Düşünde işbaşı yapan genç
Hilmi Bulunmaz
13 Temmuz 2006
İç Anadolu kentlerinin birinden otobüse bindi. Homurdanan ve sürekli yağ yakan otobüs, kısa aralıklarla büyük molalar vererek İstanbul’a vardığında, televizyonlarda izlediği kentin hiç de sanıldığı gibi olmadığını gördü…
Harem denilen yerin bu denli karmaşık ve anlaşılmaz bir durumda olduğunu yemin billah anlatsalar inanmazdı. O da inanmadı ve muavine sormak zorunda kaldı: "Harem burası mı?..."
Otobüsten indi, arabalı vapura bindi. Yarım saat içinde Asya’dan Avrupa’ya sıçrayıverdi…
Sirkeci ve Sultanahmet denilen semtlerin adını sıkça duymuştu. Hem köy kahvesinde ve hem de televizyonda sıkça duyduğu bu semtlerin arasının bu denli yakın olduğunu coşkulu yürümesi sayesinde duyumsayamadı…
Güneş hızla dikleşiyor, midesi gurulduyordu. Üzerinde ışıklı reklam olan “Tarihi Halkın Sultanahmet Köftecisi” adını heceleyerek okudu. Vitrine baktı. Buzdolabının temizliğine hayran oldu. Henüz ızgaraya atılmamış köfteler çok canlı görünüyordu. Haşlanmanın ötesinde hiçbir işlem yapılmayan fasulyelere şimdilik piyaz demek olanaksızdı. Özellikle biber ve domateslerin canlılığı göz kamaştırıyordu. Soğanların sanki bir makineden çıkmışçasına hep aynı boyda kesilmesi insanın aklını başından alabilirdi. Izgaranın yanı başında nöbet bekleyen kömürler, sıranın kendilerine gelip kor olmak için evecen bir ruh yapısına sahiptiler. Çoban marka ayranların bir örnek duruşları insanı büyülüyordu. Ekmeklerin buğulanmış duruşlarını gözlemlemek insanı kıvandırıyordu. Masa ve sandalyelerin taarruza geçen semiz askerler gibi dizilip sükse yapmalarını görmek başlı başına bir ayrıcalıktı. Klimanın çalıştığını anlamasa da içeriden sızıp gelen serinliği duyumsaması son derecede kolaydı. Zaman zaman açılan kapıdan dışarı vuran serinlik, yayla zamanı ciğerlerini dolduran havanın benzeriydi…
İçeri girmedi. Bekledi. Yürüdü. Kendini meydanda buldu. Bir parkın içine girdi. Çıkınından peynir çıkardı. Yarım ekmek aldı. Isırdı. Doydu. Bir bankın üstüne uzanıp kaldı…
Oysa yeni nişanlanmıştı. Evlenebilmesi için paraya, para kazanabilmesi için işe ihtiyacı vardı. Askerden yeni gelmişti. Çatışmalardan ölmeden kurtulduğu için duacıydı. Ezan sesi kulağını tırmalıyordu. Yekindi. Kalkamadı. Namaz saatini kaçırmak istememesine karşın kalkamıyordu. Dua etmeye başladı. Dua yarım kaldı. Uyumuştu…
Parkın rengini belirleyen çiçekler gibi düş görmeye başladı. En çok da pembe rengin egemenliğinde olan düşünde kocaman bir fabrikanın bekçi kulübesinin önündeydi. İşçiye ihtiyacı olan fabrikanın boyası henüz kurumamıştı. İşe başlaması gerektiğini söylediler. Alacağı aylığı duyunca kulaklarına inanamadı. Sevindi. Yekindi. Ezan susmuş, dua unutulmuştu. Gözlerini araladığında karanlığın egemen olduğunu gördü. Yaz olmasına karşın üşüyordu. Parası da çok az kalmıştı. Köfteciyi tüm ayrıntılarıyla yeniden anımsadı. Açtı. Parasızdı. Umutsuzdu. Düşlerine küfür etti. Duayı unuttu. Ezanı duymadı. Yürüdü gitti…
(Kaynak: Hilmi Bulunmaz)