24 Eylül 2008 Çarşamba

Cumhuriyet, bunu hep yapıyor!...

Foto: Onur Behramoğlu


Hilmi Bulunmaz
24 Eylül 2008


Frankfurt Kitap Fuarı'na her zaman ilgi duyan biriyim. Bu yıl, Frankfurt Kitap Fuarı Türkiye'yi "Konuk Ülke" statüsünde ağırlamak isteyince, ilgim bir kat daha arttı. Hele, ülkenin iktidarını işgal eden AKP olunca, bu durum beni iyiden iyiye düşündürmeye başladı. Ama ben bu sunuş yazımda, Frankfurt Kitap Fuarı üzerinde durmayacağım...

Yıl 1995... Çok sevdiğim Tahir Özçelik öldü... Acımı, biraz olsun hafifletmek için, Cumhuriyet gazetesinin "ARADA BİR" sütununa, Tahir Özçelik'in ölümüyle ilgili bir yazı gönderdim. Günlerce yayınlanmadı. Yazının yayınlanmasından umudumu kestiğim için, unutmaya çalıştım. Hem, koskoca Cumhuriyet'çiler yayınlamıyorlarsa, bir nedeni olmalıydı. Aklıma en yakın neden olarak da; "yazınsal düzeysizlik" geliyordu. Yazımın yayınlanmaması olarak, Cumhuriyet'çileri değil, kendimi suçluyordum. Unutmak istiyor, bir türlü unutamıyordum. Aradan haftalar geçti ve en alt düzeyden başlayarak Cumhuriyet'çileri "rahatsız" etmeye başladım. Bir ay geçmesine karşın, yazım yayınlanmayınca, bu kez gazetenin makalelerden sorumlu kişisi Sami Karaören'i aradım ve biraz "sert" konuştum. Sami Karaören, yayınlanacağı sözünü verdi. Yazımı teslim etmemden yaklaşık iki ay sonra yayınlatabilmiştim. Ama, hiç de acımı hafifletememiştim. Aksine, acım artmıştı...

Cumhuriyet gazetesine olan sempatim, acımın artmasının yanı sıra, başka nedenlerle de giderek azalmaya başlamıştı. Acımı artıran bu durumdan sonra iyice soğdum. Her sabah gazete kuyruğuna girip, sıcağı sıcağına alma yerine, öncelikle öğleye dek almamaya ve ardından birkaç günde bir almaya başladım. Şimdi, sadece perşembe ve pazar günleri alıyorum. Perşembe günleri Ahmet Cemal'in yazısı ve KİTAP EKİ için ve pazar günleri de tiyatromuzun reklamını "denetlemek" için...

Cumhuriyet gazetesini her bulduğum ortamda eleştirmeye başlamıştım. Bu süreç devam ediyor. Yaklaşık 10 yıl önce, bu gazeteyi eleştiren bir yazımı, İsmet Arslan'ın sahibi olduğu Berfin Bahar'a verdim. Daha önce, onlarca kez yazılarımı yayınlamasına karşın, İsmet Arslan, Cumhuriyet gazetesini eleştiren yazıma katlanamadı ve sansür koydu. Cumhuriyet gazetesi, hem sansür koyuyordu ve hem de etki alanıyla, İsmet Arslan örneğinde görüldüğü gibi, sansürü "legalize" ediyordu. Sansürü meşrulaştırıyordu. Aynı zamanda kitap yayıncılığı yapan İsmet Arslan, bence, yayınlarının Cumhuriyet gazetesinde tanıtılamayabileceği korkusuyla hareket etmişti...

Bugün, hemen hergün olduğu gibi, soL gazetesini okudum. Aşağıdaki haberi ilginç bularak, okurlarımın görüşlerine sunma gereksinimi duydum:


Nazım Hikmet, Frankfurt ve Sevdalı Bulut


Nihat Behram
24 Eylül 2008


Girişine yazdığım bu not dışında başlık ve okuyacağınız yazı Onur Behramoğlu’na aittir. Yazı, yayınlanması için verildiği Cumhuriyet Gazetesi’nde sansür edilmiştir. Aydınlar arasında tartışılmasını gerekli gördüğüm bir konuda, ciddi ve düzeyli bulduğum yazıyı gazeteye ben ilettim. ‘Yayınlanmayacağını bildirme inceliği’nden yoksun olmaları nedeniyle, beş hafta gibi ‘makûl!’ bir süre bekledikten sonra, yazıyı ileten kişi olarak, ‘hiç olmazsa fuar öncesinde yayınlanabilmesi’ için ‘kaderini’ yine ben sordum... Bu yılki Frankfurt Kitap Fuarı’na ‘onur konuğu ülke’ seçilen Türkiye’nin, bu fuara ‘Nâzım Hikmet’in vatan haini konumu’ gibi yaralı bir onurla gidişini aydın katlarda tartışmaya çalışan ve katılımcı yazarlar ve kuruluşlarının ‘geçiştirmeci’ ve ‘suskun’ tavırlarını sorgulayan bu yazının sansür edildiğini öğrendim. Bu sansür, Cumhuriyet’in uyuşuk, yeniliğe kapalı, genç ve dinamik atılımların önüne takoz olan, diri ve mücadeleci tavra tahammülsüz, okuruna lâyık olmayan yapısının, konuya yaklaşımlarındaki çapsızlıklarına rağmen kendi yazarlarını koruma anlayışının bir sonucudur. Ülkedeki kültür erezyonu ve hafıza kaybını ‘dokunulmazlık güvencesi’ olarak sarınan Cumhuriyet, bu yapısıyla ‘ehvenişer’ sıfatından fazlasını hak etmiyor. Frankfurt konusunda öne çıkardıkları tavır çekirdek-çerez misali çıtlandıkları yerde kalacak fakat Onur’un ‘cumhuriyetci sansür’ün mağduru yazısı, hayattaki kökleri ve konuya kattığı boyutuyla anımsanacaktır. Bu hafta köşemi Onur Behramoğlu’na bırakıyorum:


25 Temmuz 1951 tarihli Bakanlar Kurulu kararına göre: “Pasaportsuz olarak İstanbul’dan Romanya’ya kaçan ve oradan da Moskova’ya giderek havaalanında memleketi aleyhinde beyanatta bulunduğu ve müteakiben radyo yayınlarında Türkiye’nin hükümet şekli ve hükümeti idare edenler aleyhinde geniş propaganda kampanyasına girişerek, komünizmi yaymak maksadını güden neşriyatiyle Sovyet Hükümetinin verdiği hizmeti ifa etmekte olan maruf komünist Nâzım Hikmet Ran’ın kendisine bu hizmeti terk etmesi hususunda yapılacak tebligatın da bir fayda vermeyeceği mülahaza edildiğinden Türk Vatandaşlığı’ndan çıkarılması Bakanlar Kurulunca kararlaştırılmıştır.”

Romanya’nın bir köyünden geçerken, onun adını işiten bir köylü, Nâzım Hikmet’e yaklaşarak: “Sen Türk şairi Hikmet misin?” diye sorar ve gülümseyerek, “Neden serbest olduğunu biliyor musun?” sorusunu ekleyip, yanıt beklemeden devam eder: “Biz, köyümüzde geçen hafta senin için bir protesto toplantısı yaptık.”

‘Nâzım’ın memleketi’ olarak bilinen Türkiye’nin edebiyatını temsil etmek üzere Frankfurt’a resmî davetli olarak gitmeyi kabul eden şair ve yazarlarımız, Romen köylüsünün saf, tertemiz, içtenlikli yüreğinin terazisinde tartılacaklar elbet. Nâzım Hikmet Oratoryosu’nun, ‘10 milyon YTL’lik bütçede ağır yük oluşturacağı ve Rusya’ya uygunken Almanya’ya o kadar da uygun olmadığı’ gerekçelerini kabullenip, Alman koronun Almanca söyleyeceği Yunus Emre Oratoryosu’nu sessizce dinleyeceklerin karşısında, “Dünyanın dört bir yanında ismi Türkiye anlamına gelen şairi vatan haini sayanların alnımıza sürdüğü bu kara leke temizlenmediği sürece, Türk edebiyatının onur konuğu olduğu bir edebiyat etkinliğinde yer almayı reddediyoruz” diyerek dikilenler de olmalı. “Bize bu bilinç, bu coğrafyada, yüzyıllardan süzülüp gelmiş Nâzım’ın yazarlık onurundan mirastır. Onun sansürüne duyulan öfke de kında paslanır.(*)Nihat Behram” Her konuda iş bitiriciliğiyle ve kerameti kendinden menkûl demokratlığıyla övünen hükümet, Nâzım Hikmet’in yurttaşlığa alınması konusunda harekete geçmek bir yana, şairin isminin ‘Almanya’ya pek de uygun düşmeyeceği’ kanaatini taşıyorsa, bunu Frankfurt’ta değil, hemen şimdi ve burada en sert biçimde protesto etmesi gerekenler, ‘Nâzım’ın memleketlisi’ şair ve yazarlardır.

Vera anlatır: “Cenaze günü bütün Müslüman ülke elçiliklerinin bayrakları yarıya indirilmişti. Kendim gördüm. Bir şair ölmüştü. Törende, bizim büyük doğu bilimcilerimizden birinin söylediklerini anımsıyorum: Doğunun üç büyük şairi vardı: Ömer Hayyam, Hâfız, Sâdi. Şimdi dört oldu onlar!” 1950’lerden başlayarak bir elde bayrak bir elde Kur’an siyaset yaparken, aslında bu ülke bayrağını sistem karşısında yarıya inik kalmaya mahkûm eden zihniyetin Nâzım Hikmet’i yurttaşlıktan atması ve bugün de sansürlemesinde iç tutarlılık varken; şairin yaşamı boyunca savunduğu tüm değerlere karşıt tutum içindeki hükümetin ayıbını suratına vurmak yerine, bu konuda tek söz etmeden Frankfurt için valizlerini hazırlayanların kendilerine ‘turist’ değil de ‘şair’-‘yazar’ demeye devam etmelerinde tutarsızlık var. Nâzım, “Vera, bensiz, yalnız kaldığında, bir şey isteme benim için...Korkunç küçük düşürürsün beni. Hatta benim için çok büyük bir acı da duysan yüreğinde, hiç kimseden hiçbir şey isteme. Bugün unutulacak bile olsam, fark etmez, yarın beni arayıp bulacaklarından emin olmalısın...” der. Kimseden bir şey istemiyoruz, kimsenin kapısını çalmıyor, bekleme odalarındaki koltuklarına oturmuyoruz. Bir erik ağacı tanırdım / bir cezaevinde, avluda / sırlarımı bilirdi. / Kara günlerimde tuttu elimden. İşte o erik ağacı mertebesine ulaşmaya çağırıyoruz namusluları.

Lev Tolstoy’un son sekreteri Gusev, Tolstoy’un gençliğinde nasıl Türkçe öğrendiğini, bu dilin güzelliğine nasıl hayran kaldığını ve hatta Kazan Üniversitesi’nin çok zor sınavında Türkçeden nasıl beş almayı başardığını anlattığında Nâzım Hikmet’in gözlerinin bir anda ışıl ışıl olduğu, herkese, Tolstoy’un Türkçe hayranlığını anlata anlata bitiremediği bilinir. O günden sonra çalışma odasında mutlaka bir Tolstoy portresinin bulunmasını ister.

Nâzım’ın Türkçe ve Türkiye aşkı, pasaportlardaki Almanya vizelerini solduracaktır.
‘Sevdalı Bulut’undan yapılan kukla filmini gördükten sonra Nâzım’ın söylediği ilk sözü şudur: “Bu bulut sevdalı değil!”

Söylenecek başka ne kalmıştır?! Bu şartlarda bu fuardaki onur konukluğu sevdalı değil, şiirli değil, onurlu değil...

06.08.2008

(Kaynak: soL)