Mehmet Esatoğlu
Tarih: 13 Eylül 2007 Perşembe
12 Eylül ülkemizde her alanın olduğu gibi kültür sanat alanının da darbelendiği, dağıtıldığı sermayenin çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlendiği bir dönem olmuştur.
Sanatsal alanın insanlarından örgütlenmesine, izleyicisine, içeriğinden estetiğine her yanının değişik darbelemelerle parçalandığı bu süreç, her on yılda daha da hızlanarak ve şiddetlenerek sürmüş 27 yıl içinde bu alanı tanınmaz hale getirmiştir.
24 Ocak 1980 ekonomik kararlarıyla başlatılan bu plan; alanın tamamının sermayenin çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlenmesi, sanat üretimi için düşünsel kaynaklardan parasal kaynaklara egemen sınıfa bağlanma, sanat insanlarının eğitiminin yozlaştırılması ve sanat üretecek alanların düzenlenmesi, sanatta alternatif yaratacakların dahi bir türlü satın alınarak perspektifinin bulandırılması, sanat örgütlerinin birer tabela örgütü haline getirilmesi ve izleyicinin yozlaştırılması biçiminde genişlemiştir.
27 yıllık süreç içinde edebiyattan müziğe, tiyatrodan dansa, plastik sanatlardan sinemaya her alan yozlaşarak çürütülmüş, buna karşı koymaya çalışan kesimler bile değişik yöntemlerle elleri kolları bir türlü bağlanarak etkisiz duruma getirilmeye çalışılmışlardır.
Osmanlı’nın son dönemlerinden başlayıp Cumhuriyet döneminde çok ağır bedeller ödenerek oluşturulmaya çalışılmış düşünsel, estetik ve örgütsel her türlü değer; darbeler, ödemeler ve öldürmelerle darmadağın edilmiş, ideolojik abluka sonunda buna karşı koymaya çalışanlar dahi 27 yıl içinde sürüklendikleri duruma şaşıp kalmışlardır.
12 Eylül’ün kültür-sanat alanına saldırısının dünya çapındaki benzeri ise 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması sırasında görülmüştür.
1980’de ülke çapında yaşadığımız tüm saldırı ve darbelenmeler bu kez onların deyimiyle “küresel” hale gelmiştir.
Bu nedenle bizim ülkemizde de 1980-90 arası daha göğüslenebilir bir ortam varken bu saldırıların dünya çapında yayılmasıyla 1990-2000 döneminde kültür sanat alanı daha yoğun bir saldırıya maruz kalmıştır.
Bugün kültür-sanat alanında 12 Eylül’ün ve 1991 sonrası dünya çapında yaşanan saldırıların izlerini silebilmek için yoğun tartışmalara, tespitlere, hareketlenmelere ve eylemliliklere gereksinim vardır.
Tahribatın çapı ve sonuçları yaşanan süreç gözetilerek ele alınmadıkça, 27 yıl içinde sanat alanının her yanını sarmış kafa karışıklığı ve perspektif bulanıklığı giderilmedikçe, sanat alanının günümüz koşullarında hangi ideolojik, estetik ve parasal kaynaklardan besleneceği, günün koşullarında nasıl yeniden örgütleneceği, izleyicisiyle günün koşullarında nasıl ilişki kuracağı konusunda yeni bir perspektif oluşturulamadıkça yeni bir atılım yapmanın olanakları yoktur.
12 Eylül ve Tiyatro
12 Eylül’ün tüm sanat alanımızda olduğu gibi tiyatro alanında da tahribatı büyük olmuştur. Genelde tiyatro alanı yazarından oyuncusuna, yönetmenine teknik adamına, izleyicisine kadar elindeki tüm değerlerini yitirirken özelde “toplumcu tiyatro” tamamen yok olmuştur.Tiyatro 12 Eylül’ün saldırı için başlıca önüne koyduğu hedeflerden biri olmuştur. 12 Eylül darbesinin yapıldığı ilk günlerde Şehir Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni görevden alınmış, süreç içinde onlarca oyuncu 1402 sayılı sıkıyönetim yasası çerçevesinde işten atılmış, oyunların sahnelenmesi yasaklanmış, kimi oyunlar ise askerlerin denetiminde prova yapılarak perde açabilmiştir. Dönemin politik tiyatrolarının perde açmaları resmi ve gayrı resmi emirlerle engellenmiştir.
12 Eylül’ün ilk günlerinde önemli tiyatro oyunlarına sahne olan Bakırköy Halkevi yıkılmıştır.Bir yandan baskı yoğunlaşırken öte yandan da tiyatroya para yardımı aynı günlerde gündeme gelmiştir. Özel tiyatrolar Cumhuriyet tarihi boyunca ilk kez devletten para desteğini yine bu dönemde almışlardır.
Tiyatroyla başlayan para yardımı giderek tüm sanat alanlarına yayılmış, sanatçılar devletle parasal ilişkilerini geliştirdikçe düzenle bağlarını yeniden gözden geçirmişlerdir.
Dönem başında kişisel düzeyde kimi karşı çıkışlar süreçte teslimiyete dönüşmüş,piyasa içinde sanat üretip ayakta kalmaya çalışan toplumcu sanatçılar eski çizgilerinden uzaklaşarak sanatsal, politik perspektiflerini yitirmişlerdir.
90’lı yıllarda durumu değerlendiren tiyatro ve sinema sanatçısı Yavuzer Çetinkaya Amatör Tiyatrolar Çevresi (ATÇ) için yazdığı 27 Mart Dünya Tiyatro Günü Bildirisi’nde şöyle anlatıyor:“Tiyatro “görmek, seyreylemek” anlamına gelen bir sözcükten kaynaklanıyor. Seyirciye âlemi seyrettiren, gösteren bir sanat dalı. Şimdilerde, göstermeme, âlemi gizleme amacını yüklemişler. Bilinmeyeni göstermek, gizemi açıklamak yerine; bilineni çarpıtmak, açık olana gizem kazandırmak yolunu seçtiler artık, birlikte dünyayı değiştirmek için yola çıktıklarımız bile...”Çetinkaya’nın tanımlamasıyla “alemi göstermeme” yolunu seçen 12 Eylül sonrası tiyatromuz giderek toplumdaki her gerçekliğe sırtını dönmeye başladı. Yaşamın bir yansıması olması gereken sahnede; içinde bulunduğumuz coğrafyada yaşanmamış öyküler anlatılmaya, yaşanmışlar ise çarpıtılmaya başlandı.
Yazarlar ihanet içine girdiler. Ruhunu medyaya satan yazarlar tiyatro alanından hızla uzaklaşarak, reklam metni kaleme alarak kapitalizmin mallarını övmekle başladıkları serüvenlerini dizi senaryosu yazarak sürdürdüler.
Ülkede sert rüzgarlar esiyordu. 650 bin kişi gözaltındaydı. 171 kişi işkencede öldürülmüştü ve 50 kişi idam edilmişti. Emekçilerin bir önceki dönem elde ettikleri her türlü hakları güvenlik konseyi bildirileriyle iptal ediliyordu.
Sahnede ise suya sabuna dokunmayan metinler kol geziyordu. 1981 baharında bir lise şenliğinde sergilenen oyunda, idama mahkum gencin “yaşamak istiyorum” diye haykırışı bile salonun karışmasına, muhbir vatandaşların harekete geçmesine yetiyordu.
Oyuncu cephesinde ise durum çok faklı değildi. Darbenin ilk günlerinde “bol faiz” sloganıyla halkın elindeki paraları yağmalayan bankerlerin ve her türlü tüketim malzemesinin reklamıyla ekranlarda boy gösteren oyuncular, 90’larda çok kanallı televizyon döneminde dizi filmlere yönelerek tiyatroyu “kerhen” üretmeye koyuldular.
Böylece tiyatro iki kaynağını yazarlarını ve oyuncularını yitirerek girdiği 12 Eylül sürecinden sonra 90’ların ortasında bir darbe de medyatik ortamdan yiyince belini doğrultamadı.İdeolojik olarak kaynak noktasında her türden gericilik ve yozluğun kuşattığı tiyatro alanında, sahnede güzelden ve doğrudan yana bir ürün ortaya koymak yerine sistemin her türlü kirli yöntemi yürürlüğe kondu.
60’lı, 70’li yılların Amerikan tiyatrosu ithalatçısı Haldun Dormen tiyatronun kurtarıcısı olarak ortaya çıkarıldı. Amerikan müzikallerinin Türk versiyonları büyük bir hızla üretilerek bunların tiyatroyu bulunduğu durumdan kurtaracağı vaaz edildi.
O günlerde askeri rejimin altında 70’lerin her türden önemli değeri yerden yere çalınıyordu. Tiyatro da “slogancı” olmak en büyük günahlardan biri ilan ediliyor, hatta “slogancı” tiyatro üretmeyen muhalif topluluklar da bu genelleme içine konularak eleştiriliyordu.Bu eleştirilerle; yazarlar ve tiyatro yöneticileri, içinde tutarlı politik bir yaklaşımı olan oyunlardan kaçmaya başladılar. Durum öyle bir hale geldi ki Haldun Taner’in 60’larda yazdığı bir oyun, içinde “Kürt” sözcüğü geçtiği için sakıncalı ilan ediliverdi.
Oyuncunun sahne başarısı bir yana itilerek medyaya sansasyon malzemesi olabilecek her yanı öne çıkarılmaya başlandı. Örneğin oyuncunun sahnede başarıyla oynadığı bir Macbeth ya da Keşanlı Ali üzerine tek bir haber yahut yazı çıkmazken eşiyle yaşadığı bir sorun üzerine onlarca haber üretiliyordu.
Darbe ile başlayan bir başka furya da ödül alanında oldu. Darbenin ilk yıllarından başlayarak her gün yeni ödüller ortaya konmaya, eskileri de jürileri değiştirilerek yozlaştırılmaya başlandı.Eski bir tiyatro ustasının adına verilen (Ustaya saygımdan adını yazmıyorum çünkü o hayatta değildi.) ödül Haldun Dormen’in girişimiyle darbe günlerinde halkın parasını dolandıran bir bankere, Kastelli’ye verdirildi. Yani bir banker 12 Eylül günlerinde “tiyatro ödülü” aldı.Sanatsal örgütlenmeler de darbeden nasibini aldı. Önce kapatılan sanat örgütlenmelerinin yerini “tabela örgütleri” aldı. Bunlar dışardan bakınca onlarca üyesi var gibi gözüken ama aslında birkaç kişinin kendi kişisel işlerini yaptığı ve devletten pay kapmak için uğraştığı basit bürolardı. Yaptıkları en temel etkinlik, dönemin yöneticilerinin verdikleri kokteyllerde boy göstermek ve yeni seçilen Kültür Bakanları’yla fotoğraf çektirmekti.
Dönem boyunca sahnede muhalefet yapan, ülkedeki gerçekliğe değinen yalnızca amatör tiyatrolar oldular. Ağır koşullar ortasında değişik şenliklerde oynanan oyunlarda emeğin sömürüsünden, yaşanan baskılardan etnik sorunlara bir dolu konuyu ele alan oyunları bir dolu yoksulluklarına rağmen başarılı sahnelemelerle izleyiciye sundular. Yönetim tarafından takibatlara uğradılar ve yargılandılar.
12 Eylül aslında 24 Ocak 1980 de ilan edilen ekonomik kararların politik uygulamasını gerçekleştirmek üzere yapılmış bir darbeydi. Bu darbe; toplumu kapitalizmin acımasız uygulamalarının kucağına atmak, elde edilmiş sosyal haklarını gasp etmek için yapılmıştı. Kültür-sanat alanı ve tiyatro da bu darbenin yozlaştırıcı ve çürütücü etkisinden nasibini aldı.Bugün gördüğümüz tüm çirkinliklerin miladı 12 Eylül’dür. Karşı konulmadığı ve hala onun yarattıklarına karşı düşünsel ve estetik bir karşı vuruş gerçekleştirilemediği için etkinliğini sürdürmektedir.
mehmetesatoglu@gmail.com
tıkla