27 Mayıs 2014 Salı

Duygu'nun yazısı ne şiş yansın ne kebap / hem nalına hem mıhına gibi

Duygu'nun Kitaplığı
16 Ekim 2012

Coşkun Büktel'in İkinci Geliş'ini bitirdim yeni -bu aralar yoğun olduğum için, kitap da uzun olduğu için biraz sürdü. Konusunu ve dilini çok ilginç buldum romanın, ama keşke daha kısa tutulsaymış diyorum, o zaman okunması daha rahat ve keyifli olurdu bence.


1909'da II. Abdülhamid tarafından bir buz odasına kapatılıp 2000'li yıllarda "hayata dönen" Hamdi Mümkün'ün hikâyesini anlatıyor roman. Kahramanımız 2000'li yılların toplumsal düzenine ayak uyduramıyor, modern Türkiye toplumunda sıradan insanların arasında adeta peygamber gibi dürüst ve erdemli kalıyor. Mizah öğesi ön planda, alttan alta bir toplum eleştirisi de söz konusu tabii.


Yazarın dili çok zengin; sadece sözcük düzeyinde değil, üslup düzeyinde de epey bir çeşitlilik var. (Bence bu haliyle Bahtin'in çok-dillilik (heteroglossia) kavramını çalışmak için ideal bir metin!) Romanın ilk bölümlerinde, dil kullanımı bakış açısına göre değişiyordu; örneğin yazarın anlattığı bölümler günümüz Türkçesiyleyken Osmanlıca konuşan Hamdi Mümkün'ün bakış açısından anlatılan paragraflarda eski sözcükler kullanılıyor, zengin Derin ailesinin mutfak işlerini yapan Hafize Kadın'ın bakış açısından anlatılan cümlelerde Anadolu ağzından deyişler tercih ediliyordu. Kullanılan dil o kadar çeşitli ki, metin uzun olmasa çeşitlilik okuru rahatsız edecek: "yüksek volümlü ses" (s. 100) "serin ('cool') takılmak" (s. 108) "muallim olarak tayin edilmekliğim hiç müşkül olmadı" (s. 116) "ya da ayakta dinelmiş olarak gâvurca bir kitabı okumakta oluyordu" (s 177) "'light' kabine toplantısı" (s. 199) vb…


Romanda tasvir çok kullanılmış, ben bazılarını gereksiz veya fazla uzun buldum. Mesela Hamdi Mümkün'ün ilk uyandığında 2000'li yıllarının teknoloji ürünleri karşısındaki hayreti ve cehaleti, sonra canlı yayında TV programına konuk olmasından önceki bekleyiş, sonra… Ne bileyim, devlet koruması Hayrettin görevinden alındıktan sonra Derin ailesinin özel koruması Yusuf'un hissettiği tedirginlik daha kısa da anlatılabilirdi. Bence yazar hangi ayrıntıları okurlara verip hangilerini tahmin etmelerini isteyeceğini bir daha düşünseymiş daha iyi olurmuş - romandaki yazar karakteri Canan Derin gibi, okurların yaratıcılığına güvenseymiş keşke (hem yaratıcılık, hem de faillik meselesi aslında). Mesela, bir katil, amacına ulaşmak için bir plan yapıp uyguluyor ve biz önce planın uygulanışını okuyoruz/seyrediyoruz. Buradan, planın nasıl yapıldığını da çıkarabiliyoruz aslında, bu yüzden bir sonraki bölümde katilin nasıl plan yaptığını, hangi adımları atacağına nasıl karar verdiğini öğrenmemize gerek kalmıyor.


Tasvirler romanı hantallaştırdığı için sürükleyici bir roman olarak nitelendiremeyeceğim bu kitabı. Olay örgüsü çetrefil; bir sürü karakter tanıyoruz, serim bölümünün bitmesi gecikiyor bu yüzden. Başlangıçta önümüze serilen parçalar ancak 145. sayfada birleşmeye başlıyor, bence bu süre keyif için kitap okuyan kişiler için çok uzun.


Olay örgüsünün merkezinde fantastik birtakım öğeler var – Hamdi Mümkün’ün 95 yıllık bir kış uykusu uyuyup uyanması, insanlara doğruyu söyleten bir ilaç icat etmesi (sonra 95 yıl sonra piyasada bulunan kimyasal maddelerle ilacı birkaç hafta içinde tekrar imal etmesi) vb. Bunlar kitabın gerçekçiliğini azaltsa da işleniş biçimleri olayların inanılırlığını etkilemiyor. Ama romanın sonuna doğru olayların inandırıcılığının da azaldığını hissettim. En başta, önce Hamdi Mümkün’ü çok sevip destekleyen basının sonra birden (bir gecede) çark etmesi, sonra 95 yıl uyumuş bir insanın azılı bir saldırganı birkaç dakikada, hem de elinde silah yokken etkisiz hale getirmesi, veya sona doğru kara çarşaf giyerek kılık değiştiren bir tetikçinin koşarak ateş ederken ayağının çarşafına takılarak düşmesi sonucu kendi kendini şakağından vurması. Bu ayrıntılar daha iyi düşünülebilirmiş.


Romanda garipsediğim bir diğer özellik de İngilizce alıntılardı. Hamdi Mümkün’ün tüm dünyaca tanınmasıyla ABD başkanı da dâhil olmak üzere bazı yabancı karakterler İngilizce yorumlarıyla romana katılıyorlar. Bu İngilizce cümlelerin Türkçeleri veriliyor tabii ki, ama o zaman İngilizcelerine ne gerek var? En dikkatimi çeken “İkinci Kitap”ın açılışındaki (s. 193) Dostoyevski alıntısıydı (yazar adı verilmiyor gerçi, nedense sadece kitap adı: Karamazov Kardeşler). Coşkun Büktel, sanki kaynak metni verir gibi Türkçe paragrafın altına Rusça romandan o parçanın İngilizce çevirisini vermiş (çevirmen adı da yok) – bu neden, hiç anlayamadım. Bu arada, belki kitabın adından da söz etmek gerekir belki. İkinci Geliş, yani İngilizcesiyle The Second Coming, Hıristiyan teolojisinde Hz. İsa’nın dünyaya ikinci gelişi olgusuna gönderme yapıyor, ve William Butler Yeats’ın bu olgudan esinlenerek 1919 yılında yazdığı alegorik şiiri bu adı taşıyor. Yazar Yeats’in şiirinden etkilenmemiş olabilir, ama onun burada kullandığı fikir daha önce (kendisinden çok daha ünlü bir yazar tarafından) kullanıldığı için bence kitabın bir yerinde, (mesela iç kapakta, veya Sonsöz’de) yazar Yeats’e bir selam gönderseymiş iyi edermiş.


Son olarak, kitabın sonundaki kapanış bölümünü pek ilginç bulmadım. Sokaktaki iki vatandaş, "İkinci Geliş" adında bir romandan söz ediyor, dürüstlük üzerinde bir tartışmadan sonra, kendilerinin de romanda yer alması gerektiğine karar veriyorlar. Bir defa dürüstlükle ilgili söyledikleri fazla didaktik, fazla "kıssadan hisse" geldi bana, ayrıca çaktırmadan yazarı da övüyorlar:) bence yazarlar bunu gerçek okurlara bırakmalılar.


Yine de bu romanı okuduğum için memnunum -ilgiyle okudum ve yeni bir çağdaş yazar tanıma fırsatı buldum.


(Kaynak: Duygu'nun Kitaplığı)