10 Ekim 2007 Çarşamba

İnangül, Beckett'e bakıyor... 1

Polat İnangül
10 Ekim 2007


“HİÇ ADAM” SAMUEL BECKETT’E

(Yaşamı, Sanatı Ve Yapıtları Açısından)

ÖZET BİR BAKIŞ

(I.Bölüm)


Absürd Tiyatro toplumsal yabancılaşmayı bir insanlık durumu olarak almış, dünya savaşlarının yol açtığı, bunalımdan kaynaklanan kötümser, bilinemezci, hiçlikçi, yaşamın mantık dışılığı ve anlamsızlığını ortaya koymaya insanlar arası iletişimin olanaksızlığını göstermeye çalışmıştır. Absürd tiyatro bu düşünce yapısı doğrultusunda, geleneksel dramatik biçimleri ve anlamlı diyalog düzenini yıkmış, eylem ve çatışmaya bağlı olmayan bir oyun yapısı kurmuş, mantığa aykırı bir diyalog düzenini oyun dili haline getirmiştir.

İnsanlığın durumunun absürdlüğüne karşı duyulan bu metafizik üzüntü yaygın anlamıyla, Beckett, Adamov, İonesco, Genet, Pınter gibi yazarların oyunlarının başlıca konusudur fakat absürd tiyatro, olarak isimlendirilen akımı tanımlayan, absürd sözcüğünde olduğu gibi yalnızca konu değildir. Yaşamın anlamsızlığına ülkülerin, saflığın ve amacın kaçınılmaz olarak diğerlerine benzer bir duyguda yazarların yapıtlarının çoğunun ana konusudur. Absürd tiyatro “insanlığın durumunun anlamsızlığını” duygusunu ve akılcı yaklaşımı, akılcı araçların ve düşüncenin terk edilmesiyle açıklamaya çalışır. Absürd tiyatro, insanlığın durumunun absürdlüğünü, tartışmayı bırakmıştır, onu yalnızca varlık olarak yani somut sahne görüntüleri açısından sunar. Aynı zamanda değer yitimine uğramış diliyle, sahnenin soyut görüntülerinden çıkacak bir “şiir”e de yatkınlık gösterir. Dil öğesi bu anlamda yine önemli bir rol oynar; ancak, sahnede olup biten, kişilerin ağzından çıkan sözleri aşar ve çoğunlukla onlarla çelişir. Örneğin İonesco’nun Sandalyeler’inde, oyunun şiirsel içeriği söylenen yavan sözlerde değil, onların, sürekli artan sayıda ki boş sandalyelere söylenmesinde yatar.

Absürd tiyatronun temelinde geniş ölçüde, batı geleneğinin antik uzantıları vardır ve Fransa’da olduğu kadar İngiltere’de İspanya’da İtalya’da Almanya’da İsviçre’de, Doğu Avrupa ve ABD’de yazar ve yorumcuları bulunmaktadır. Bunlardan en önemlisi ve en büyük temsilcisi ise Samuel Beckett’dir.

Beckett’in Yaşamı (1906-1989)

Absurd tiyatronun temel isimlerinden Samuel Beckett Dublin’de 1906 yılında dünyaya gelmiştir. İrlanda kökenli olan Beckett Oscar Wilde, Bernard Shaw ve William Buttler Yeats, gibi orta sınıftan bir ailenin çocuğudur. Protestan azınlıktan olan ailesi, öteki Protestan aileler gibi Katolik çoğunluktan, belirgin düşünme yetenekleri, duyguları ve ruhu baskı altında tutan sert yaşantıları ile ayrılıyorlardı. Beckett’in Birinci Dünya Savaşı yıllarına rastlayan çocukluğu böyle bir sosyal ortamda geçer. Yapıtlarında dine özellikle de İsa’ya ve çarmıha gerilişe yer yer dokunmasına bakarak, dinin bu ilk yıllarda Beckett’i derinden etkilediği söylenebilir. Çocukluğunda din eğitimi, gençliğinde Dublin’de İngiliz, Fransız ve İtalyan edebiyatı eğitimi görmüştür. 1923’te Dublin Üniversitesi’nde Trinity College’e girmiştir. 1927’de edebiyat lisansı almıştır. Notları iyi olduğu için üniversite tarafından Paris’te Ecole Normale Superrore’a İngilizce okutmanı olarak gönderilmiştir.

Paris’e gelince James Joyce ile tanışır aralarında gelişen dostluk, henüz yirmili yaşların başındaki Beckett’i aydın çevresine kabul ettirir. Ayrıca Paul Valery, Leon Paul Farque, Jules Romain’le arkadaşlık kurar Parist’e geçen iki yıllık zamanda İngilizce’den Fransızca’ya çeviriler yapar. Joyce’a yardım eder, Proust üzerine bir inceleme hazırlar. 1931’de yayınlanacak olan Proust incelemesinde Beckett, Proust’un düşüncelerinin yanı sıra kendi düşüncelerini anlatır. Ayrıca bu incelemede, insanlar arasında iletişimin, aşkın, dostluğun olanaksızlığı gibi ileri yapıtlarında ele alacağı temalarında ipuçlarını verir. Parist’en sonra Beckett bu kez romans dilleri yardımcı profesörü olarak Tirinity Collage’a döner. Ancak Paris’ten uzak kalamayacağını anlamıştır. Edebiyat Doktoru payesini alır. Ancak kendisinin öğretim yapmak için yaratılmadığı kanısına varır ve meslek yaşamına son verip 1937’de Paris’e yerleşir. Paris’te Whoroscope adlı şiiri ile ödül kazanmış ve şair olarak tanınmıştır. (Bu şiir Descartes hakkındadır: “yanılıyorum o halde varım”). Paris’i tercih etmesinin sebebi güzel sanatların tartışıldığı ve pazarlandığı bir şehir olmasının yanı sıra, insan kalabalığı içinde bireysel yaşantıyı sürdürebilme olanağı olmasıdır. More Pricks Than Kicks (Tekmeden Çok Çifte) adlı öykülerinde tanıdığımız Belacque isimli kahraman gibi Beckett’de rutin adamı değildir. Değişiklik onun için yaşamın anlamlarından biridir.

İlk romanı Murphy’i 1938’de yayınlanmıştır. Yalnız çevresinden, sevdiğinden değil, kendinden de kaçan bir adamın ve sevgilisi Celra’nın hiçbir yere varamayan serüveninin ve aralarında bir türlü kurulamayan iletişimi anlatan yapıt beklenen ilgiyi görmez. Bundan sonra Fransızca ilk oyunu olan, Eleutheria’ı yazar. Üç perdelik bu oyun ikiye bölünmüş bir sahnede oynanmak için yazılmıştır. Beckett bu yapıtta sosyal ve evcil sorumluluklardan kurtulmaya çalışan bir genci anlatır. Murphy ve Eleutheria Beckett’in bireysel yaşama ve özgürlüğe olan özleminden doğmuş iki yapıttır.

Paris, Beckett’in sığındığı bir limandır sanki. Yine bu şehirde kendi yapıtlarındakine benzer bir macera geçer başından. 1938 kışıdır; bir gece Paris sokaklarında gezerken bir serserinin saldırısına uğrar. Göğsünden bıçaklanır. Kendisini yoldan geçen bir genç kız hastaneye götürür. Bu bayan daha sonra evleneceği Suzanne Dumesril adlı piyanisttir. İyileşip hastaneden çıkınca hapishaneye gidip kendisini bıçaklayan adamla görüşen Beckett ona bunu neden yaptığını sorar. Yanıt: Bayım, inanın bilmiyorum! (Bu yanıt Molloy veya Godot’u Beklerken’deki kişilerden birine ait olabilirdi pekala…)

1939’da savaş çıkınca Beckett İrlandalı yani tarafsız bir bölgenin insanı olduğu için, Almanların işgalindeki Paris’te yaşamaya devam etmiştir. Tam bir Nazi düşmanıdır, yeraltı hareketlerine katılır ve Paris’ten ayrılıp Fransa’nın güneyine sığınmak zorunda kalır.1

1945’de yeniden Paris’e döndüğünde Beckett’in en verimli dönemi başlamıştır. Beş yıl içinde en önemli yapıtlarını Molloy, Malone Ölüyor, Adlandırılamayan adlı romanlarını Eleutheria, Godot’u beklerken, Oyun Sonu oyunlarını ve Hiç İçin Öyküler ve Metinler başlığı altında topladığı yazılarını ve öykülerini yazar.

Yaşamının sonuna kadar Fransa’da kalan Beckett, Paris’te kendisini kapattığı evinde, dünya üzerindeki Pessimizm’i besleyerek; yaşamdaki aptallıklara, saçmalıklara uyumsuzluklara acılara bakıp neredeyse dünyaya küserek yaşamıştır. Hiç ödün vermemiş hiçbir gazeteciyle görüşmeyi hiçbir toplantıya konferansa, galaya katılmayı kabul etmemiştir. Nobel ödülünü kazanır ancak ödülünü almaya Stockholm’a gitmek yerine Tunus’a tatile gider.2

Alçakgönüllü bir yaradılışı olan Beckett, içe kapanık ve katı ilkelere sahiptir. Peggy Guggenheim’in notlarına göre, dünyaya geldiğine pişman gibidir. Bu uzun boylu, zayıf adam adeta nefes almaktan hoşlanmıyordur. Çevresi ve ailesiyle ilişkisinin zaman zaman çatışmalı, genelliklede durgun ve mesafeli olduğu bilinen Beckett şöyle der:

“…Evdekiler benim mutlu olmam için ellerinden geleni yaptılar. Ne yazık ki mutluluk yeteneğim yoktu. Bazen yalnız hissederdim kendimi, durup dururken sıkılırdım…” 3

Beckett 1937-1950 yılları arasında hemen her yıl Dublin’e giderek sinirleri ve beyni eriten bir hastalığa yakalanmış olan annesinin başında oturup onun yavaş yavaş ölmesini izlemiştir. Bilinci ayakta tutma yolunda son çabalarını harcayan, ölmeye yatmış yaşlı insanları anlattığı yapıtlarında, kuşkusuz, babasının ve annesinin yatağı başında geçirdiği saatlerin ve günlerin büyük etkisi vardır. Babasının ölümüne neden olan iki kalp krizi sırasında da ailesinin yanındadır. 1933 Aralık ayında Londra’ya gittiği ve bir klinikte psikanaliz yaptırdığı biliniyor. James Joyce’un kızı ile de burada tanışmıştır. Beckett, genç kızın kendisine olan ilgisine yanıt vermemiştir. 1961’de evlendiği Suzanne Dumesnil ile yaşamının sonuna kadar evli kalmış ancak, Beckettlerin hiç çocuğu olmamıştır.

“…ölümlü insan yaşamının kısır çabalarına ağıt yakan, doğmamış olmayı erdem sayan bir yazarın varoluşun tedirginliğine tutsak edeceği bir bireye can vermesi elbette düşünülemezdi…” 4

1989 yılının başında Beckett kendi isteğiyle Paris’teki evinden ayrılıp bir bakımevine gider çünkü karısına yük olmak istemiyordur. Sabahları yarım saatlik bir yürüyüş dışında kalan saatlerde okudu, notlar düştü. Öldüğünde başucunda, Dante’nin İlahi Komedya’sı vardı.

Beckett’in Sanatı

Samuel Beckett oyun yazarlığı ve yazın sanatı anlamında A. Strindberg, L.pirandello, Alfred Jerry, Antonıin Artaud, Eugene İonesco ve Jean Genet’den etkilenmiştir. Beckett’in biçim anlayışında Jarry’nin büyük etkisi vardır. Dilin alışılmışın dışında kullanılışı, ilkin o zamana dek kullanılan dilin sağlam bir anlaşma aracı olarak kabul edilemeyeceğinin farkına varılması ile başlamıştır. Dile karşı ilkin, gerçeküstücüler saldırırlar. Düş dünyasını yaşantı alanımızın bir parçası kabul ederler. Söz, sadece bir araçtır. Artaud’un dil konusundaki düşünceleri Beckett’i etkilemiştir. Dilin rolünü değiştirmek ve önemini azaltmak gerektiğini söyleyen Artaud, kavramsal dil yerine doğaötesi bir dilin kullanılması gereğini savunur.

Diğer yandan Beckett, bir çok yönden Çehov’un oyunlarında belirginleşen içe dönüklüğün, ilişkisizliğin, konuşmaların içinin boşalması ve eylemsizliğin bir devamını anlatır gibidir. Çehov’un oyun kişileri, yaşamlarının anlamlarını yitirmiş, sevdikleri, bağlandıkları hiçbir şey kalmamış, iç sıkıntısı içinde boğulmaktadırlar. Beckett da Çehov gibi oyunlarında durgun, dahası donmuş bir dünyayı anlatır. Söz gevezelikten öte anlam taşımaz. Beckett’in kahramanlarının zaman öldürmekten başka bir işi yoktur; kaldı ki bu bile onlara ağır gelir. Son ve kesin dağılışlarını, bitişlerini düşlerler. Kişiler sağır dilsiz, kör, kötürüm olurlar ve anıları, bellekleri yok olur. Beckett’in tüm yapıtları yazarın yaşamıyla bir bütün oluşturur. Bu bütünün içerdiği temel eylem “endişe içinde yaşamak”tır. Martin Esslin ise bu durumu Beckett’in kendisinin Joyce’un “Work in Progres”i üzerine yazdığı bir yazıda belirttiğini söylüyor ve şöyle açıklıyor:

“…sanatsal bir anlatımın iç durumu, onun anlamından, kavramsal içeriğinden ayrılamaz; çünkü açıkça, bütün olarak sanat ürünü, onun anlamıdır, içinde söz edilen, şey, söylendiği biçime sıkı sıkıya bağlıdır ve başka türlü söylenemez…” 5

Beckett’in Joyce ve Dickens’e yakınlık duyduğu biliniyor. Ayrıca Camus’un “saçma”yı kullanısıyla, Beckett’in kullanışı arasında önemli özdeşlikler kullanmak olasıdır. Murphy ile Yabancı aynı malzemeden yoğrulmuş iki eserdir. Okur, her iki romanda da kahramanın saf kalma, dünyanın kendisinden beklediği anlamsız ilişkilerden kaçma girişimini görebilir. Her iki kahramanda beklenenin dışında yaşarlar, varoluşun saçmalığıyla yüzleşirler.

Beckett konuları yönünden varoluşçu yazarlarla benzerlikler gösterir. Ancak konuların işlenişi açısından farklılıklar vardırr. Beckett’in dikkati bireyin bilincine yönelmiştir. Sartre’a göre de birey bir merkezdir ancak bağlantı kuramayan bir merkezdir. Beckett insan yaşamında tek doyurucu ilişkinin arkadaş-dost ilişkisi olduğunu dolaylı yoldan anlatır. İnsanın yaşama dayanması ancak böyle mümkün olacaktır. Ancak düş kırıklığı yinede peşini bırakmaz. Beckett’in konularının başında tanrı gelir. Zaman zaman dinbilimle alay etse de, tanrı Beckett’in düşüncesini etkiler. İrlandalı olması nedeniyle, koyu bir Katolik ortamdan gelmiştir.1930 yıllarda Fransa’yı yurt edindikten sonra İrlandalı kimliğinden adım adım uzaklaşmıştır. Kutsal kitap “başlangıçta söz vardı” der. Beckett’in sözden sözsüzlüğe gidişi kimi yazarlar tarafından katı Katolik ilkelere bir karşı çıkış diye yorumlanır.6

Fransızca yazmayı seçişi de bu anlamda yorumlanmıştır. Godotu Beklerken’de Lucky’nin yer yer salt sese dönüşen tiradında ya da oyun sonunda Hamm’ı kesin ve bir o kadar da anlamsız yorumlarıyla iki kat saçmalaştırdığı bir boşluğa monolog söylemesi gibi… Bu yüzden Beckett da insanlar arasında ilişkisizliğin ilişkisi vardır denebilir. Örneğin ilişki yoktur ama Vladimir ile Estragon birbirlerinden ayrılamazlar. Hamm ile Clov da da aynıdır. Onlar, birbirleriyle olmaya mahkumlardır:

CLOV – Beni niye tutuyorsun?

HAMM – başka kimse yok ki.

HAMM – neden gitmiyorsun?

CLOV – başka yer yok ki. 7

Beckett da kelimelerin ölümü sözkonusudur. Söylemini etkileyen suskular, değişik süre ve sıklıklarıyla müziktekiler kadar dikkatle modüle edilmiş olarak boş değildir. İçlerinde adeta işitilebilir yankısı vardır söylenemeyen şeylerin… Özellikle de bir başka dilde söylenen kelimelerin… Beckett iki dilin ustasıdır. 1945’e kadar İngilizce, daha sonra da Fransızca yazmıştır. İki dilde birden ustalaşmak, yeni ve anlamlı bir olgudur. Çok yakın zamana kadar, yazar deyince kökü anadilinde olan, duyarlığı bu dilin kabuğu içinde sıradan kişilerinkinden daha çok yer etmiş ve bunun böyle olması da kaçınılmaz olan kişi gelirdi akla. Yazım dünyasında deha denebilecek Vladimir Nabakov, Louis Borges ve Beckett’in her birinin birçok dilde virtiözlüğü son derece ilginç ve yeni bir şeydir.

Beckett’in bütün kahramanları boşlukta konuşurlar. Hiçbir yere götürür Beckett, hiç olan insanların hiç için hareket ettiği hiçin dünyasına; hiçlik ve her şey evrenine. Beckett’in bizi karamizahla ve acıyla soktuğu bu evrende, insanın trajedisine duyduğumuz merhamet duygusuyla ineriz yeryüzüne: gövdemiz yaralı, aklımız eksik…

“…bir oyunbozandır Beckett bütün geleneksel anlamların paranteze alınıp yerine başkalarının konduğu bu yokluk ortamında Beckett’in yaptığı sadece bir ihbardır: isyan etmez. Gözetler; saçmayı yargılamak için saçmanın dışında durmaz; içine yerleşip bu ilk, temel anlamsızlığa gönüllü olarak girer ve kahramanlarını da seyircisini de oradan asla çıkarmaz…” 8

(I.Bölüm Sonu)


Polat İNANGÜL

DE.Ü. Sahne Sanatları Doktorandı


(Bu çalışma aşağıda ki içerikle bir sonraki sayımızda devam edecektir)

II.Bölüm İçeriği


BECKETT’İN YAPITLARI

A-Düzyazıları ve Romanları

B-Oyunları

BECKETT’İN YAPITLARINDA ANLATIM ÖZELLİKLERİ