4 Ekim 2008 Cumartesi

Tiyatroda örneği pek görülmeyen eleştirmen...

Foto: Edebiyat eleştirmeni Adnan Binyazar...


Tiyatrocular, Kültür Bakanlığı çanağı yalayıp, Efes Pilsen tezgahtarlığı yaptıkça, bağımsız hareket edemiyorlar. Bağımsız hareket edemeyen tiyatrocular, ister istemez, çağcıl ürünler veremiyorlar. Çağcıl ürünler veremedikleri için, temcit pilavı gibi aynı teranelerle iştigal ediyorlar. Bağımlılık ve sadaka kültürüyle yaşayan Türkiye tiyatrosu, eleştirmen de yetiştiremiyor. Coşkun Büktel'in yazdığı Türk Tiyatrosundan İnsan Manzaraları ve "Yönetmen Tiyatrosu"na Karşı yapıtları oylumunda kitaplara rastlamanın olanaksız olduğu Türkiye tiyatrosunda, Yaşam Kaya gibi kişiler, eleştirmen etiketiyle piyasa yapabiliyorlar!...

Cumhuriyet / Kitap'ta yayınlanan Adnan Binyazar'la Gamze Akdemir'in söyleşisini, Türkiye tiyatrosuna da esin kaynağı olsun diye yayınlıyoruz;


Eleştirmenler cüceleşiyor mu?


Gamze Akdemir
25 Eylül 2008


Adnan Binyazar'ın Can Yayınları'ndan çıkan kitabı Edebiyatın Dar Yolu raflardaki yerini aldı. Kitapta eleştiri üzerine bilmediklerinizi, bilinmesi şart olanları okuyacaksınız. Eleştirinin iyi bir şey olduğunu, kötü bir şey olmadığını anımsayacaksınız' Kuşkusuz eleştiri niteliği yükseltir, ilham verir, yeniyi arar (aramalı), ileriye bakar' Tabii ideali budur; ustalarını birer birer yitirdiğimiz son zamanlarda gidişat aksini işaret eder gibi olsa da! Adnan Binyazar ile Edebiyatın Dar Yolu'nu konuştuk...

Gamze Akdemir

Cumhuriyet / Kitap

- Eleştiri yeterince eleştirilebildi mi hiç?

- Hemen her ülkede, sansasyonel bir yanı yoksa, değerli olanın yüzüne kimse bakmıyor. Bu tutum, bireyleri de etkiliyor. Öyleleri var ki, nasıl bir sevgisizlikle, bencillikle sarmalanmış olmalılar ki, kendisiyle ilgisi olmayanı dışlıyor, yok sayıyor. Sevgisizliğin ilerde nasıl bir duygu körlüğü yaratacağını düşünmek bile istemiyorum! Bencilliğin ondan kalır yanı yoktur; o da, giderek kişinin özgür düşünmesine açılan bütün kapıların kapanmasına yol açacaktır. Sevgisizlik, bencillik ve üstünlük duygusunun yaygınlaştığı ortamlarda eleştirel düşünce barınamaz. Dünyada da, ülkemizde de, magazin dergileri yayılırken, sanat-edebiyat-bilim dergileri azalıyor. Oysa eleştirinin yeri dergilerdir. İyi bir dergi yoksa eleştiri de yoktur. Gözümün önüne 1950'leri getiriyorum. Eleştiri, yazarca da, okurca da, eleştirmence de dergilerde can buluyordu. Edebiyatla uğraşan herkes, Nurullah Ataç'ı, Cevdet Kudret'i, Vedat Günyol'u, Memet Fuat'ı, Hüseyin Cöntürk'ü, Adnan Benk'i, Fethi Naci'yi, Asım Bezirci'yi... tanırdı. Bugün, eleştiriyi bilen de yok, eleştirmeni tanıyan da... Eleştirel düşünce, aydınlanmanın ürünüdür. Aydınlanma düşüncesi, her alanda gerçekle sahtenin birbirinden nasıl ayrıldığını öğretmiştir. Bu bağlamda, kitlesel aydınlanmanın olmadığı yerde eleştiri gelişmez; ancak, elit kesimlere özgü bir övme-yerme aracı olarak söz edilir eleştiriden. Oysa eleştirinin amacı, gerçeği ortaya çıkarmaktır.

Eleştirinin azılı düşmanı: Emperyalizm

Sorunuzda geçen 'eleştirinin eleştirisi' kavramına gelelim; eleştiri kuramlarının gelişmediği toplumlarda, o alanda kavramlar da gelişmediğinden, eleştiri de olmaz, 'eleştirinin eleştirisi' de. Herhangi bir düşünce alanıyla ilgili kurama kavramsal tartışmayla varılır. Bizde, Tanzimat'tan bu yana eleştirinin ne olduğunu düşünenler olmuştur. Ama Batı'dan aktarılanlar yeterli görülmüştür. Eleştirinin eleştirisinin yapılması, bir toplumda özgür düşüncenin doğmasına bağlıdır. Türkiye baskılı dönemlerden geçti. Gözünü her açtığında darbelerle karşılaştı, böylece düşünce üzerindeki baskılara, emperyalizmin baskıları da eklendi.Günümüzde, düşünsel üretimin tuşlarına sermayeyi yönlendiren emperyalist ruhlu kapitalistler basıyor. Toplumu kendi koşullarına göre biçimleyen bu güç, kendine göre adam seçiyor. Doğal olarak, seçilenlerin ayakta kalması, onların isteklerini yerine getirmelerine bağlıdır. Bu tür baskılara karşı en etkili silah bilgidir. Bilgi kitaplardan edinilir. Okuma tembelliği ruhumuza işlediğinden, bu kapı da bize kapalıdır.

'Aklına esen kalemi eline alıyor"

- Emperyalizm de okutmuyor yani...

- Kitap basımı artık büyük sektörlerin eline geçmiştir. Sektörün amacı çok üretmek, çok kazanmaktır. Rekabet, iyi tanıtımla sağlanıyor. Bu yüzden, klasik kitap eleştirisinin yerini tanıtım almıştır. Yazınsal eleştirileriyle tanınan Doğan Hızlan gibi, edebiyattan gelmiyorsa, tanıtımcıların çoğu, önemli kitapları tanıtacağına piyasa değeri olanları seçiyor. Bir de, eserlere ideolojik yaklaşanlar var. Onlar da, ideolojilerine uygun yazarı baş üstünde tutuyorlar, onun dışındakileri yok sayıyorlar. Öyle ki, yazılan beş para etmez şiirlere, romanlara, öykülere övgüler yağdırılırken, gerçek yazarın adı bile anılmıyor. Özellikle medyada bu tür kişiler çoğaldı. Onlar, emperyalizmin içerdeki piyonlarıdır. Sözü yine edebiyata getirirsek; Amerika'da, Avrupa'da tanıtım, yazı tekniği olarak geliştirilmiş bir dal. Bizde aklına esen kalemi eline alıyor. Kimi, kitap arkasındaki bilgilere dayanarak, kimi kitabı şöyle bir karıştırarak, kimi hiç okumdan yapıyor tanıtım işini. Buna koşullanmış okur da, geniş oylumlu eleştirilere gereksinim duymadan, önüne sürüleni körü körüne benimsiyor.Tanıtma yazarının, eleştirinin gerektirdiği kapsamlı çalışmalarla, nesnellikle bir derdi yoktur. O, belirli ölçüler içinde isteneni yerine getirir. Doğan Hızlan'ın yaptığı eleştirel tanıtımların belirgin bir ayrıcalığı var. Şöyle ki; çok az tanıtımcı, Hızlan gibi, bir yandan edebiyat, bir yandan resim-yontu, bütün varlığıyla müzik eleştirisi yapabilir.

Orhan Pamuk ve eleştiri

'Eleştirinin eleştirisi'nin yapılmadığı şundan da bellidir ki, Nobel'e değer bulunan Orhan Pamuk hakkında, ondan yana olanların düzenledikleri bir sempozyum dışta tutulursa, nerdeyse dişe dokunur tek yazı çıkmadı. Pamuk'u destekleyenler var, ona karşı olanlar var, ortada olanlar var... Eksiklik Türk okurunda mıdır, Amerikalı, Avrupalı okurlar sihirli bir algılama gücüne mi sahiptirler; bizde, destekleyenlerden ya da karşı olanlardan biri çıkıp, onun neden Türkçede az okunduğunu, okumaya koyulanın da, yarısına gelmeden kitabı elinden bıraktığını, öbür dillerde nasıl bestseller olduğunu araştırma gereği duymuyor. Böyle bir ortamda eleştirinin eleştirisinden söz edilebilir mi?

Eleştirinin yolu neden dar?

- Yazar-eleştirmenler konusunu da açmalı söyleşimizde' Yazar-eleştirmen olmak, birinin birinden ödün vermek değilse nedir? 'Yazar' iken nasıl hisseder eleştirmen?

- Kişi, yatkın olduğu türlere yönelerek başlıyor yazmaya. Başlangıçta herkes kendini şiire yatkın bulur. Zamanla en zoru seçtiğini anlayan da olur, ömür boyu şiir yazıp tek şiiri olmayan da. Kimi tek türde yazar, kimi bütün türleri dener. Tek türde yazıp başarılı olan da vardır, olmayan da. Her türde yazmasına karşın, çok kişi, ancak yine de bir türde öne çıkmıştır. Eleştirmenlerin başlangıçta şiir, öykü, roman yazmaya koyuldukları, bu türlerde başarı gösteremeyince eleştiriye yöneldikleri kanısı yaygındır. Yazdıkları eleştirmenlerce beğenilmeyen, yaratıcılıktan yoksun vasat şairlerin kanısıdır bu. İnsan, haksız övgüler karşısında gösterdiği tavrını haklı yergiler karşısında gösteremiyor. Eleştirmen böyle bir darlık yaşadığından, kitaba Edebiyatın Dar Yolu adını verdim. Oysa 'eleştirmen, her insani bilginin hâlâ gelişip olgunlaşmaya muhtaç olduğunu bağırmakla, her sabah, insana hayvan olmadığını hatırlatan' bir düşünce adamıdır.

Sıkıysa övme yazarı!

Kitabın 'sunu'sunda, değiniyorum; eleştiri neden bir dar yoldur? Bu, 'eleştirenden de geliyor, eleştirilenden de. Yazarı övmemişse, eleştirmen, Hâşim'in deyimiyle, her fikir otlağından, topal ve yaralı bir hayvan gibi sopa ile, taşla, tekme ile uzaklaştırılır.' Övdüğüne de yaranamaz; yazarın aklından geçenleri söylememişse, o yazar, eleştirmenden söz ederken, 'O da kendince bir şeyler yazmış' der geçiştirir. Ölçü bu olursa, bir romancı, öykücü, şair ya da deneme yazarının eleştiri yazması pek ciddiye alınmaz. Oysa, kanımca, edebiyatımızda en iyi şiir eleştirilerini bir şair, Cemal Süreya yazmıştır. Denemelerinin de ondan kalır yanı yoktur. Sorunuzdan anlıyorum; benim gibi, şiirin dışında bütün türlerde yazmış olan biri için, kimi durumlarda bu 'dar yol'un, iğnenin deliğine döndüğünü açıklamamı istiyorsunuz. Benim eleştiri anlayışım, yargılayıcı, tepeden bakıcı bir nitelik taşımadığından, bu darlığı duymuyorum. Ben, bir metne dışından bakmıyorum, çünkü metnin içinde yer alıyorum.

'Deneme yazarıyım'

Öykü yazdığımdan, öykü üzerine yazarken, öykücünün hangi sözcüğü nasıl yerine oturttuğunu, ilgimi çeken bir betimlemeyi nasıl bir söylemle oluşturduğunu az çok kestiririm. Eleştiriyi yazarla birlikte düşünerek, duygulanarak, yer yer hayranlık duyarak yazdığım yazılar vardır. Yazılana nesnel verilerden çok coşkularımla bakarım. Bu bakımdan, benim yazdıklarım eleştiri bile sayılmaz. Ben, kendimi bir eserde arayışlara koyulan bir deneme yazarı olarak görüyorum. Doğan Hızlan, Edebiyatın Dar Yolu'nu tanıttığı geniş oylumlu bir yazısında, kitapta bir araya getirilen yazılara haklı olarak 'deneme/eleştirel' diyor. Emin Özdemir, 'denemesel eleştiri' diyerek bu kavramı terimleştirmiştir. Benim yazar-eleştirmenliğimde, 'birinden birinin' ödün vermesi gerekmiyor. Biri isem, öbürü gibi davranmıyorum; yazarla birlikte olmaya çalışıyorum. - Şimdi eleştirmenlik kolay mı? Günümüzde, kimileri eleştiriyi tam zamanlı kalifiye bir okuma ve araştırma faaliyeti olmaktan kolaya mı indirgedi? Eskiden nasıldı?- Eleştirmenlik şimdi hem zor, hem kolay. Üniversiteler bu işe el atana değin, eleştiri kuramsal bilgilerden yoksundu. Eleştiri yazan, eleştiriden ne anlıyorsa onu yazıyordu. Bu tutum, okuyanlarca da benimsenmiştir. Örneğin Nurullah Ataç'ın eserlere eleştirel yaklaşımı uzun yıllar eleştiri sayılmıştır. Ataççı eleştiri, temelde, iyi-kötü, beğendim-beğenmedim sınırları arasında sıkışıp kalmış, bundan dolayı, Ataç, özellikle şiirde, yerine göre göklere çıkardığı, yerine göre yerin dibine batırdığı adaylar bulmakta zorluk çekmemiştir.

Eleştirmenler cüceleşiyor mu?

Asım Bezirci'nin, eleştiride bilimselliği savunarak Ataç'ı öznel, kendini nesnel eleştirmen saymasının da sağlam temele oturduğu söylenemez. Bugün, üniversitelerin dil ve edebiyat bölümlerinde eleştiri kuramları üzerine yapılan geniş oylumlu çalışmaların belli başlı dergilerde yayımlandığını görüyoruz. Çoğu, ancak yabancı yazarlardan aktarılan bilgileri iletiyor okura. 'Günümüzde, kimileri eleştiriyi tam zamanlı kalifiye bir okuma ve araştırma faaliyeti olmaktan kolaya mı indirgedi?' yolundaki sorunuzdan bu boşluğun vurgulanmasını istediğiniz anlaşılıyor. Her şey bu yöntem sapmasından doğuyor. Bugün eleştiride kimse 'kalifiye bir okuma ve araştırma faaliyeti'ne girişmiyor. Böyle olunca, bütünlüklü bir eleştiri etkinliğinden de, bu işi belli kurallarla yerine getiren eleştirmenden de söz etmek doğru olmayacak. Eleştirecekleri kitaba nerdeyse hiç değinmeden sayfaları genellemelerle doldurandan geçilmiyor. Kimi özetlemeye bile gerek görmeden, olduğu gibi aktarıyor. Hâşim, eleştirmeni, 'insan zekâsının en etkili hizmetçilerinden biri' sayar. Eleştirmen bu görevini yerine getirirken, kendini dev aynasında görüp, okur karşısında cüceleşme tehlikesiyle her an karşı karşıya kalacağını aklından çıkarmamalıdır.

'Yazalım da yer yok' diyenler, dikkat!

- Atilla Dorsay da eleştirememekten muzdarip olduğunu söylemişti yaptığımız bir söyleşide. Sayfa hali yani yer olmaması dolayısıyla 'tanıtım' ve sizin de Edebiyatın Dar Yolu'nda belirttiğiniz gibi 'değinme'yle belki sonlarda birkaç paragraf eleştirebilmekle yetinmek söz konusu. Dar alanda kısa paslaşmalar misali'

- Açıklamanızdan anlaşıldığına göre, Atilla Dorsay'ın yakınması yer darlığıyla ilgili. Attilâ İlhan, ondan yazı isteyenlere sözcük sayısını sorardı. Yaşamımıza bilgisayar girdikten sonra ölçü daha da inceldi. Yazı isteyene artık vuruş sayısı soruluyor. Yazıyı ona göre biçimlemek, sanırım en çok sayfayı düzenleyenlerin işine yarıyor. Planını ona ayrılan yere göre yapan yazarın yer darlığı çekeceğini sanmıyorum. Ben dar yerin hakkını vermeyi, sayfalar doldurma sancısı çekmeye yeğlerim. Kuşkusuz, sözcük ya da vuruş sınırlandırılması, savunulan bir düşüncenin ayrıntısına girmeyi engelleyecektir. Açıkçası, hayatımıza 'fastfood' girdiğinden beri, okur, oylumlu yazılar yerine dar yere sığdırılmış yazıları yeğliyor. Yazı alanını daraltanların istediği de bu. İlhan Selçuk, gazeteye ilan gelince, yazısını kısaltmak zorunda kaldığını kaç kez yazdı... Sanırım artık klasik eleştiri tarihe karışıyor. Dorsay'ın özlemini duyduğu yazılara belki sanat, edebiyat ve bilim dergilerinde rastlanacak. Görülüyor ki, önce de değindiğim gibi, bugün eleştiri diye yazılanların çoğu tanıtma amacına yönelik değinmelerdir.

Ustaların yolu yordamı

- Eleştirinin hakkını verebilmenin yollarını anlatır mısınız, ustalardan örnekler vererek?

- Eleştirmenin, okuduğunu iyi bir tartımdan geçirmesi, onu sanatsal ve toplumsal boyutlarıyla çözümleyip yorumlaması gerekir. Bir kitabı iğreti ölçülerle değerlendirmeye kalkmak, edebiyata da, yazara da, okura da haksızlıktır. Eserleri öznel bir bakışla eleştirmesine karşın Ataç, eski edebiyatımızı reddederken, neyi reddettiğini iyi bilirdi. Özellikle Fransız edebiyatındaki akımsal dalgalanmaları, yenilikleri günü gününe izlerdi. O ölçüde, Divan edebiyatının hangi yönlerden zamanını doldurduğuna, Batı edebiyatının Türkiye'ye yansımalarına inandırıcı kanıtlar bulurdu.Ataç, şiir ya da eleştiri alanında görüş bildiren yazarlarla kavgayı sürdürürken, kaleminin ucunu umut uyandıran gençlere doğrultmuştur. Metin bilgisi sağlam olan Adnan Benk doğrudan söylerdi söyleyeceğini, önyargı nedir bilmezdi. Şu tanınmış, bu tanınmamış gibi bir ölçüsü yoktu. Kişiden çok, yazılanı göz önünde tutardı. Vedat Günyol, bir eserin gerçekliğine ve güzelliğine yönelirdi. Yazdıkları eleştiri olmaktan çok deneme sayılırdı. Memet Fuat, geniş açılı düşünür, değerlendirmeyi denemesel oylum içinde yapardı. Fethi Naci, ele aldığı roman ya da öyküyü dipnotuna kadar okurdu. Yargılarının ağırlığı vardı. Gez-göz-arpacık hizaya geldi mi, tetiğe basardı. Tek cümlelik yargılarla kimini edebiyat tahtına oturturdu, kimini de tahttan indirirdi. Asım Bezirci, çalışkanlığıyla, edebiyatın balarısıydı. Roman, öykü, şiir, deneme, eleştiri; her türü aynı bakış açısından eleştirecek bilgi birikimine sahipti. Şimdi adı eleştirmene çıkmışlarda böyle bir ağırlık yok. Belli bir çevrenin dışında kimse de onların ne yazdıklarının farkında değil. Oysa, Ataç ve Ataç sonrası dönemde, yeni çıkan bir kitap hakkında ne söyleyecek diye eleştirmenlerin ağzına bakılırdı. Eleştiri, günümüzde, artık dar alanlara sıkışmış bir etkinlik...

'Eleştiri ve tanzimat miladı'

- Eleştiri ve tarih konusunu sormak istiyorum. Tarihin hem aksediş hem de yaşanış anlamlarında çetelesi, hatta belgesi de eleştiri, öyle değil mi? Bu bağlamda yazarlarımız nasıl yapıtlar ortaya koymuşlar?

- Yalnızca eleştirinin değil, edebiyatımızın da tarihsel ve toplumsal bakış açısından değerlendirildiği kanısında değilim. Eleştiri bizde Tanzimat'la başlamıştır. O zamandan bu zamana eleştirinin ne olduğu yeni yeni öğreniliyor. Derleme yazılardan oluşan eleştiri kitaplarının dışında, bizde bu konuyu tarihsel gelişimi ve sanatsal önemi açısından ele alan bir kitap yok. Sorunuzda 'tarihin hem aksediş hem de yaşanış anlamı' üzerinde duruyorsunuz. Eleştiri bizde doğmadığı için, hep dışardan alınan aktarmacı bilgilerle yetinmişiz. Üniversitedeki çalışmalara bakalım, çalışmaların çoğu ad sıralamalarından, 'şu şunu dedi, bu bunu dedi'den ileri gitmiyor. Böyle olunca, yapılanlarda 'tarihin aksediş ve yaşanış anlamı'nı aramak boşunadır. O anlamda kitap aramaya kalkıldığında elimizde, romana yönelik olarak Cevdet Kudret'in Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman; Berna Moran'ın Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış; Fethi Naci'nin 100 Soruda Türkiye'de Roman ve Toplumsal Değişme, Yüzyılın 100 Türk Romanı; Emin Özdemir'in Eleştirel Okuma, Yazınsal Türler kalır. Kuşkusuz Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri adlı incelemesiyle önemli bir boşluğu doldurmuştur. Ancak, şiiri 'Sepet sepet yumurta yârim beni unutma' ayarındaki bir şairle, 'şiirine sosyalizmin çamurlu sularını karıştırdı' diyerek lekelemek istediği çağımızın büyük ozanlarından Fazıl Hüsnü Dağlarca'yı bir araya getirirken hiçbir rahatsızlık duymamıştır. Ne adildir ki, ideolojisini hınca dönüştüren kişilerin bu tür yargılarını çürük yumurtaya dönüştürmekte gecikmiyor 'zaman'... Yalnız, Edebiyatın Dar Yolu'nda değindiğim gibi, ne yazık ki, bizim edebiyatımız, Mina Urgan'ın 'tarihin aksediş' mantığıyla yazdığı İngiliz Edebiyatı Tarihi, Shakespeare ve Hamlet, Edebiyatta Ütopya Kavramı ve Thomas More oylumunda yapıtlara henüz kavuşmuş değildir.

Denemesel eleştiri

- Kitabınızda eleştiriden çok denemeye yatkın olduğunuzu belirtiyorsunuz. Kendinize yönelik bu yargınızı biraz açar mısınız?

- Edebiyata Varlık dergisinde izlenimsel yazılarla, kısa öykülerle başladım. André Gide'in Dünya Nimetleri'nde geçen 'Mutluluk anlardadır' sözü beni çok etkilemişti. Duygu dünyamda bu sözün karşılığını aradım. Kendimce buldum, onu yazdım. Yazım, hemen o ay, derginin ön sayfalarında yayımlandı. Coşku duyarak yazdığım bu türe karşı içimde bir yatkınlık uyandı. Gençlik işte, insan, kendi kozasının içini saray sanıyor; adımı Varlık'ın önemli yazarları arasında görünce kendimi onlardan biri sayma hülyalarına kapıldım! Carolina Maria de Jesus'un Brezilya'da yankılar uyandıran eseri bizde de Çöplük adıyla yayımlandı. Onunla ilgili yazımdan uzunca bir bölüm Çöplük'ün sonraki bir basımının başına kondu. Aynı gençlik coşkusuyla, bu olaydan sonra da artık eleştirmendim! Bu arada öyküler de yazıyordum. O yıllarda önemli bir ödül almama, öykülerimin dergilerde yayımlanmasına karşın, Şairin Kedisi adlı kitabım yayımlanıncaya değin kendime öykücü diyemedim. Belki iç arayışlara yönelik ruh durumumdan gelen bir itkiyle deneme yazmaya daha yatkın buluyorum kendimi. Eleştiri diye yazdıklarıma, yukarıda da değindiğim gibi, 'denemesel eleştiri' demek sanırım uygun düşecektir. Cemal Süreya ile Asım Bezirci de beni denemeci sayardı. Eleştiri bir yana, yazdığım romanlarda, öykülerde de denememsi yönsemeler olduğunun farkındayım. Eleştiriye deneme havası içinde yaklaştığım, Edebiyatın Dar Yolu'nda yer alan yazılardan bellidir. Benim eleştirim, klasik anlamda eleştiri değildir, okuduğum yazarların ortamında denemesel düşünceler üretmektir. Çağımızda, duyguların esnek bir üslupla yansıtıldığı denemesel anlatının etkisi görülen roman ve öyküler de az değildir.

'Tek ölçüm metin'

- Eleştiri 'edebiyatın dar yolu' olmaktan hangi şartlarda çıkar?

- İnsanın ruh yapısında büyüklenme, boş yere övülmeyi kişiliğe hakaret sayma, iyi bir şeyi kötülemeye kalkma, kendini üstün görme, rakip tanımama... duygularında bir değişim olmadıkça, eleştiri hem eleştirmenlerce, hem eleştirilenlerce dar yol olmayı sürdürecektir. Eleştirmen yazdığını, topuzu hilesiz teraziyle tartmadığı, öyle tartının bir duygu haksızlığı olduğu bilincine ermedikçe, bunu değiştirmeye kimsenin gücü yetmeyecektir. Kitapta da belirttiğim gibi; Edebiyat, bilimde olduğu gibi, buluşların değil, yaratıcılığın ürünüdür. Oylumlu çalışmalar yapıldıkça, yazan ne yazdığını bilecek; değerlendiren, inandırıcı ölçütler koyacaktır. Bu yapılırsa eleştiri, 'edebiyatın dar yolu' olmaktan çıkar. Yoksa, her an, sanatın her dalında, ellerini göz gibi kullanan körlerle karşılaşmak kaçınılmaz olacaktır...

Köşe kapmaca!

- Edebiyatın Dar Yolu'nda yer alan ustalara en çok hangi açıdan yaklaşmayı denedi, yaklaştı Adnan Binyazar? Değerlendirmelerinizdeki ölçütlerinizi ve perspektifinizi anlatır mısınız?

- Başta da söylediğim gibi, usta olsun, çırak olsun; beni metin ilgilendiriyor. Yazarı yazdığıyla anlamaya çalışıyorum. Yazarlıkta kimsenin kimseye ders vereceğine inanmadığımdan, hemen bütün acemi eleştirmenlerin yaptığı gibi, 'Sen öykü yazmışsın ama her öykünden bir roman çıkar' deme saçmalıklarına düşmemeye çalışırım. Beni, öykü yazmışsa öyküsü, roman yazmışsa romanı ilgilendirir. Ayrıca, iyi bir yazar, susamak eyleminden bile üç satırlık bir öykü de çıkarır, koca bir roman da. Yazarlık damarı taşıyorsa, suyun serüveninden destan bile yaratır. Yeter ki, beyninde yazının cevahiri parlasın. Eleştirmenin metnin estetiğini kavrayamaması, önemli değerlendirme sapmalarına yol açabilir. Öyle ki, duygu yoksunu bir eleştirmen, duygu anıtı bir eseri rahatlıkla kör duyusunun çöplüğüne atabilir. Zamanın, eleştirmenlerin tutmadığı yazarlardan yana olmasının nedeni budur. Birçok yazarın da, eleştirmenlerden uzak durmaya özen gösterdiği biliniyor; Tristram Shandy Beyefendi'nin Hayatı ve Görüşleri adlı romanın yazarı Laurence Sterne gibi. Romanının bir yerinde şöyle diyor Sterne: (...) Gelecek ay içinizden herhangi biri yine dişlerini gıcırdatarak saldırmaya kalkışırsa ve ben gene iyi niyetle aldırmazlıktan gelirsem eğer, sinirlenmeyin sakın -zira yaşadığım ya da yazdığım süre boyunca namuslu bir beyefendiye tek bir kötü söz söylememeye, hakkında kötü bir dilekte bulunmamaya kesin kararlı olduğumdan-, tıpkı Toby Amcamın bütün yemek boyunca burnunun ucunda vızıldayan sineğe yaptığını yapacağım. 'Git, zavallı musibet,' demişti amcam,'uç git, niye senin canını yakayım ki? Bu dünya sana da yeter bana da.'

'Eleştiride beğenmek ölçü değil'

- Edebiyatın Dar Yolu'nda fikirleri ve teknikleriyle ters düştüğünüz ya da benimsemediğiniz ustalar da yer aldı mı?

- Sanat, benzemezliklerin ürünüdür. Benzerlikler, ters düşmeler bir yana, sanatta esinlenmeler bile yapılanı kuşkulu hale sokar. Eleştiride, beğenmek ölçü değildir. Yazdıklarında beğenme coşkusuna kapılan, üzerinde durduğu eseri galvaniz banyosuna sokan her eleştirmen kendinden bir şeyler yitirir. Eleştirmenin işi, beğendiğini göklere çıkarmak, beğenmediğini yerin dibine batırmak değildir; üzerinde durduğu eserin hakkını vermektir. Yukarıda adlarını andığım eleştirmenlerden de, kendi kuşağımdan da çok şey öğrendim. Yazının ölçüsü farklıdır; öğrenirsiniz, ama isteseniz de onlardan biri olamazsınız. Olduğunuzu varsayın, yaptığınızda sizin kişiliğinizin izi silinir. Başta Ataç, her eleştirmen, ardında bir şeyler bırakmıştır. Onlardan bir şeyler kapabilmeniz önemlidir. Kapmadığın savunan yalan söyler. Yine de, çalılı çeperli de olsa kendi yolumda yürümeye çalıştım. Hakkımdaki bu yargıyı açmak için şu eklemeyi de yapmalıyım: Onlardan biri gibi yazmak istesem de ona gücümün yetmeyeceğini, ustalık aşamasına gelmiş bir yazara öykünmenin boşa kasnak döndürmek olduğunu bilirim.

'Büyük bir yazara öykülenemez'

Büyük bir yazara öykünmenin rizikosu büyüktür; sabah olup, güneşin ayın ışığını yuttuğu gibi, o da öyküneni yutar. O yönden, fikirleriyle, teknikleriyle ters düştüğüm oranında ters düşmediğim yazarlar da olmuştur. Ama söylemimin onlardan farklı olduğunun bilincindeyim. Ele aldığı yazarda kendi ölçülerini arayan, onu bulamayınca ağzına geleni söyleyen eleştirmenlerin tutumunu hiç benimsemedim. Onların, altında ezildikleri üstünlük duygusuyla böyle davrandıklarını deneyimlerimden biliyorum.

'Edebiyat köprüsü Fethi Naci'

- Fethi Naci gibi dev bir eleştirmeni yitirmiş olmamız kuşkusuz büyük kayıptır. Siz de fark etmişsinizdir; eleştirisine uğrayanlar da dahil, cenazesinde her kesimden insan vardı. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?

- Fethi Naci, ortaya koyduğu çalışmalarla güven uyandıran bir eleştirmendi. 'Yeri doldurulmaz' yargısı sanırım en çok ona uygun düşecektir. Edebiyatımızı toplumsal açıdan ilk irdeleyip yerine oturtanlardan biridir. Yazarın sanatsal emeğiyle toplumsal konumu arasındaki köprüyü kurmakta da büyük emeği geçmiştir.Hiçbir kitabı üstünkörü okumamıştır; bir kitabı değerlendirecekse, onu dipnotlarına kadar okuyup iyice kavradıktan sonra yargıda bulunduğu, onu tanıyanların ortak düşüncesidir. Serzenişlerin dışında kimsenin ona tepki göstermemesinin temelinde bu yatar.Sözünü sakınmaz görünüşünün ardında duygu yüklü bir yürek taşırdı. Sanata saygı uğruna o yüreği bastırmayı bilmiştir.Fethi Naci, eleştirisini kanıtlara bağlayarak yapmıştır. Her an, düşüncesini kanıtlayan veriler vardı aklında. Eleştirdiklerine yönelik yargılarına önem verilmesinin özünde bu yatar.Çevreme bakıyorum; ağzından ne çıkacak diye beklenen eleştirmen tipi, herhalde Fethi Naci'nin ölümüyle yok oluyor... Kimilerince belki var; ama ortaya koydukları neyle dolduracaklar onun yerini? Fethi Naci gibi etkili mi yargıları? Sanırım bu soruların yanıtını bulmak uzun yıllar alacak...

Yeni yapıtları

- Sonraki yapıtınız hakkında ipuçları rica ederek bitirelim söyleşimizi?

- Yakında, Cumhuriyet Kitapları arasında Ağıt Toplumu adlı deneme kitabımın yeni baskısı yayımlanacak. Önümüzdeki aylarda da, son yedi öykümün yer aldığı Şah Mahmet Can Yayınları arasında çıkacak. Kitabın içinde, 1964 yılında başlayıp 44 yıl sonra bitirdiğim 'Varoluşun Sesi' adlı bir öykü de yer alıyor. Başka bir öyküm, 'Eller'i yazmaya başlayışımın üzerinden de nerdeyse 40 yıl geçti. Sonuç olarak; ne yazarsam yazayım, köşe yazısı, deneme, eleştiri; gözümün önünde her an öykü ve roman kişileri dolaşıyor. En iyisi, nice arayıp yanıtını bulamasam da, içimde sürekli beni yargılayan bir soruyla bitireyim söyleşimizi: Hangi yazar kendini anlatmaya göze alabilir; koca bir ömrü yazıya bağışlamış da olsa?.. Yine de yazının gizli şifresini sizden gizlemeyeyim: Başlamak!.. gamzeakdemircumhuriyet.com.trEdebiyatın Dar Yolu/ Adnan Binyazar/ Can Yayınları/ 313 s.

(Kaynak: Cumhuriyet / Kitap)