4 Kasım 2007 Pazar

Trier: Karl Marx'ın doğum yeri.

Cemal Bulunmaz


Otobana komşu kasabalardan birinde geçirilen geceden sonra sabahın erken saatlerinde Trier'e doğru yola çıkıyorum. Aracın navigasyon’u sayesinde sorunsuz biçimde şehre ulaşıyorum. Trier Stadt tabelasının altından otobandan çıktığımda, bu navigasyon’un bana verdiği son emir oluyor ve mekanizmayı kapatıyor, şehrin merkezine giriyorum.

Trier, Roma İmparatorluğu’nun hüküm sürdüğü Alman topraklarındaki pek çok Alman şehri gibi çok eski. Şehir Romalılar zamanında çok önemli bir rol oynamış ve Roma İmparatorluğu’ndan kalan pek çok eseri barındırıyor. İmparator Augustus tarafından M. Ö. 15 yılında kurulan Trier bir yüzyıl sonra Roma İmparatorluğu’nun Belgica Bölgesi’nin ve ardından Gaul Bölgesi’nin başkenti yapılmış. O günlerdeki Latince adı “Treveri” olarak söyleniyormuş. Roma İmparatorluğu egemenliği altında 50.000 nüfusa ulaşan şehir politik öneminin yanında güçlü bir ticari merkez haline gelmiş ve bölgenin hemen hemen tüm şarap ticaretine ev sahipliği yapmış.

Önünden geçtiğim tarihi yapılar ve görece daha yeni binalar nedeniyle zaman zaman Almanya’da olduğumu unutuyor, tipik İtalyan şehirlerini anımsıyorum. Unesco’nun kültür mirası listesinde bulunan Trier’de farklı kültürlere ait çok sayıda tarihi yapı var.

Almanya’da en çok karşılaştığım şeylerden biri trafik cezaları oluyor. Ancak uzun zamanda edindiğim deneyimlerimin ardından bu ülkenin hemen her türlü trafik cezasına bağışıklık kazandım. Park yeriyle ilgili küçük bir sorun yaşıyorum, cezalarla karşılaşmamak için en doğru yeri buluyorum. Almanların “buraya ancak Smart sığar” dediği bir boşluk buluyorum, ve park etme konusunda İstanbul’da edindiğim güçlü tecrübemle orta büyüklükteki aracımı söz konusu yere sığdırıyorum. Yine İstanbullu olmanın haklı gururuyla kapıları kilitlerken çevreme bakınıyorum, ancak bu başarıma tanıklık eden bir tek Alman göremiyorum.

Kahvaltımı Türklere ait bir lokantada yapıyorum. Kilometrelerce uzakta tercihim yine ezogelin çorba. Şehirdeki ilk durağım katedrale doğru yola çıkmadan önce Lokantanın sahipleriyle vedalaşıyorum.

Şehrin katedralinin esin kaynağı da Latin tarzı. Trier’in katedralinin çevresi dar sokaklarla dolu ve hemen hemen tüm yapıların korunduğu bu bölgeye Catedral Şehir deniyor. Dar sokaklar kimisi 8. yüzyıla dek uzanan büyük duvarlarla dolu. Katedralden şehrin ana caddesine ve oradan da “Dietrichstrasse”ye devam ettiğinizde karşınıza görkemli bir yapı çıkıyor. Frankenturm (Franko Kulesi) 11. yüzyıldan kalma Roma mimarisinin mükemmel bir örneği. Kendi tarzında tamamen korunmuş tek örnek olan kule adını 14. yüzyılda yaşamış olan Senheimlı Franco’dan alıyor. Binayı yalnızca dışarıdan görmek mümkün. Şehrin merkezinde son olarak Hauptmarkt’a yürüyorum. Burası şehrin tam merkezi.

Öğle yemeğinin ardından arabamı park yerinden alıyorum. Sorun yok. Parkla ilgili ödemeyi doğru yapmış ve zamanında geri dönmüşüm, cezayla karşılaşmıyorum.

Arkeolojik anlamda çok önemli bir yer olduğundan, Trier’de görülmesi gereken pek çok yer şehir merkezinin dışında sayılır. Bunlardan bence en önemlisi Roma zamanında inşa edilen bir köprü. Köprünün ilk yapımının M. S. 144 – 152 yılları arasında yapıldığı belirlenmiş. Öte yandan Kaiserthermen (İmparatorluk Hamamları) çok ilgi çekiyor. Roma İmparatorluğu’nda günlük yaşamın vazgeçilmez bir parçası olan bu hamamlar 1600 yaşında. Bugün kısmen yıkılmış olan yapının banyo kısmını görmek olası.

Şehrin en az Roma İmparatorluğu döneminde önemli bir merkez olması kadar ilginç bir özelliği daha var: Trier Karl Marx’ın doğum yeri. Ünlü düşünürün sanayi merkezlerinden birinde değil de o günlerde 10.000’den az nüfusu bulunan böyle küçük bir yerde doğmuş olması şaşırtıcı. Siyasal ve ekonomik anlamda tüm dünyanın kaderini değiştiren Karl Marx’ın 5 Mayıs 1818’de doğduğu ev bugün “Karl Marx Müzesi” olarak düzenlenmiş. Almanya’da bulunan Karl Marx’la ilgili pek çok caddenin aksine evinin bulunduğu sokağın orijinalliğinin korunması açısından değiştirilmemiş, evin adresi doğduğu gün olduğu gibi hala “Brueckenstrasse 10”.

Trier’in dışına doğru yol alırken son durağım yine Roma döneminden kalma anfitiyatro oluyor. Şehrin tarihi duvarlarının hemen dışında bulunan bu yapı oldukça yaşlı ve tüm dünyadaki örneklerinde olduğu gibi hayvanlarla yapılan gösteriler ve gladyatörlerin dövüşlerinde kullanılmış.

Şehirden ayrılırken aklımda kalan en önemli şey, Almanya topraklarında olmama karşın çok sık kendimi İtalya’da hissetmiş olmam. Trier’in şirin şehir logosunun bulunduğu dev posteri zarar görmemesi için arabanın bagajına özenle yerleştiriyorum. Bir sonraki durağıma doğru hareket ediyorum, daha birkaç dakika geçmeden binalar hızla azalıyor, yeşilliğin içinde yol almaya başlıyorum.

Trier’de hava iyice kararıyor, bense batıya doğru gittiğimden güneşin ufukta alçalmasını bir süre daha izliyorum.

tıkla: BizimAvrupa