıktır.
Nitekim, insanları ana dillerinden men edip, birbirleri ile konuşmayı, yazmayı, okumayı yasaklarsan, günü gelir bu yasak önce senin karşında durur.
AKP hükümetinin yasakçılık karnesi ise olamayacak kadar zengindir. Şimdiye kadar ki hükümetlerin uygulamalarını aratacak kadar zengin!
İşçiler grev yapmak ister. Yasak.
Gençler basın açıklaması yapmak ister. Yasak.
Çalışanlar yürüyüş yapıp, haklarını haykırmak ister. Yasak.
Miting yapıp sesini duyurmak istersin. Yasak.
Meydan’a çıkıp bayram kutlamak istersiniz. Yasak.
Hem de tanklı, tüfekli, helikopterli, coplu ve de biber gazlı bir yasak.
Hele, AKP'li belediyelerin uygulamaları evlere şenliktir.
Film yasaklayan, yazar kovan, etkinlik iptal eden belediye başkanları yakın tarihlerde basında yer aldılar.
Yasak denince, bu yıl adı skandallarla anılan Frankfurt Kitap Fuarı başladığı gibi bitti. Ardından TÜYAP.
İstanbul'da insan yaşamından bu kadar uzak bir diyarda kitap fuarı düzenlenmesi, henüz benim alışabildiğim bir durum değil.
Kitabın ve insanın kitapla olan ilişkisinin yalnızlaştırılması da bu olsa gerek.
Frankfurt Kitap Fuarı öncesi yaşananlar, AKP’nin gerçek yüzünü ve niyetini bir kez daha ortaya çıkarmıştı.
Nazım Hikmet karşıtlığını açıkça dile getiren bakanlık, yeni bir yasağa daha imza attı.
Bizler de, Nazım olmaksızın bir uluslararası kitap fuarında ‘onur konuğu’ ülke olmak, kimlerin içine sindirebildiği bir durumdur anlayabildik!
TYS, PEN ve Edebiyatçılar Birliği’nden bir çok yazar, Nazım yasağını basın açıklamaları ve demeçlerle aştılar!
Sundukları gerekçelerden anladık ki; bu beylerin ve hanımların hemen hepsi, AKP’nin kültür adamları üstünde oynadığı çirkin oyunun birer parçası oldular!
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile yemeklerde buluşup ‘memleleket ve edebiyat’ konuşanlar ve onları destekleyenler, Frankfurt Kitap Fuarı’nın baş konukları mı oldular?
AKP, sanat ve kültür alanlarında yarılmayı daha da derinleştiriyor.
Türkiye Edebiyatı’nın en önemli yaratıcılarından biri olan Yaşar Kemal, A. Gül den “hayırlara vesile olur” diye ödül almaya hazırlanıyor!
Ben ve benim gibi düşünenler ise, Karınca’nın su içtiği yerde bekliyoruz.
oaydinoaydin@gmail.com