Özgür Ozan Yüksekdağ
“...Ve o adam katarın başında gidemeyeceğini bildiği halde, yerinde durmak için bir saniye olsun ısrar ederse, bu bir ihanet değil midir? Ben bir saniye olsun, ihanet edemem...”.
(Nazım Hikmet/Benerci Kendini Niçin Öldürdü?)
Yazıma bir “intihar”ın izahı ile başlamak istedim. Bu izah, kendini çok seven, ama kendini de dahil ettiği mücadelesini, halkını kendinden daha çok seven birinin “intihar” izahı.
Öyle ki yaşama çok bağlı, o kadar bağlı ki kendinde ve/veya başkalarında bir değer ifade etmemeye başladığı zaman, o yaşam; pamuk ipliğine bağlanıveriyor birdenbire. Anlayacağınız güneş eskisi gibi doğmuyorsa artık, kokusunu yitirmeye başlamışsa tüm çiçekler; onun için, duyumsamakta zorlanmaya başlamışsa ve hissetmekte tüm güzellikleri, umursanmıyorsa artık doğası tarafından, atıl ve boşlukta hissediyorsa kendini; evet, şairin ifade ettiği gibi , o katarın içinde yolculuk etmeyeceksin artık, demektir.
Tıpkı (bu sadece bana ait, aslı bilinmeyen bir çıkarsama) Moliere gibi; yaşı itibarı ile değilse de, psikolojik çalkantıları itibarı ile, o kadar yoğunken, o kadar çok yorulurken, yıpranırken; saray muammaları, kaprisleri, soysuzlukları yüzünden, hastalıklar alacaklı gibi kapıdayken, çıkıp sahneye; katardan aşağı atlamak içinmiş gibi adeta, tüm gayretiyle “bir saniye bile beklemeden” rolünü icra ederken, üçüncü gecesinde oyunun (“Hastalık Hastası” 1673), ruhunu Dyonisos’a teslim edebileceksin belki de...
İşte benim; tam bu noktada tartışmak istediğim mesele, tiyatronun, bizi daha yakından ilgilendiren kısmıyla; daha da özellersek, ülkemizde tiyatronun “intihar”a meyilli bir ruh haline büründürüldüğü , “intihar”a zorlandığı bir dönemde olduğumuz gerçeği.
Önceleri, parlayan yıldız sinemaya karşı güç kaybeden tiyatro tartışmaları, sonraları rotasından sapmaya başlamış tiyatro politikaları ile ilintili olarak, özel tiyatroların günbegün artan bilet fiyatları ile ilgili olarak, (gerekli mi/gereksiz mi?) tartışmaları, bir başkası; (alaylı mı mektepli mi?) tartışmaları vs. vs. derken, şimdi de “buyrun buradan yakın” dercesine, tiyatro “intihar”a mı zorlanıyor? Yoksa “intihar”ı, öz anasından (yani halkından) koparıldığını, “soylu sınıfına” hizmet ettirilmekten canı sıkıldığını, kokteyl ve balo sersemlikleri arasında sarhoş edilerek yatağa atılıp; ırzına geçildiğini düşündüğü için, gerekli mi görüyor tartışması, bir sonuç olarak karşımıza çıkıyor.
Bana göre bu tartışmada her iki varsayım da birbirine bağlı olarak geçerli, yani ikinci varsayımdan dolayı birinci varsayım kaçınılmaz hale geliyor.
EVET! Tiyatro; içi boşaltılarak, halktan kopartılarak, süslü püslü buluşmalarda adeta kariyer sofralarına meze edilerek, samimiyet ve saygıdan mahrum bırakılarak ve kendi kendisine yabancılaşmasına sebep olunarak; “Artık bu katarda yerim yok!” dedirtilip; onurlu bir şekilde ve doğduğu kaynağına, halkına ihanet etmemek adına “İNTİHAR” ediyor!
Bu seneki ve bundan sonraki 27 Mart Dünya Tiyatro Günleri'nin, Dünya Tiyatro Ölüm yıldönümü olmaması dileğiyle.
YAŞASIN TİYATRO!!!!
23.03.2007