28 Haziran 2008 Cumartesi

ÖZGÜR TİYATRO - MUHALİF SÖYLEŞİLER

“ÇIĞRINDAN ÇIKMIŞ DÜNYADA SANAT-SANATÇI”


07.03.2008
(Özgür Üniversite)


ÖZGÜR BAŞKAYA: Merhaba, muhalif söyleşiler üst başlığı altında bu gün Fikret Başkaya bize “Çığırından Çıkmış Dünyada Sanat ve Sanatçı” üzerine bir konuşma yapacaktır. Özgür Tiyatronun bu söyleşisinde bizimle olduğu için teşekkür ediyor ve memnuniyetimizi belirtiyoruz..

FİKRET BAŞKAYA: Evet, ben de burada sizinle birlikte olmaktan büyük bir memnuniyet duyuyorum. Lübnanlı şair Halil Cibran bir şiirinde: “Yüreğimde sana söylemek istediğim çok şey var. Fakat onları söyleyemem. Çünkü kelimelerde soğuk bir şeyler var, oysa benim yüreğimde soğuk hiç bir şey yok” diyor. Tabi bu mealen bir çeviri ve çeviren de şair değil... Biliyorsunuz şiiri çevirenin biraz şair olması gerekiyor ve benim o tarakta bezim yok.... Şimdi burada, bu konferansta, bu söyleşide doğrusu benim de size söylemek istediğim çok şey var ve söylemek istediklerimin çoğunu söylemem mümkün değil...

Elbette benim sorunum kelimelerin kifayetsizliğinden, soğukluğundan kaynaklanmıyor. En başta zamanın yetersizliğiyle ilgili. Bir de tabii söylemek istediklerinizi iyi söyleyebilmek, didaktik kurguyu iyi yapmak gerekiyor vb... Netice itibariyle şu gerçektir ki; bu başlık altında çok şey söylenebilir söylenmelidir, söylenmesi gerekiyor. Şimdi çığırından çıkmış bir dünya dediğimiz zaman -ki bu bir gerçek- o halde onu çığırından çıkaran nedir sorusu akla gelir. Eğer dünyada bir çığırından çıkmışlık tablosu var ise o halde neden çığırından çıkmıştır? Şimdi tabi sınıflı toplum, kapitalizmde ortaya çıkmış bir şey değil. Bundan önceki sınıflı toplumlarda da sömürü vardı, zulüm vardı, katliamlar vardı, baskı ve şiddet vardı. Fakat kapitalizmin özgün bir tarafı, özelliği var; sadece sömürü, yağma ve talandan ibaret bir sistem değil. İnsanı insanlıktan çıkaran, tuhaf bir üretim tarzı veya uygarlık... Yani yaşamı teknikleştiriyor. İnsanı kendine, insanı insana, insanı doğaya yabancılaştırıyor... Velhasıl kendinden önceki uygarlıklardan, üretim biçimlerinden çok farklı bir uygarlık -yani insana düşman- doğaya düşman- canlı olan her şeye düşman ve bir tür ölü emek uygarlığı- veya kadavra medeniyeti de diyebilirsiniz. Eğer baskı, sömürü, zulüm vs. var ise ondan önceki uygarlıklarda da var idiyse burada ilginç ve farklı olan nedir? Veya sayısız yabancılaşmaların gerisindeki temel neden nedir? Biliyorsunuz kapitalizm bir sermaye uygarlığıdır. Kapitalist sınıf dışında kalanların mülksüzleştirilmesine dayanıyor. Dolayısıyla sürecin her ileri aşaması daha fazla mülksüzleştirilmiş, üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan yoksun insan veya proleter demektir. Proleter Latince proletarius'dan türeme bir kelime ve hiçbir şeyi olmayan çıplak insanı ifade ediyor. Bir kere kapitalizmde araçlarla amaçların yer değiştirme durumu var -yani öküzün arabanın arkasında koşulmuşluk durumu var- Başka türlü ifade edersek, üretimin amacı ihtiyaçları karşılamak değil, kâr etmektir. Fakat sistem rekabete dayandığı için kârın en büyük bölümünün yeniden yatırılması, sermayeye dönüştürülmesi zarureti var... Dolayısıyla ihtiyaçların karşılanması birincil amaç değildir. Üretim kullanım değeri için, doğrudan ihtiyaçları karşılamak üzere yapılmıyor... Üretimin amacı meta üretmek, mal üretmek. Fakat üretilen mal değişim için üretildiği ve kâr için üretildiği için sonuç itibariyle üretim için üretim, biçimini alıyor. İşte kapitalizmde öküz arabanın arkasına koşulmuş durumdadır derken söylenmek istenen bu rahatsız edici çelişkidir... Şiddetli bir rekabet ortamında her kapitalist daha fazla üretmek durumunda veya toplam artı değerin daha büyük bölümünü ele geçirmek, velhasıl sermayesini büyütmek zorunda... Demek ki, her bir kapitalistin ayakta kalması büyümekle mümkün veya sürekli ileriye doğru kaçmakla mümkün...

Yani durmadan ileriye doğru koşacak o zaman. Üretimle tüketim [ihtiyaçlar] arasındaki bağın koptuğu koşullarda, üretim kendisi için bir amaç haline geliyor... Sermaye üretimi yani ölü şeylerin üretimi -ölü emek üretimi- esas olunca, emek ürünü olan şeyler, metalar, nesneler, onu üreten insandan daha değerli hale geliyor. Şimdilerde insanlığın yüz yüze geldiği sayısız kötülüklerin, yabancılaşmaların temelinde yatan iste bu temel çelişki veya paradokstur... Şimdi yabancılaşma dediğimizde insanın kendisi gibi olamaması, yani kendine yabancılaşması vs. tabi onun gerisinde de insanın üretim araçlarına yabancılaşmışlığı veya aynı anlama gelmek üzere mülksüzleşmişliği var. Kapitalizm mülk sahibi, sermaye sahibi bir sınıfla, sermaye tarafından mülksüzleştirilmiş bir proletaryadan oluşuyor. Elbette bu teorik -soyut- bir tespittir. Gerçek dünyada durum bu kadar net, bu kadar kalın çizgilerle ayrılmış değildir. Bir dizi ara sınıflar da mevcuttur ve bunlar sürekli kapitalizmin aşındırmasına maruzdur. Bir de tabii hakim sınıf dar anlamda sermaye sahiplerinden ibaret değildir. Bu yüzden burjuvazi kavramını kullanmak gerekiyor. Burjuvazi sadece sermaye sınıfından ibaret değildir... Netice itibariyle sistem ücretli emeğin sömürüsüne ve doğanın sömürüsüne dayanıyor. Başka türlü söylersek, kapitalizm varoluşun iki temel unsurunun, insanın ve doğal çevrenin aleyhine var olabilen bir sistem. Bu yüzden de sayısız sosyal ve ekolojik kötülükler ortaya çıkarıyor, insanlığın ve uygarlığın geleceğini karartıyor... Velhasıl dünyayı çığırından çıkarıyor... Kapitalizm bir sömürü metabolizması olarak var oluyor. Bir tarafta zenginliğin birikmesi, büyümesi, yığılması, karşı tarafta yoksulluğun, sefaletin, çığırından çıkmışlığın derinleşmesiyle mümkün. Bu da demektir ki, kapitalizm, yoksulluk, sefalet, sosyal ve ekolojik kötülükler üretmeden zenginlik üretemez. Biliyorsunuz kavram çifti denilen bir şey vardır. Biri olmadan diğeri de var olamaz... Siz yoksulluktan söz etmeden zenginlikten söz edemezsiniz... Bir başına zenginlikten söz etmek bütünün yarısından söz etmektir. Bir de tabii kapitalizm özü itibariyle emperyalisttir. Emperyalizm sisteme içkin [mündemiç] bir temel eğilimdir. Kapitalizm zorunlu olarak emperyalizm ve savaş üretmeden var olamıyor.... Bu da demektir ki, eğer dünyanın neden çığırından çıktığını tartışmak ve anlamak istiyorsak, mutlaka kapitalizmin mantığını çok iyi kavramamız gerekiyor.. Ancak o zaman içine sürüklendiğimiz sayısız insâni, sosyal, ekolojik kötülüklerin kaynağına inmek mümkün olabilir.. O zaman nasıl bir tablo ortaya çıkıyor? İşte bir tarafta işsizlik, yoksulluk, sefalet ve giderek geri dönüşü olmayan bir doğal çevre tahribatı, diğer tarafta zenginliğin küçük bir elitin [küresel oligarşinin densin]elinde toplandığı tuhaf, çığırından çıkmış bir dünya... Başka türlü söylersek, kapitalizmin her ileri aşaması insanlığı biraz daha yok oluşun sınırına yaklaştırıyor. Aslında şimdilerde içinde bulunduğumuz durum varoluşsal bir durumdur ve bu durum gerçek anlamda ilerici, gerçek anlamda hümanist aydınlara, sanatçılara, bilim insanlarına, düşünürlere, vb. büyük bir sorumluluk yüklüyor... Bir üretim tarzı olarak kapitalizmin mantığını ve işleyişini, emperyalizmini ve ortaya çıkardığı kötülükleri anlamaya çalışan biri olarak, dünyanın çığırından çıktığını söylemekte hiçbir tereddüt olmadığını söylüyorum. Aslında etrafa biraz eleştirel bakma yeteneğine sahip herkes, durumun öyle olduğunu tespit etmekte zorlanmayacaktır. Yeter ki, filozofun dediği gibi nehrin karşı tarafına geçip oradan bakabilsin... Durum böyle ama insanların fotoğrafı o kadar net gördüklerini söylemek mümkün değil. Görselerdi zaten durum farklı olurdu. Çığırından çıkmışlık konusunda iki yaklaşım geçerli: İnsanların bir kısmının tehlikeden pek haberi yok, dolayısıyla böyle gideceğini sanıyor; bir kısmı tehlikeden haberdar ama henüz yangının uzakta olduğunu, kedini o kadar da ilgilendirmediğini sanıyor: Biliyorsunuz bu benden sonra tufan aymazlığıdır. Bir küçük kesim de var tabii durmadan tehlikeyi işaret edip çığlık atan... Şimdilerde metalaşma, paralılaşma, şeyleşme, yabancılaşma, soysuzlaşma o kadar ileri boyutlarda ki, insanın bu tablo karşısında sessiz ve tepkisiz kalması anlaşılır gibi değil. Her türlü değer ölçüsü ve nirengi noktası yok olmuş durumda... O halde insanlığı bu kepazeliğin eşiğine taşıyan nedir? Eşyayı, metayı onu üreten insandan daha önemli ve 'değerli' sayan kapitalist barbarlık düzenidir... Başlarda kapitalizm insan emeğini metalaştırmıştı, şimdilerde artık metalaşmamış bir şey kalmamış gibi... Artık yaşamın her alanı metalaşma, paralılaşma, soysuzlaşma kıskacında... Artık sadece insanın emeği kazandırmıyor. İnsan varoluşuna dair ne varsa bir ticaret ve kâr metası haline geliyor. İnsanlar topluca satılıyor [ neredeyse her gün televizyon haberlerinde ve gazetelerde küçük de olsa insan kaçakçılığı manzaraları yer alıyor] bizzat insan vücudu perakende ticaret konusu, her organın bir fiyatı var ve iyi kazındırıyor... İnsan vücudunun tüm uzuvları birer kâr aracı haline geliyor. Futbolcunun kendisi değil, vücudunun her yeri reklam amacıyla kullanılıyor, gündelik yaşamda yaptığınız her şey bir kâr ve kazanç konusu haline geliyor. Cep telefonu çılgınlığı akıllara durgunluk verecek boyutlarda... Uyuduğunuz zaman bile bu sürecin dışında değil... Bir reklam: “harcadıkça kazanacaksınız...”diyor. İnsanlar sadece emeğini satmıyor, insanlar satılıyor... Tuzla'ya bak anlarsın... Gösteri endüstrisi soysuzlaşmanın nerelere vardığını gösteriyor... Reklamlar tam bir alıklaştırma ve insanlıktan çıkarma işlevi görüyor. Böylesi bir dünyada bilim ve teknik nerede duruyor ve neye yarıyor? Hiç şüpheniz olmasın artık 'modern' bilim ve teknoloji sömürünün, yağma ve talanın velhasıl yakımın hizmetinde. Dolayısıyla bilim denilen çoktan bilim olmaktan çıkmış, misyonuna ve varlık nedenine yabancılaşmış durumda... İnsanlığı ve uygarlığı yok etmenin hizmetinde bir bilim ve teknoloji olabilir mi? Durum bu kadar vahim iken hala bilim ve teknoloji hayranlığı, bilim ve teknik fetişizmi, bilimin ve teknolojinin her sorunu çözeceğine dair kör inanç rahatsız edici değil mi? İşte gösteri dünyası tam bir yabancılaşma aracına dönüşmüş durumda. Netice itibari ile bilim ve teknik sadece sömürünün hizmetinde değil, uygarlığı ve insanlığı yok etmenin hizmetinde. Teknolojideki her ilerleme daima olumlu bir şey olarak görülüyor, oysa asla böyle bir kural yok. Şu anda bilim yıkımın hizmetinde, yani insanlığın geleceğini her geçen gün daha fazla tehlikeye atan bir işleve koşulmuş durumda. Dolayısıyla bilim adamı-kadını denilen kesim yıkımın memurları durumunda... Netice itibariyle bilim denilen çoktan bilim olmaktan çıkmış durumda.

Öyleyse böyle bir dünyada sanat ve sanatçı nerede duruyor? Biliyorsunuz sanat, yaşamı güzelleştirmek için, gündelik yaşamın sıradanlığının, bayağılığının, yeknesaklığının ötesine geçmek için, hayata anlam katmak için yapılan bir insan faaliyeti, insâni bir etkinliktir. Sadece o kadar da değil, insanın kendini gerçekleştirmesini sağlayan bir etkinlik... Bence sanatla, estetik etkinlikle tanışmamış bir insan, tam insan [l'Homme tatale] değildir, Eksik insandır. Zira bir insanın yaşamında sanatın olmaması demek, onu gerçek insan yapan belirleyicilerin birinden yoksun olmak demektir. Bir yapıtın, bir etkinliğin, bir eserin sanat eseri sayılabilmesinin koşulu, sanatçının estetik öğelerin diyalektik bütünlüğünü yakalamasıyla veya aynı anlama gelmek üzere gerekli yüksekliğe çıkabilmesiyle mümkündür. Ancak estetik yaratıcılığın diyalektik bütünlüğünü yakalayabilirseniz, o yüksekliğe çıkabilirseniz, orada bir sanat eserinden, gerçek anlamda bir estetik etkinlikten söz edilebilir... Aksi halde söz konusu etkinliğin ve onun sonucu olan eserin sanat eseri tanımını hak etmesi mümkün değildir... Belki bu tespite şöyle bir itiraz gelebilir? Her sosyal sınıfın sanatı ve sanatçısı farklıdır! O zaman ister istemez şu soru akla gelecektir: Sanatçının gerçek sanatçı, ürününün [eserinin] gerçek sanat eseri olması hangi durumda mümkündür? Zira kendine her sanatçı diyen veya öyle olduğu varsayılan herkes gerçek anlamda sanatçı değildir.

Fakat tabi sanatın- sanat eserinin- bir sanat yapıtı olabilmesinin koşulu; yaratıcısının bağımsız olmasıyla mümkün. Sanatçı mutlaka bağımsız olacak, hiçbir yere, hiçbir iktidar ve güç odağına bağımlı olmayacak, hiçbir ihtiyacın karşılığı olarak hareket etmeyecek. Tasarımının bağımsızlığından ve yaratıcılığının özgürlüğünden asla taviz vermeyecek... Bence sanatçının varlık nedeni oradadır. Bu çerçeveden baktığınız zaman, kapitalizm koşullarında sanatçının pek rahat olmadığı ortada ve bu durum doğrudan kapitalizmin mantığıyla ilgili. Kapitalizm insanı işsiz, aç, çaresiz bıraktığı zaman ona kendini gerçekleştireceği asgari boş zaman bırakmıyor, birincisi budur.. İkincisi; her şey metalaşır, paralılaşır, özelleşir, soysuzlaşırken ve estetik faaliyet giderek daha çok piyasaya bağımlı hale gelirken, her şeyiyle piyasaya bağımlı hale gelirken, sanatçının gerçek sanatçı, eserinin de gerçek sanat eseri olması problemli hale geliyor. Kendini piyasaya uyumlandırmak durumunda olan biri sanatçı olmanın asgari koşullarına yabancılaşmış demektir. Dolayısıyla piyasaya bağımlı hale geldikçe yani meta kategorisine dahil oldukça, yaptığı şey sanat eseri olmaktan uzaklaşıyor ve sanatçı kendi misyonuna ve varlık nedenine yabancılaşıyor, velhasıl soysuzlaşıyor. Bir kere sanatçının bağımsız olması gerektiğini çok iyi bilmek gerekir. Mesela bir kurumun sanatçısı olmaz, bir örgütün sanatçısı olmaz. Bir siyasi partinin sanatçısı olmaz. Böyle bir şey sanatçının ve eserinin bağımsız olma zorunluluğu koşuluyla çelişir. Eğer olursa sanatçı olmaz. Bunun tarihte çok sayıda örnekleri var. Mesela Picasso'nun Fransız Komünist Partisi üyesi olduğu dönemde, belki içinizde o konuyla ilgilenenler vardır, sadece Picasso değil başkalarının da bu tip başından geçmiş olaylar var. Orada politikacının mantığıyla sanatçının yaratma gerekleri arasında mutlaka bir uyuşmazlık bir çatışma ortaya çıkıyor. İkincisi yaygın bir anlayışla ilgili: Bir sanat eseri ne kadar çok satılırsa o kadar 'değerli' sanat eseri sayılması... Bu son derece yanlıştır. Mesela bizzat Picasso'nun kendisi şöyle bir şey söylüyor: “Ne zaman sadece resim yapıyordum, eserlerim pek satılmıyordu. Ne zaman abuk sabuk şeyler yapmaya başladım çok sattı, o zaman bende dedim ki böyle şeyleri alanlar varsa niye devam etmeyeyim...” Dikkat ederseniz Picasso biraz kendisiyle biraz da başkalarıyla dalga geçiyor. Sanatçı hiçbir kaygısı olmadığı zaman, yani sadece sanatçının kendi yaratıcılığı devreye girdiği zaman, orada ortaya çıkan eser bir sanat eseridir. Fakat şu demek değildir tabi, sanatçı ben işte şu tarzda bir sanat eseri yapacağım yaratacağım falan... Öyle girişmez işe o, kendiliğinden olan bir şeydir ve bu bilimde de böyledir. Eğer bilim adamı bağımsız bir şey tasarlıyorsa o konuda yol alıyorsa, yaptığı şey bilimsellik tanımına dahil olabilir. Dolayısıyla, bu bakımdan bilimle sanat arasında da oldukça yakın bir ilişki var. İkisinde de hem sanatçının hem de bilimcinin hakikaten bağımsız olması çok büyük önem taşıyor. Şimdi kapitalizm koşullarında sanatçının ve eserinin durumuna daha yakından bakabiliriz. Neden kapitalizm koşullarında estetik yaratma faaliyetiyle kapitalist mantık çatışma halinde veya uyumsuzluk durumu geçerli? Bir kere sanat kaliteyi var sayar. Yani kalite sanat eserinin o olmazsa olmazıdır... Kapitalizmse kaliteyle değil kantiteyle[miktar] alâkalıdır. Onun asla kalite kaygısı yoktur. Oradaki yegâne kaygı, olabildiğince çok üretmek, çok satmak, çok kâr etmektir. Ve bu amaç için feda edilmeyecek hiçbir şey yoktur... Mesela şöyle düşünün; şimdi diyelim ki 80 kişinin veya 320 kişinin dahil olduğu bir tiyatro oyununun sergilenmesi, öyle bir etkinliğinin gerçekleşmesi kapitalisti o kadar ilgilendirmez ama on bin kişiyi bir stadyumda toplamak onun için çok daha önemlidir. İşte böyle bir sorun var. Kapitalizmin mantığıyla estetik yaratıcılığın çelişme noktalarından biri kalite/kantite ikilemi ve çatışmasıyla ilgili. İkincisi sanatın, estetik yaratıcılığın zaman bakımından özgür olması, zaman kaygısının olmaması gerekir. Latince bir deyim “sanat uzun hayat kısadır” der. Hakikaten de öyledir. Estetik yaratıcılığın öznesi olan sanatçının zaman kısıtlaması, süre diye bir sorunu ve kaygısı olmaması gerekir... Aksi halde yaratıcılığı yara alacaktır... Tabi bir de sanat eseri özgündür, tektir. Çok satılmayan, çok kâr getirmeyen hiçbir şey kapitalistin ilgi alanında değildir. Özel koleksiyonu için bir tablo satın aldığında bunu ayrıcalıklı konumunu göstermek için yapar. Ama asıl ilgi duyduğu şey tablo değil, onun milyonlarca röprodüksiyonudur... Fakat daha önemli bir şey var: Sanatçının veya sanatın konumu bakımından bence kritik bir şey daha var. İnsanı insanlıktan çıkaran bir süreç varsa eğer, ki öyle, insanlar robotlaşmış, insanlar arasındaki ilişkiler teknikleşmiş, insanlar arısındaki ilişkiler birebir, doğrudan değil de bir takım 'teknik araçlar' aracılığı ile gerçekleşiyorsa, insan-insan ilişkisi bir kısım araçlar dolayımıyla gerçekleşiyorsa, insanlar birbirine yabancılaşmış, insanlar doğaya yabancılaşmışsa; Bu duruma ilk isyan edenin sanatçı olması gerekir. Zira olup bitenlerle sanatçının misyonu ve varlık nedeni arasında bariz bir uyumsuzluk var demektir... Şöyle bir kenara çekilip de insanları biraz gözlerseniz, sokaklarda, metroda, büyük alış-veriş merkezlerinde vs. söylediklerimin ne anlama geldiği daha iyi anlaşılacaktır... İnsanlar ne kadar çok tüketirlerse o kadar mutlu olacaklarına inandırılmış durumdalar ve bu son derece rahatsız edici ve ahmakça. Ahmakça zira maddi tüketimle mutluluk arasında asla doğru yönde bir ilişki yoktur. İkincisi: daha fazla tüketmek, daha fazla üretmek; daha fazla tahrip etmek, daha çok yok etmek, daha çok kirletmektir. Reklamlarla, televizyon dizileriyle, futbolla, paralı/parasız yarışma programlarıyla, sorunları tartışıyormuş gibi yapan sözde tartışma programlarıyla, magazinleşen haber programlarıyla vb. insanlar alıklaştırılıyor, ahmaklaştırılıyor, köleleştiriliyor, robotlaştırılıyor, kendilerine ve kendi sorunlarına yabancılaştırılıyor. Velhasıl bütün bunlar insanları kirletiyor. İnsanın varlık nedenini ortadan kaldırıyor, robotu yüceltiyor, cansızı canlıya yeğliyor. Daha önce de söylediğimiz gibi söz konusu olan bir kadavra medeniyeti... Fakat bütün bunların iyi, insanlık için hayırlı olduğuna dair çok yaygın bir kanaat vardır. Bir kere bunun kırılması gerekiyor. Yeni olan her şey niçin üretiliyor? Daha fazla kâr için üretiliyor... Kapitalistin kâr amacıyla insanlığın varlık nedeninin örtüşmesi mümkün müdür? Böyle bir şey mümkün değildir... Onun için yani bence kapitalizmi anlamak ve onun karşısına dikilmek şu anda insanlığın sadece haysiyetini değil, varlık nedenini kurtarmanın da yegâne yoludur. Niçin durum böylesine kritik hal aldı? Kapitalizm sadece sosyal kötülükler üretmiyor, sadece savaşlar üretmiyor, sadece sömürü üretmiyor, sadece barbarlık üretmiyor, bu tuhaf bir barbarlık.. Bu barbarlık, insanın varlık koşullarını tehdit eden, yok eden bir barbarlık... Biliyorsunuz komünizmin amacı insanı özgürleştirmektir. Netice itibari ile bu nasıl olacak? Sınıfsız ve sömürüsüz, hiyerarşi olmayan, ezen-ezilenin olmadığı bir dünya olursa, sınırlar ortadan kalkarsa, insanın kendini gerçekleştirmesinin koşulları da olgunlaşmış olacak... Yani insanlar arasındaki ilişkilerin her türlü yabancılaşmadan arınmasıyla, insanlığın tarih öncesi geride kalacak, insanlık tarihi başlayacak... İşte komünizm bunun için gerekli denmişti. Ve şimdi bir adım daha öteye gitmemiz gerekiyor; artık komünizm insanlığın geleceğini kurtarmak için de gerekli hale geldi... Zaten kapitalizm için satın alamayacak durumda olanın hiç bir değeri yoktur.. Bakın kredi alabiliyorsa, artı değer üretebiliyorsa, satın alabiliyorsa onunla ilgilenir kapitalist. Kredi kullanıyorsa kâr eder, çalışıp artı-değer üretiyorsa kâr eder, satın alıyorsa kâr eder.. Artık kapitalist sadece işçinin ürettiği artı değere el koymuyor. Onu tüketim aşamasında da proleterleştiriyor. Yakın zamanda bir televizyon haberinde gördüm bir mağaza ucuzluk yapmış, insanlar kuyruğa girmişler… Kapılar açılınca millet birbirini çiğniyor, herkes bir şey kapıyor.. Bir tanesi de bir alet kapmış, kucağındaki alet mutlaka onun için gerekli bir şey değildir. Gazeteci bunu niye aldın diyor. Cevap tam da alıklaşmış insan tipine uygun: “ucuzdu, lâzım olur diye aldım” diyor... Elbette o adam bir istisna değil, çoğunluğun manzarası öyle... Ucuzdu, lazım olur diye aldım diyor.. Şimdi bakın bu tip öyle istisna değil. Böyle birinin kendi konumu, insanlığın geleceği vb. konusunda bir kaygısı bir düşüncesi olabilir mi?

O halde sanatçının bu kepazeliği, duruşu ve yaptıklarıyla eleştirmek, teşhir etmek, bilince çıkartmak, gözler önüne sermek, tehlikeye dikkat çekmek bakımından çok büyük bir tarihsel, bireysel, etik, estetik ve entelektüel sorumluluğu var, olması gerekiyor. Çünkü gerçekten büyük bir tehlike ve sevimsiz bir durum söz konusu. Sanatçı denilen kesimin genel olarak bu tablo karşısında maalesef kendi etiğine yaraşır bir tavır içinde olduğunu söylemek mümkün değil. Elbette istisnalar vardır ve istisnalar kuralı doğrulamak içindir. Diyeceksiniz ki, bu sadece sanatçı kitlesini mi angaje etmektedir. Onu söylemek istemiyorum, buradaki tartışma konumuz daha çok sanat ve sanatçı olduğu için bunu söylüyorum.. Yani bakın böyle bir tablo var ve ne kadar üzerinde durulsa azdır. Şimdi hakikaten hayatı anlamsızlaştıran, yok eden, doğa tahribatını derinleştiren bir süreç hızla yol alıyor. Müthiş bir anlam kaybı söz konusu... Daha önce de ifade ettiğim gibi değer ölçüsü ve nirengi noktası yok olmuş durumda. Şimdi mesela bakın etik bakımdan söylüyorum türkücü/şarkıcı tayfasından bir kişi bir bayan bir bay bir yerde 3-4 saat süren bir konser veriyor ve 80 bin YTL 'kazanıyor'.... İşte bir televizyon haber sunucusu bir kanaldan diğerine transfer oluyor, bilmem kaç milyon YTL transfer 'ücreti' alıyor... Bir futbolcu 20-30 bin ytl ye transfer oluyor.Bir tıp profesörünün aylık geliri 62 bin ytl.. İşte bir televizyon dizisinde oynayan şu kadar alıyor vb. Şimdi bunu sorgulamayan bir toplum olamaz. Eğer sizin ülkenizde asgari ücret 432 YTL ise ve siz bu durumdan rahatsızlık duymuyorsanız, orada bir sakatlık, bir yanlışlık var demektir. Bir futbol teknik direktör ayda 120, 130 bin YTL alıyorsa, insanlar bunu sorgulamıyorsa orada bir sorun var demektir. Bu değer ölçüsünün kaybolduğunu gösterir. Dolayısıyla bence sanatın bütün dallarının ve sanatçıların her çeşidinin bu durum karşısında çok daha farklı tavır takınması gerekiyor. Fakat bu konuda yeterli duyarlılık ve tepki yok. Tabi bu söylediğim bilim cephesi içinde geçerli. Şimdilerde bilim daha çok satmanın, insanları alıklaştırmanın daha çok kâr etmenin aracına dönüşmüş bulunuyor, onun için entelektüel estetik bilimsel alanla ilgili çok ciddi bir sorunla karşı karşıyayız. Biliyorsunuz ki, kendi etiğine yabancılaşmış, kendi etiğine ihanet etmiş ne bir bilim ne bir estetik insanı olamaz ve şu anki manzarada da söz konusu taifenin durumu da son derecede rahatsız edici. Mesela bir sanatçının, diyelim bir tiyatro sanatçısının, reklamda rol almasından daha büyük bir ayıp olamaz. Niçin olamaz? Çünkü o reklam niçin çekiliyor ve yayınlanıyor? O reklam insanları daha çok tüketmeye sevk ediyor, daha çok tüketmek saçma bir şey ve şimdi bakın mesela iki türlü insan var şu anki hür dünyada buna küreselleşmiş dünya diyorlar. Küreselleşme emperyalizm tabi. Küreselleşme Coca cola aydınlarının uydurduğu bir şey, ama herkesin ağzında.. Sende kullanıyorsun tabiatıyla. Şimdi bir tiyatro sanatçısı ne yapar; tiyatro eserini sergiler, orada oynar, bir tiyatro eseri yazar vs. Reklama çıktığı zaman ne yapar? Toplumun kirletilmesinde rol alır, insanların alıklaştırılması sürecine katılmış olur, doğanın tahribine hız kazandıranlara hizmet etmiş olur... Çünkü daha çok tüketmek, daha çok üretmek, daha çok doğa tahribatı demek. İkincisi her reklam bir emirdir. Reklam insanları alıklaştırıyor, köleleştirip/ robotlaştırıyor... Görüyorsunuz tamamen farklı bir zemine savrulmuş durumda... Amacı ve varlık nedeni hayatı güzelleştirmek, hayata anlam katmak, insanı günlük yaşamının monotonluğundan, bayatlığından, bayağılığından kurtarmak olması gereken biri nasıl tamamıyla farklı bir zemine savruluyor... Ve alıklaştırmanın, ahmaklaştırmanın, soysuzlaştırmanın hizmetine koşuluyor. Aynı şekilde mesela kendisiyle tutarlı bir sanatçının bu televizyon dizilerinde oynaması da arzulanır bir şey değildir. Neden öyledir, neden uygun değildir? Bu sorunun cevabını söz konusu dizilerin neden çekildiğinden hareketle verebilirsiniz... Söz konusu televizyon dizileri estetik kaygılarla mı yapılıyor.. Var olanı eleştirip/teşhir ederek yaşanmış ve yaşanan sürecin anlaşılması, bilince çıkarılması için mi yapılıyor? İnsanların dünyayı daha iyi anlaması için mi yapılıyor… Hayata anlam kazandırmak için mi yapılıyor… Bir şeyin eleştirisi için mi yapılıyor.. Para kazanmak için yapılıyor.. Bu da nasıl oluyor? Televizyon dizisi sizi televizyona kilitliyor.. Araya reklam koyuyor.. Aslında reklamın arasına sizin programınızı koyuyor.. Toplumu alıklaştırmak için.. Senaryoyu yazan, onu çeken, orada oynayan, onu oynatan, reklam veren vb. hepsinin birincil ve ortak amacı para kazanmak, kâr etmek... Para kazanmak için yapılan sanat olmaz, o bir metadır. Coca-cola gibi, cep telefonu gibi, çikolata gibi... Eğer durum böyleyse yapılanı savunabilir misiniz? Elbette iş o kadarla da bitmiyor ve bir taşla birden çok kuş vurmak mümkün hale geliyor. Bu reklamlar ve televizyon dizileri toplumu alıklaştırdığı oranda onu kendi sorunlarına da yabancılaştırıyor, insanları apolitize ediyor... Bir sanat insanı, kadın olsun, erkek olsun yaptığı şeyin anlamını ve işlevini sorgulamaktan vazgeçebilir mi? Sorguladığı anda da zaten böyle bir saçmalığa ortak olmaz... Buradan şöyle bir sonuç çıkıyor. Tabi biliyorsunuz işte sanatın çok farklı dalları var, insanlar burada faaliyet gösteriyor, bunların kapitalizmle olan ilişkileri de tabiatıyla birbirinden farklı.. Yani o, sanat dallarının farklılığından kaynaklanan bir şey.. Fakat genel olarak piyasayla uyumlandığında, piyasaya kendini uyumlandırdığında artık sanatçının tutarlılığı problemli hale gelir ve geliyor. Bu aşamada şöyle bir soru akla gelecektir: O halde bu işin içinden nasıl çıkılabilir? Sanatçı denen insanın da geçinmesi lâzım, yaşaması lâzım... Bu arada da estetik etkinliğini sürdürmesi lazım. Bir taraftan da kapitalizmin baskısına maruz.. Bu durumda bu işten nasıl çıkılacak? İsterseniz bunu burada birlikte tartışabiliriz, fakat ben kısaca bir şey söyleyeceğim; şimdi sanatçının ürettiğinden geçinmesi, ancak kendi yaratıcılığını tehlikeye atmadığı zaman tolore edilebilir bir şeydir. Mesela Leonardo da Vinci bir dükün himayesi altına girdiği zaman, bu Leonardo'nun yaratıcılığını riske atmıyorsa, onun açısından bir sorun yaratmayabilir. Fakat öyle bir durum olabilir ki sanatçı bağımsızlığını yitirebilir veya bağımsızlığı riske girebilir. İşte o zaman sözünü ettiğim kritik bir eşik söz konusu olur. Sanatçı bütün zorluklara rağmen iki iş yapması gereken biri gibi görünüyor. Bugünün kapitalist dünyasında bir taraftan ekmek parası kazanacak, bir taraftan da sanatçı faaliyetini sürdürecek. Eğer bunu yapmazsa mesela diyelim ki bir şair yada edebiyat adamı yazdıklarından geçimini sağlarsa, kitabını yayınlayan yayın evine bağımlı hale gelebilir. Bir süre sonra ondan aldığı siparişlere göre yazmaya başlar. Ve o eşik aşıldıktan sonra edebiyatçıdan değil de kapitalist yayın evininin maaşlı memurundan söz edilebilir. İşte benim kritik eşiğin aşıldığı nokta dediğim orasıdır. Dolayısıyla yani sanatçı bağımsızlığı konusunda son derece kıskanç ve hassas olması gereken biridir... İlkelerine bir kere ihanet edersen artık ipin ucunu kaçırmak kaçınılmaz demektir... Ve böylesi bir ilkesizlik ve tutarsızlık onu sanatçı olmaktan süratle çıkaracaktır. Tabi burada sanat, sanatçı, sanatın kimin için ne anlama geldiği vs. birazdan onun tartışmasını yapabiliriz. Bu bağımlılıktan kurtulmak için dediğim gibi sanatçının kendi yaşam koşullarını başka bir biçimde karşılaması gerekiyor. Zaten geleceğin sınıfsız toplumunda sanatçı diye ayrı bir insan grubu da olmayacak, olmaması gerekir. Nasıl orada sanat bir boş zaman etkinliği olacaksa, kapitalizm koşullarında sanatçı daha büyük zorluğa göğüs germek zorunda. Zira kapitalizm ona estetik etkinlik için gerekli zamanı bırakmıyor... Elbette bu sorunu kapitalist toplum içinde bir takım örgütlenmeler yoluyla vs. aşmak mümkündür. Fakat kapitaliste veya piyasaya bağımlılık koşulları konusunda son derece dikkatli olması gerekiyor. Bu söylediklerimden şöyle bir sonuç çıkar, Che Guavera diyor ki “insanı değiştirmeyi teklif etmeyen devrim beni ilgilendirmez” bence kapitalizmi sorun etmeyen bir sanatçı da bizi ilgilendirmemesi gereken biridir. Neden öyle olması gerekir, çünkü toplum onun estetik yaratıcılığına imkân bırakmayacak bir kritik eşiğe doğru ilerlerken, aymazca bir tavır takındığı için. Şimdi tabi bu söylediklerimden sonra iyimserlik kötümserlik sorusu ortaya çıkar. Diyorlar ki, kötümser bir tablo ortaya koyuyorsun, moral bozucu bir tablo çiziyorsun. Aslında böyle bir şey yok.. İyimser de kötümserde aynı kötülükle mâlûldür. Çünkü ikisi de realiteyi [gerçeği] olduğu gibi görememekten, kavrayamamaktan kaynaklanan bir aymazlık veya yetersizlik içindedirler. Dolayısıyla iyimser mutlu bir ahmaktır, kötümser de mutsuz bir ahmaktır. Bu ikisinden biri olmamak için iyimser/kötümser ikileminin dışında düşünmek gerekiyor. Benim söyleyeceklerim şimdilik bu kadar. Teşekkür ederim..

ÖZGÜR BAŞKAYA: Biz de Özgür Tiyatro ve dinleyiciler adına teşekkür ederiz!

Not: Bu söyleşinin sonundaki soru-cevap kısmı teknik aksaklıklar nedeniyle deşifre edilememiştir..Okuyucularımızdan özür dileriz..

Bu söyleşiyi kameradan çözümleyen arkadaşımız Tamer Gören'e ve redakte eden arkadaşımız Sibel Aduş'a teşekkür ederiz.

ÖZGÜR TİYATRO