5 Aralık 2017 Salı

Atık plastik saksıda tiyatro öğrendiğini sanan Yeşim Özsoy, tehdit ediyor!

Festivalin Ardından Sorular, Deneyimler ve Düşünceler...

Yeşim Özsoy
4 Aralık 2017

Bir Tiyatro Festivali daha sona erdi. Tiyatroya başladığım zamanlarda Pina Bausch’tan Robert Wilson’a, Suzuki’lerden Fabre’lere, yerli yabancı bir sürü oyunla tanıştığım ve bir süredir de kendi oyunlarımla dahil olduğum festival bu sene özüne döndü ve senede bir gerçekleşmek üzere hayata bir adım daha attı. İstanbul gibi bir kültür metropolü ve odağı olması beklenen bir şehirde sezon içinde yurt dışından eserleri görmenin mümkün olmaması, seneler içinde festivali uluslararası niteliğinden dolayı bir okul hâline getirdi bizler için. Pek çok şeyi öğrendiğimiz, ilkleri yaşadığımız, dünyada neler oluyor sorusuna cevaplar aradığımız, bulduğumuz bir alan yarattı. Bu anlamda değerini hiçbir şekilde yadsımamak gerektiği düşüncesindeyim. Yine de tabii bizdeki öğrenme açlığıyla hep tatminsiz kaldık. Sezon içinde artık yavaş yavaş büyük yapım ve organizasyon şirketlerinin cesaret edip de getirdiği bazı uluslararası boyutta eserler dışında (ki onlar da genelde büyük ve konvansiyonel işler oluyor) gerçek anlamda dünya tiyatrosunun nabzını tutabilen başka etkinlik ya da tiyatro yok gibi. Son dönemlerde Corner in the World (Köşe Festivali) bu anlamda farklı bir açı kazandırıyor camiaya. Naçizane GalataPerform olarak da oyun yazarları ekseninde dünyadan farklı tiyatrocuları dönemsel olarak getirip söyleşiler, oyun okumaları, atölyeler düzenleme misyonuyla hareket ediyoruz. Bunun dışında Taldans bazen, Çıplak Ayaklar bazen, kimi zaman da farklı tiyatroların misafirleri sezonda tiyatro seyircisine bir nebze uluslararası tat verebiliyor. Ama ne yazık ki yetersiz kalıyor. Tiyatromuzun biraz da dünyaya kapalı yapısı kim bilir bu yetersizlikle besleniyor ya da birbirini doğuruyor maalesef.

Son yıllarda tüm bunların üstüne bir de İstanbul’a olan ilginin giderek kimi zaman korkularla bezeli kimi zaman da keyfe keder bir şekilde azaldığını, turnelerin iptal olduğunu, gelecek yurt dışı misafirlerin azaldığını görmeye başladık. Geçtiğimiz sene yaptığımız bir etkinlikte son bir hafta kala İsviçre, Almanya ve Mısır’dan gelecek 7 kişi birden uçak biletlerini iptal ederek etkinliğimize katılmadılar. Kültür merkezleriyle bağlantılı olarak kurduğumuz ilişkilerde bize gelen bilgi giderek daha zor olduğuyla ilgili, kişileri İstanbul’a gelmeye ikna etmekle ilgili. Bu sene festival kapsamında gerçekleşecek 3. Richard oyunu ve Ostermeier ve ekibi Schaubühne Tiyatrosu’nun son dakika iptali de bu zincire benim hayat denklemimde eklenen bir halkadır. Üzüldük mü üzüldük ama bir yandan da hayat devam etti; festivalde yurt dışından ve yurt içinden bir dolu oyun seyirci kapasitesi yüksek bir şekilde doldu taştı, seyirciyle buluştu. GalataPerform olarak Belçika’dan Türk yönetmen Mesut Arslan ile işbirliği yaptık. Platform 0090 ve Teatre Onderhetvel ile yaptığımız bu ortaklık sonucu “When in Rome” ortaya çıktı. Festival kapsamında yaşadığımız üç gösterim de dolu doluydu ve çok özel hatıralar bıraktı bize. Seyirciyle farklı bir denklem kurduğumuz oyunda benim için oyuncu olarak yer almanın da tadı ayrıydı.

Festivalde çok fazla oyun seyredemedim oyun hazırlıkları yüzünden ama Wajdi Mouawad’ın “Seuls” (Yalnız-lar-) oyununu seyretmek özel bir zevkti benim için. Sahnede hem oyuncu hem yazar hem de yönetmen olarak çırılçıplak soyunabilen, tüm kırılganlıkları, hayal kırıklıkları, özlemleri, erişememe hâlleri, kompleksleri ve korkularıyla yüzleşebilen ve bunu hem metin hem birikim hem yönetim hem de performans anlamında gerçekleştirebilen bir yaratıcı beyinle yüz yüze gelmek sadece beynimi değil aynı zamanda da kalbimi yerinden oynattı. Bence her ortada, arada kalan tiyatrocu Wajdi Mouawad’ı tanımalı. Şans eseri oyunun ana referans noktası Lepage’ın “887” adlı oyununu -ki orada da Lepage, yaratıcı tiyatrocu olarak kendi yazdığı otobiyografik metni kendi sahneler ve oynar- Edinburgh’da seyretmiştim. Bu nedenle Mouawad’ın bu aynalama, kopyalama ve yapı bozum noktasında neler yaptığını algılamak ve hissetmek çok daha kolay ve anlamlıydı benim için. 1500 sayfalık bir tez yazsa da, Fransızca’yı en üst seviyede konuşsa da bir Ortadoğulu olarak batı tiyatrosuna ve yarattığı idollere ne kadar ulaşabileceği sorusuyla baş başa kalırken her şeyin farklı şekillerde anlamlandığı ve sonunda oyuncunun kendini yapyalnız ve farklı bir noktada bulurken bile aslında hâlâ bir şeylerin kopyası olma durumundan kurtulamamanın getirdiği o çaresizlik öyle bir içime işledi ki anlatamam. Kademe kademe Mouawad bize Özdemir Nutku’nun deyimiyle “Batılı anlamda tiyatro” yapabildiğini gösterdi; tüm türleri, çağdaş tiyatroda video/teknoloji kullanımından tutun, idolü Lepage gibi sahne tasarımı ve uzam yaratabilmeye performans sanatına, monoloğa, kurgu oyunlarına kadar her şeyi mükemmel bir şekilde yapabildiğini gösterdi ve sonra aslında bunların hiçbir yere ulaşmadığını, sadece çaresizlik ve yalnızlığını perçinlediğini teker teker anlattı. Sadece zekanın ve birikimin değil bir dolu itirafın ve çaresizliğin ciddi anlamda bir kalbin ifadesiydi oyun benim için.

Festival kapsamında “When in Rome” adlı oyunumuzu DasDas Sahne’de oynadık. Tam bu sırada Zeynep Aksoy’un yazısıyla karşılaştım. Yazıda Zeynep şehir merkezinden uzakta olan tiyatrolara gitme konusunda sorun yaşadığından bahsediyordu. Oyuna gelmesini ve görmesini istediğim çok eleştirmen var tabii ama ciddi anlamda bu alanı yani tiyatro eleştirmenliğini meslek edinmiş, bunun okulunu okumuş, hayatını buna vakfetmiş eleştirmen ne yazık ki çok az. Olanlar da bazen alan bulamamaktan bazen de tiyatrocuların reaksiyoner çıkışlarına dayanamadığından mesleği bırakıyorlar ya da akademisyen olarak kalmayı tercih ediyorlar. Açıkçası kendini tiyatro eleştirmeni olarak tanımladığı ve yazmasını tabii ki istediğim bir yazar olarak her ne kadar yazıda ne demek istediğini gayet iyi anlasam da sonda okuyucuya sorduğu soruyu cevaplarken serzenişten bulunmadan edemeyeceğim.

Hayır ne yazık ki tiyatrolar keyfi olarak merkez dışına ve yazık ki alışveriş merkezlerine kaymadılar. Kültürel politikamızın eksikliği, imkanlar ve Beyoğlu üzerinde uygulanan ciddi bir kimliksizleştirme, dönüştürme politikası sebebiyle bu durum oluştu. Kendi alanındaki tiyatroları desteklemek bir yana, teker teker yok olmalarını destekleyen bir belediye söz konusu. Bölge imar planlarından tutun, kültür politikalarına kadar giderek öksüzleştirilen bir bölge oldu Beyoğlu. Bunun üstüne son senelerde devam eden politik ve terör kaynaklı ataklar ise apayrı bir sorun alanı açtı. Seyirci ise güvenli hissettiği mekanlara çekildi. Güvenli adalarımıza sığındık. Kadıköy hem belediyesinin başarısı ve şu an olmasa bile bir dönem alan ve mekan yaratmak için ödenen bedellerin ehvenliği söz konusu olduğunda böyle bir alan. Bomontiada’dan tutun tüm alışveriş merkezleri seyirciye bu güveni veriyor. Beyoğlu artık vermiyor bu güveni. Diyeceksiniz ne zaman verdi? Şart mı? Yine de hiçbir dönem şu dönemler kadar kötü olmamıştı. Bu durum bizler gibi bölgede kalmaya direnen tiyatrocular için çok çaresiz bir hâl yaratıyor. Bu nedenle oyunlarımızı kimi zaman nerede sahne oluşturulabildiyse oraya taşımak dışında fazla yapabileceğimiz bir şey yok. Keşke geri dönebilsek ve bunun için çaba gösterebilsek. Tiyatro hem periferide hem de ait olduğu ihtişamı ile merkezde de olabilse. Bunun için çaba göstermemiz lazım, o ayrı konu. Bundan şikayet edip sadece tiyatroları mesul tutmak ise ayrı konu. Aslında konuyu sosyal medyada tiyatrocuların da dahil olduğu bir nevi meydan savaşında irdelemekten ziyade ciddi anlamda tartışabileceğimiz ortamlar yaratmak lazım. Bir de tabii kimi zaman üslup önemli oluyor yazılarda. Çünkü memlekette tiyatro yapmak ya da herhangi bir alanı tiyatro hâline getirmek özel bir emek gerektiriyor. Bu kadar yüksek emek karşısında yazılan yazılarda da aynı emek ve alın terini görmek istiyor insan. Soru ben niye kendi bölgemin dışına çıkayım, bunun için çaba göstereyim değil; soru neden tiyatrolar Beyoğlu’nu terk etti ve hatta terk etmek durumunda kaldı ya da soru neden Ataşehir’e, 4. Levent’e gideyim değil, neden artık tiyatrolar alışveriş merkezlerinde barınabiliyorlardır.

Festivale dönersek yine yapılan oyunlar hakkında sıcağı sıcağına bir eleştiri ve yazı pratiğini oluşturmak bence artık gerçek bir ihtiyaç. Her ne kadar oyunlar hakkında tek tük orada burada yazı çıksa da Fringe festivallerinde olduğu gibi ya da ana festivallerin etrafında oluşan eleştiri dinamiği gibi aynı gün hatta ertesi gün oyun hakkında eleştirilerin izlenim yazılarının çıktığı bir alanı yaratmak lazım diye düşünüyorum. Zira eleştiri kültürü değerli ve önemli bir alandır. Bizler işlerimizi yaparız ve kenara çekiliriz. Yaptığımız şeyler seyircinin zihninden başka bir yerde yaşamaz. Oyun metni üretsek bile yarattığımız şeyler yine de buzda yazı kalır. Bu nedenle yazan çizen, fikir yürüten, emek veren eleştirmenlere ihtiyacımız vardır. Yoksa daha da kötüsü meydan, kendi hayatından sıkılmış, birkaç oyuna gideyim de bir şeyler yazayım diyen herhangi bir bilgi birikimi olmayan, tiyatronun verdiği emeği hiçe sayabilen, hatta bazen oyuna bile gitmeden iftiralar ve kulaktan dolma bilgilerle oyunu eleştirme haddini kendinde gören bir takım saygı yoksunu insana kalır. Bu insanların tiyatromuza verdiği zarar büyüktür. Bu nedenle adlarını bile anma noktasında imtina etmek gerekir bence. Verilecek toplu bir reaksiyon varsa onlara yönelik de olmalıdır. Çünkü yaptığımız iş özen ve emek gerektirir. Bunun karşısında olan eleştirmen ya da seyirciden de minimumda aynı özen ve emeği bekleriz. O da çok fazla bir şey değil, en azından oyunlara gelmek kadar bir şeydir.

http://www.gazetemustehak.com/yesim-ozsoy-festivalin-ardindan-sorular-deneyimler-ve-dusunceler/