Hilmi Bulunmaz
2 Şubat 2008
Ful Yaprakları
Oğlum askerden geldi. İşlerim kolaylaştı. Her işime koşan, her şeyime ortak olan oğlum, henüz askerden geleli on beş gün olmuşken, beni Ful Yaprakları oyununa götürdü. Atatürk Kültür Merkezi Oda Tiyatrosu’nda oynanan oyun, yaşamı tiyatralize edemeyen bir süreç olarak belleğime kazındı…
Ful Yaprakları’nın; niçin yazıldığını, neden oynandığını, nasıl yönetildiğini anlamak için müneccim olmak gerekir. Oyunu izlerken; ayakkabılarım ayağımı sıkmaya, kalbim daralmaya, midem spazm geçirmeye ve beynim dumura uğramaya başladı. Tam iki saat estetik işkence gördüm. Dışarıdaki devingen yaşam, daha tiyatro binasına girerken durağanlaşmaya başlamıştı. Oyunun ruhsuzluğu, caddeye, hatta Taksim Meydanı’na dek yansımıştı. Tiyatro binasına yaklaştıkça, ruhumun tutsak olmaya başladığını duyumsuyordum…
T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü İstanbul Devlet Tiyatrosu Müdürlüğü, insanın üzerinde müthiş bir estetik faşizm duygusu bırakıyor. Binanın siluetinden başlayarak, insanın ruhuna saldıran bir durağanlık içerisinde olan Devlet Tiyatroları, içi çürümüş tiyatro cesedinin kokmaya başladığının ipuçlarıyla dolu; Atatürk Kültür Merkezi binasının bir ucube olması, bu binanın geceyi daha da kasvetli hale getiren mimarisi, faşizmin ayak seslerinin gizlendiği kasayı andırması; insana müthiş bir ölüm korkusu veriyor. Binaya girerken, insan ruhunu üşüten daraltıcı merdivenler, vestiyerin kimsesizler mezarlığına benzer görünümü, yer göstericinin buzdolabı imgesini çağrıştıran bakışları, izleyici koltuklarını dolduranların neyle karşılaşacaklarını bilemez durumda olmaları, oyun başlamadan önce bir tür nöbetçi oyuncu gibi sahneye tutsak edilmiş kişinin anlamsızlığı…
Gelelim oyuna…
Oyunu Civan Canova yazar gibi yapmış. Turgay Kantürk yönetir gibi yapmış. Özlem Güveli Türker ve Özden Çiftçi oynar gibi yapmışlar. Hakkını yemeyelim; tüm “gibi”lere karşın, Musa Uzunlar oynama gayreti içerisine girmiş…
Elimize tutuşturulan A-4 kağıdına fotokopi olarak çekilmiş metine göre:
“Oyun, internet teknolojisinin sağladığı iletişim kolaylığını bunun yanında yarattığı anti sosyal bireyleri, bu bireylerin yaşadığı yalnızlığı, sanal dünyada yaratılan sanal hayatları, yalanları, gerçekleri irdeliyor.”
Elimizdeki kağıdı bir harita olarak görürsek; bu haritanın gösterdikleriyle sahnedekiler çakışmıyor. Oyunda felçli bir bayan, sürekli sarhoş bir adam ve bir fahişenin iletişimsizliği anlatılıyor. Felçli biri, sarhoş biri, fahişe biri iletişimsizlik içerisinde olduğunda, Internet teknolojisinin eleştirilmesi ikincilleşiyor. Yazar, oyunu renkli kılabilmek için en ucuz yola başvurmuş; ayrıksı (marjinal) kişileri karaktere dönüştüremeden, tip olarak kağıda dökmek. Yönetmen de bu ayrıksıları, biraz daha ayrıksılaştırarak, işin kolayına kaçmış yada “babamın adı Hıdır, elimden gelen budur” güçsüzlüğüyle yansılamış!...
Elimizdeki kağıdın ikinci paragrafı tek tümceden oluşuyor:
“Orada kimse yok mu?”
Biz de soruyoruz:
Nerede?...
Elimizdeki kağıdın üçüncü paragrafını aktaralım:
“‘Dünyada beni özleyen, sesimi duymak isteyen tek bir canlı dahi yok.’ Ne yürekler yırtan bir haykırıştır bu. Yaşam hiçbir evresinde kucak açmamıştır; koca şehrin ortasında, tek kişilik hücrelerinde yaşamak zorunda bırakılanlara. Tek yol kendilerine benzer birilerini bulmaktır. Ama ‘kendilerine benzer’ birileri de yoktur aslında. Çünkü o ortamda kendileri bile kendilerine benzememektedir. O halde gerçeği sanalın içinde eritmek ve de yeniden şekillendirmek gerekmektedir.”
İlköğretim öğrencilerinin bile rahatça daha iyisini yazabileceği çiziktirmeler yukarıdaki sözler. Bir amatör tiyatro, böyle bir metinle insanları oyun izlemeye çağırsa, insanların gideceği varsa da gitmez. Küçük burjuvaların günde beş vakit kullandıkları buna benzer sözler, “dök içini rahatla”dan ileri bir anlam taşımıyor. İnsanları F Tipi cezaevlerinde çürütmek isteyen kapitalizm, yaşamda da tek kişilik hücrelere tutsak etmek istediği insanları, yalıtık bir biçimde yaşamaya zorlar. Ne var ki, kapitalizmin çanağını yalayarak tiyatro yapanlar, çanağını yaladıkları kapitalizmin adını ağızlarına alamazlar. Alırlarsa, ağızlarına kırmızı biber sürülür yada Allah çarpar!...
Mustafa Demirkanlı’nın sahibi olduğu Tiyatro… Tiyatro… dergisinin yıkama-yağlama yaparak yüceltmeye çalıştığı Devlet Tiyatroları, Ful Yaprakları’nı da oynasa, “İncil Yaprakları”nı da oynasa, kapitalizmin “Kul Yaprakları” olmanın ötesine geçemez…
Yazımızı bitirirken; çevre tasarımının anlamsızlığı, giysi tasarımının işlevsizliği, saydam gösteriminin gereksizliği ve özellikle Enver Başar’ın yaptığı ışığın rezilliğini de dile getirmemiz gerekir…
Not: İki saatlik ıstıraptan sonra, beş dakikada yazdığım eleştiri, benden önce/başka yazılan eleştirileri de göz önünde bulundurularak, yeniden yazılabilir…