Orhan Aydın'ın her salı günü yazdığı soL gazetesinde yayımlamadan önce, bize e-posta olarak yolladığı yeni yazısını, okurlarımızın dikkatine sunuyoruz:
Pis söz…
Orhan Aydın
8 Eylül 2008
Duymuşsunuzdur; Başefendi’nin Deniz Feneri meselesi ile ilgili düşünceleri pek yaman!
Güngören konuşmasında, meydana çıkmış yağlı güreş cazgırı gibi bağırıyordu.
Para böyle bir şey demek ki, yokluğu da insan aklını şaşırtıyor, çokluğu da.
Nerede ise “vatan haini” ilan ettiği medya gruplarından, meseleye taraf olan her kesime, bir padişah edasıyla açıktan saldırıyor.
Ortalık pis sözden geçilmiyor.
Sonunda hepimiz biliyoruz ki, ne denirse densin, Almanya'da açılan dosya, içerdikleri ifadeler; ifadeleri destekleyen belgeler ortada.
Deniz Feneri denen derneğin kurucuları, temsilcileri, yönetim kurulu üyeleri, bağlantıda oldukları ve birebir ortak olduğu görülen Kanal 7 yöneticilerinin götürdükleri de ortada.
Başefendi için çantalanmış paralar ortada.
Biz bunları görüyor, biliyor, anlıyoruz da şu Güngören'de, o salonu dolduran, nerede ise her söze alkış tutan kalabalık, bu meseleye ne diyor acaba?
Mesela, “ye yiğidim ye, helal olsun sana” ya da “ Bu senin dişinin kovuğuna bile girmez, devam et aslanım...” diyorlar; olabilir mi?
Neden olmasın?
Kendileri yerine, başkalarının düşünmesini kabul etmiş cemaat toplumları, bu meseleye böyle bakıyor olabilirler.
Yoksa trilyonları çaldığı, mahkeme kararları ile belgeli Erbakan’a hala tapınıyor olunması, onunla birlikte yargılanıp cezaevinde olması gereken bir adamın Cumhurbaşkanı olması ve aynı zat’ın bir imza ile mahkeme kararlarını hiçe sayıp, “hırsızlığı bağışlaması” başka hangi adaletsizlikle açıklanabilir.
Anlaşılıyor ki, uzunca bir zamandır bu ülkede bazı hukuk alanlarında Cumhuriyet’in değil, Şeriat’ın hukuku geçerlidir.
Bu gerçekler nasıl görülmez?
“Bunun üstünde, ülkenin namuslu insanları niye konuşmaz, niye bu gözümüzün önünden akıp giden pisliğe müdahale edilmez?” gibi tuhaf sorular soruyorum kendime.
Liboş ve döneklerin köşeleri kaptığı bir ülkede, ellerim yüzüme kapanıyor.
Gece - gündüz Ramazan davulu çalan gazetelerin manşetlerine ilişiyor gözüm; utanıyorum.
Televizyon ekranlarından taşan pisliklere bakıyor, utanıyorum.
Hayır, bu halk bu kadarını hak etmedi.
Götürülmüş ve götürülmekte olan trilyonlar, Emperyalist odaklara pazarlanmış ortak değerler, bitirilmiş hukuk, eğitim, sağlık.
Bitirilmiş tarım.
Yoksullaştırılmış işçiler, emekçiler. Budanmış haklar.
Yöneticileri dincileştirilmiş üniversiteler. Irkçılığı şahlandırılmış toplum.
Üstüne çıkılıp tepişilen sanat.
Tüm ortak demokratik değerleriyle oynanmış, kültürel dokunun tutkalladığı barış, kardeşlik ve birlikte üretme gibi insani değerleri ezilip geçilmiş, yoksullaştırılmış bir ülke!
Başefendi’nin bütün bunlara yanıtı var elbet.
“1923'teki ihracat rakamlarıyla şimdiki ihracat rakamlarına baksınlar, bu rakam bu yıl itibarıyla yüz milyar dolar.”
Peki neden aşağıdaki sorular sorulmuyor bu yurttaşa?
Sen ve hükümetin iş başına geldiğinde, bu ülkenin dış borcu elli milyar dolardı, şimdi beş yüz milyar dolar. Yedi yılda her şeyimizi sattığın halde, halen borcun, faizinin faizini borçla ödemeye çalışıyorsun. Ülkenin kasası tam takır, kuru bakır. Halk yoksul, aç. İşsizlik, ülke kurulduğundan beri en yüksek rakamlara ulaşmış. Adam kayırma da öyle, tarikat ve cemaatlere arka çıkmak da öyle.
Adamda laf çok. Elbette hemen yanıtlamaya çabalayacaktır!
Ama bazı gerçekler sıvanamaz haldedir. Tıpkı Deniz Feneri gibi. Almanya yargısı meselenin takipçisidir; bırakın Doğan grubunu filan, bu ülkenin aydınlık yüzü de meselenin takipçisidir.
Belli ki Patlayan Ampulden saçılan pislikler, bu kadarla kalmayacaktır.
“Dişli” ile başlayan süreç devam ediyor.
Şimdi belediyelerde dönen dolaplara gelinmelidir.
AKP'li belediyelerin hemen her biri için açılmış yüzlerce yolsuzluk, görevi suiistimal, ihale usulsüzlüğü dosyaları var.
İstanbul Büyük Şehir Belediyesi, AKP’ nin kara kutusu durumundadır.
Ortalarda dolaşan dosyalar ise tiksindiricidir.
Her şeyin rant uğruna heba edildiği İstanbul kenti için; “bu şehri ancak toplu ölüm temizler, bunun için de bizi, iyi bir deprem kurtarır” biçiminde özetlenebilecek görüşler bu din cambazları softalara aittir.
Kentsel dönüşüm adı altında yapılanların ikincil planları arasında, “Deprem sonrası İstanbul” tasarımları bulunmaktadır.
Mimarlar Odası İstanbul Şubesi’nin elindeki belgeler tüyler ürperticidir.
Beklenen bir depremle, yerle bir olmuş İstanbul’un yeni planlamasında yalnızca camilerin yerleri bellidir.
Kentin bir yanı İngiliz yatırımcılara, bir yarısı Amerikan yatırımcılarına, diğer bir yarısı da çok uluslu şirketlere güzellenmiş görülüyor.
Adım başı, kat kat alış - veriş merkezleri, göklere çıkmış kule yapılar, otoparklar, yollar, yollar, yollar.
Öyle ki, yeşil alanlar bile çok katlı apartmanların teraslarında tasarlanmış.
Kültür merkezleri, müzeler, sanat evleri, tiyatrolar, sinemalar, sanat galerileri bu yapıların içindeki yitik adresler.
AKP’nin gelecekteki İstanbul düşü, parsellenmiş bir tarih ve parçalanmış bir uygarlıktan öte değildir.
12 Eylül Faşist Diktatörlüğü’nün yeni bir yıldönümü içindeyiz.
Yaşadıklarımızın tümü, gericiliğin ve ırkçılığın üstümüze attığı kara topraktan ibarettir.
Bu gün, Marmaris'te uçan kuştan korkan ressam parçasının, bu memleketin bağrına kazıdığı namussuzlukların hesabı mutlak sorulmalıdır.
13 Eylül günü İzmir'de alanları doldurup haykıracak olan işçiler, emekçiler, yurtseverler, devrimciler bu kararlıkla tarihi görevleri için sokağa çıkacaklar.
Başefendi’nin söyleyecek sözlerinin tüketileceği günler ise yakındır.
oaydinoaydin@gmail.com